30 Temmuz 2009 Perşembe

'MANET’ TARZI MODERN KALDIRIM BALESİ


RAHMİ ÖĞDÜL

30.Temmuz.2009

Yerinden edilmeler, sürekli farklı konumlara kaymalar, özellikle modern kent yaşamının en çarpıcı deneyimlerinden sayılıyor; sabit, bildik referans çerçevelerini yerinden ederek kent bizi sürekli yeni konumlar almaya, yeni ilişkiler ve bağlantılar kurmaya, bir anlamda farklılaşmaya zorluyor. İzlenimci ressam Edouard Manet (1832-1883) de bu kentsel deneyimi tasvir ediyordu tablolarında. Alışıldık, tanıdık ilişkiler sistemini yerinden ederek, yeni angajmanları ve bağlantıları kışkırtarak kişinin kendine ve dış dünyaya dair algısını yapı-söküme uğratıyor Manet’nin resimleri. Örneğin ‘Folies Bergére’deki Bar’ adlı tablosu bizi, optik açıdan imkânsız imgelere maruz bırakıp kimliğimizi, konumumuzu sorgulamamıza, farklı konumlar almamıza yol açıyor. Barmaidin doğrudan karşısında durmak ve aynı zamanda da sağ taraftaki aynada yansısını görmek doğrusal perspektif açısından mümkün değil.

Resmin üst sağ köşesinde aynada, barmaidin bir adama baktığı görülüyor. Bu adam da optik açıdan mevcut olamaz, zira barmaid ile resme bakan kişinin (yani biz) arasında yer alacak ve barmaidi görmemizi engelleyecekti.

Resmin dramatik kurgusuna bakarken şunu demek geliyor içimizden: aynaya bakıyorum ve ben olmayan birini görüyorum. Kentte yaşamak, Rimbaud’un meşhur sözüyle “ben, bir başkasıdır”ı deneyimlemektir biraz. Tıpkı Manet’nin tablosundaki gibi kent başkalaştığınız bir durumda bırakıyor sizi; sabit kimlikleri azlederek farkın açığa çıkması için zemin hazırlıyor bir bakıma.

Kentler, çok farklı öğelerin birbiriyle etkileşime girdiği dinamik bir süreçten oluşuyor. Bu dinamik gücünü kent, farklı kimliklerden değil, aksine kimliklerin içinde gizil olarak varlıklarını sürdüren fark kümelerinden alıyor. Birbirleriyle etkileşime giren farklı kimlikler, içlerinde barındırdıkları bu fark kümeleri sayesinde değişmiş olarak çıkabiliyorlar her etkileşimden. İşte bu yüzden farklı karşılaşmalar, bağlantılar, katılmalarla kent bireyleri her zaman yeni bir hayatın eşiğinde durabiliyorlar. İşte bu yüzden kentler yeniliğe, yeni kimliklere ve bu kimlikler arasındaki yeni ilişkilere açık olarak kalabiliyor.

Jane Jacobs devinim ve değişimden oluşan bu kent yaşamını bir dansa benzetiyordu örneğin; ama diyordu “bu, herkesin aynı anda adımlarını yere vurduğu tekdüze, dakik bir dans değil; bilakis tek tek dansçıların birbirlerini teşvik edip desteklediği karmaşık, çetrefilli bir baledir. İyi bir kent kaldırım balesi kendisini tekrar etmez, kentin farklı kaldırımlarında daima yeni doğaçlamalarla sahnelenir.”

Giderek yer-olamayanlara dönüşen günümüz kentlerinde sabit kimlikleri, konumları yerinden edecek, bireyleri etkileşime girmeye zorlayacak bu tür doğaçlama sokak balelerine çok sık rastlanmıyor doğrusu. Kentsel yenilenme projelerinde her şey kimliklerine ve işlevlerine göre sınıflandırılıp ayrıştırılıyor çünkü. Farklılığın ortadan kalktığı, ötekileştirilip uzaklaştırıldığı bu süreçte kimlikler arasındaki etkileşimden söz etmek giderek zorlaşıyor; farklı olanların tepkimeye girip yeni farklılıklar, kimlikler yaratmalarının önüne geçiliyor bir bakıma.

Kentler yer-olamayan soyut mekânlara dönüşürken ne Manet’nin resimlerindeki kimliklerin yerinden edilmesine ne de Jacobs’un doğaçlama kaldırım balesine artık rastlamak mümkün. Kent yaşamı farklıların açığa çıkabildiği, gizil olanın fiili hale gelebildiği bir ortam sunabilirdi oysa sakinlerine. Ötekilerle karşılaşmalara, ahlaki/politik seçimler yapmaya olanak tanımayan bir kentte, dondurulmuş kimliklerin sonsuz bir kayıtsızlık içinde havada asılı kaldıklarını görüyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder