27 Şubat 2016 Cumartesi

ARİSTOTELES 2400 YAŞINDA: HAYDİ SARILALIM YERYÜZÜNE!


RAHMİ ÖĞDÜL
26.02.2016
Yıkım projeleri olarak formların gökten zembille yeryüzüne indirildiği günümüzde bize, yeryüzünün gücüne güvenmeyi öğreten Aristoteles 2400 yaşına bastı ve UNESCO 2016’yı Aristoteles yılı ilan etti. Doğumunu kutlamak için, Artvin’de doğasına, yaşadığı yere sahip çıkanlarla birlikte yeryüzüne sarılalım! Göksel projeler adına yeryüzünün ölüm fermanını imzalayanlara inat, yeryüzünün her an doğumlara gebe doğasının baharla birlikte yeniden dirilişini kutlayalım.
YERLE GÖK ARASINDA BİZ! 
Felsefe okullarının temsilcilerinin yer aldığı Raphael’in meşhur ‘Atina Okulu’ adlı freski; yarım daire biçimli bu kompozisyonun tam merkezindeki iki figürü hemen tanıyacaksınız: Batı felsefe geleneğinin de merkezinde yer alan Platon ve öğrencisi Aristoteles. Bu iki figürün jestleri farklıdır ama. Platon sağ elinin işaret parmağıyla göğü gösterirken, Aristoteles yere, ayaklarını bastığı zemine işaret ediyor. Jestleri, farklı felsefi anlayışlarını dışa vururken, gök ile yer arasında sıkışıp kalmış bizleri, nereye bakmamız gerektiği konusunda şaşkına çevirebilirler. Çocukluğumuzda birbirimize yaptığımız sözlü bir şaka geliyor aklıma. Sırasıyla, “yukarı bak, yere bak, sağa bak, sola bak” deyip, arkadaşımızı tüm yönlere baktırdıktan sonra, “avanak” diye bitirirdik şakamızı. Filozofların da bizi farklı yönlere baktırdıkça avanak durumuna düşürecekleri kesin. Avanak olmamak için nereye bakmamız konusunda Aristoteles’e güvenelim ve yeryüzüne bakalım.
YERYÜZÜNE GÜVEN
Platon’un göksel projesi karşısında Aristoteles, bize yeryüzüne güvenmeyi öğretmiştir. Platon’a göre bu dünyadaki şeyler kopyalardır, asılları mükemmel halleriyle göklerdedir, idealar dünyasında. Göklerde bulunan bu ideal formlardan pay aldıkça mükemmelleşebileceğimizi söyleyecektir bize. Bu haliyle Platon aklı havada bir filozofken, Aristoteles’in ise ayakları yere basar. Aklı havada olanlar yeryüzünde dolaşırken sık sık tökezleyeceklerdir. Yeryüzünün topoğrafyasını, kuvvetlerini gözden kaçırdığımızda tamamen göklerde asılı kalabiliriz ve ayaklarımız yerden kesildiğinde bedenlerimizin de tüm kudreti elinden alınmış demektir. Kudretsiz bedenler, göksel idealara göre davranan ve kendi bedenlerini ve yeryüzünü yadsıyan kukla varlıklardır. Oysa Aristoteles, yeryüzünde kendine özgü formlarıyla var olan tikellerden başlayarak kurar felsefesini. Formlar dünyası yoktur, bu dünyada içsel kuvvetlerin biçimlendirdiği formlara sahip nesneler vardır sadece. Platon’un aşkın birer varlık olarak formlara yüklediği değer, ‘Akademi’sinin kapısının üzerindeki tabelada da gözümüze çarpacaktır: “Buraya girenler, geometri öğrenmek zorundadır.” Aristoteles’in ‘Lise’si ise yeryüzünün bireysel formlarıyla doluydu: Bilimsel sergiler, kayalar, bitkiler, hayvan kalıntıları.

Yeryüzündeki iktidar, kendini göklere yerleştirip kutsal bir form olarak dayattığında, Platoncudur. Yeryüzüne ve kendi bedenine güvenmeyen ve tamamen iktidar formuna teslim olmuş ve bu formdan pay aldıkça mükemmelleşeceğini sanan varlıklar, iktidar geometrisinin, yeryüzünün kıvrımlarını hiçe sayan aşkın formların içine hapsedilecektir. Bu varlıklar, bir an önce öte dünyaya kaçarak formdan kurtulma düşü kuran ölüm severlerdir. Aristoteles, hocasından farklı olarak bize yeryüzüne, yaşama ve bedenlerimize güvenmeyi öğretmiştir.
BİZİ GÖKLERDEN İNDİRDİ 
Unutmayalım; Aristoteles, Büyük İskender’in hocasıdır aynı zamanda ve bir imparatorun gölgesinde felsefe yapmaktadır. Ne diyordu Deleuze? “Yunan şehir devletinde bile, felsefi söylem despotla ya da despotun gölgesiyle, emperyalizmle, kişilerin ve şeylerin yönetimiyle temel bir ilişki içindeydi.” Yeryüzündeki nesnelerin tek bir doğası ve amacı (telos) vardır Aristoteles’e göre. Dolayısıyla Aristoteles bizi göklerden yere indirdi ama kimlik hapishanesinin içine kapattı. ‘Politika’sının girişinde çok işlevli, çok kimlikli Delphoi bıçağından serzenişle söz ederken içine despot kaçmıştır: “Doğa, kadın ile köle arasında ayrım yapmıştır. Çünkü doğa, pek çok kullanımı olan Delphoi bıçağını yapan demirci ustası gibi eli sıkı değildir; her bir şeyi tek bir kullanım için yaratır.” Despot, tek bir doğası ve kimliği olan tikel nesneleri tümeller halinde sınıflandırdıkça dünyayı yöneten bir emperyaliste dönüşecektir. Yeryüzüne sarılmak istiyorsak, despotun yakalama aygıtından kaçan ve Aristoteles’in hiç sevmediği çok işlevli, çok kimlikli Delphoi bıçağı olmaktan başka seçeneğimiz var mı?

    20 Şubat 2016 Cumartesi

    KÖR KUYULAR CUMHURİYETİ

    RAHMİ ÖĞDÜL
    19.02.2016
    Nereye baksam kuyular görüyorum, ortalıkta dolaşan, ama birbirini görmeyen kör kuyular; evlerde, sokaklarda, taşıtlarda. İçlerinde biriktiren, içlerine konuşan kör kuyular. Herkesin bildiğini sır sanıp, sessizce içlerine fısıldıyorlar: “Kral Midas’ın kulakları, eşek kulakları.” Kendi içlerinde yankılanan sesi kendileri işitiyor sadece ve korkuyorlar. Merdivensiz kör kuyular. Lanet olsun bizi kör kuyularda merdivensiz bırakanlara!

    Kuyular hayattır, kör olmayanları ama. Dehlizlerle birbirine bağlanan, sularını paylaşan yeraltı şebekelerinin yeryüzündeki izleri. Kuyu başları: Toplumsal ağların kesiştiği düğüm noktaları. Georges Perec, “Geçen her şey merdivenden geçer, gelen her şey merdivenden gelir” diye yazıyordu, ‘Yaşam Kullanma Kılavuzu’nda (çev. İsmail Yerguz, İmge Kitabevi). Kuyular da öyle; kuyulara gelir, kuyulardan geçer her şey ve kuyulardan yayılır yeryüzüne. Kuyu başlarını düşünsenize. Kırsal kesimde kuyu başları, gören, duyumsayan, konuşan, dışarı taşan, taştıkça sularını başkalarıyla paylaşan kuyuların bir araya geldikleri toplaşma ve dağılma noktalarıdır. Yerel iletişim ağının düğümleri; kuyu başlarında ne çok şey paylaşır köylü kadınlar. Evlerin eril ortamlarında körleştirilen kuyular, kuyu başlarına geldiklerinde her şeyi gören ve gördüklerini dile getirenlere dönüşürler birden. Yeraltı su şebekesiyle birbirine bağlandıklarında başka kuyularda yankılanır düşünceleri ve düşünceler düşüncelere bulaşır, düşünceler söz olur, sözler bedenleşir, yeraltından çıkar ve sel olup akar dünyanın sokaklarında.
    KADINLAR BU TUZAĞI GÖRDÜ 
    Bir zamanlar Fransız mühendisler, Kuzey Afrika’da kadınların kuyudan su taşıdığı bir köyde, borularla ev içlerine su getirmeye kalkışmışlar. Kadınlar için ne büyük kolaylık, değil mi? Artık kuyudan su çekmek için uzun bir yol kat etmek zorunda kalmayacaklar. Evden dışarı adım atmadan yaşamanın kolaylığı. Bu projeye köyün kadınları karşı çıkar oysa. Kazın ayağı hiç de göründüğü gibi değildir, kadınlar kurulan tuzağı görmüşler.
    Kuyu başı, kadınların evden çıkıp bir araya gelebildikleri ve toplumsallaştıkları tek yer ve eril iktidarın projesi kadınları evlere kapatarak körleştirecektir. İlk bakışta hayatlarını kolaylaştıracak bir proje gibi gözükse de ev içlerine getirilecek suyun dışarıyla, dışarıdaki başka bedenlerle, yaşamla, yaşamın akışıyla bağlantılarını keseceğini ve kadınları dört duvar arasında kendi içlerine konuşan merdivensiz kör kuyulara dönüştüreceğini çok iyi bilirler. Muhafazakâr bir toplumda kapalı kutularda muhafaza edilen kadın bedeni, yaşamın akışıyla, diğer kuyularla ilişkisi kesilmiş kör bir kuyudur çünkü. Köyün kadınları bu körleştirme projesine direnmiş ve kazanmışlardır.
    İKTİDAR PROJELERİ 
    Suyun başında olmak akışı hissetmektir, akışın içinde olmak. Suyun başında sözler, yeryüzünün öteki sesleriyle karışır ve sel olup akar. Su evin içine hapsedildiğinde, artık erkeğin alanındadır ve söz eril iktidarca tutsak alınmıştır. Kadının, erkeğin sözünden çıkması ve yeryüzüyle söyleşmesi, kendi sözünü söylemesi ne mümkün! Eril iktidarın, sözünden çıkan kadınları katletmesi, üstüne üstlük ölü bedenlerini çırılçıplak sergilemesi, evlerin ya da pembe taksilerin içinde tutsak alınmış bedenlere gözdağıdır. Öldürülen, aşağılanan ya da hapsedilen yeryüzünün bedenidir aslında. Ayrımsız tüm bedenlerin eril sözün kör kuyularına kapatıldığının farkında mısınız? Kör kuyularda yaşayalım diye iktidar, hayatımızı kolaylaştıran hiçbir projeden kaçınmıyor. Modern konutlarımızda iletişim musluklarını açtığımızda iktidarın sözleriyle beyinlerimizi yıkayabiliyoruz artık.

    Kuyu başlarını özlüyorum; bizi kapalı kutularda kör kuyulara çeviren iktidardan sıyrılıp kuyu başlarında akan yeryüzünün çok sesli sözleriyle yıkanmayı, sözü özgürleştirmeyi özlüyorum. Ve kendi içimize değil, yeraltı sularıyla birbirine bağlanarak sözlerimizi çoğaltacak, yeryüzünün en uzak köşelerine taşıyacak kuyulara seslenmeyi. Yeter artık kör kuyulara fısıldadığımız; hep birlikte korkmadan haykırmalı: “Kral Midas’ın kulakları, eşek kulakları.”

    12 Şubat 2016 Cuma

    BU TABLODAN MEMNUN MUSUNUZ?

    Arcimboldo

    Jan Brueghel
    RAHMİ ÖĞDÜL
    12.02.2016
    Saray duvarlarının çevrelediği tabloda bir baş gözünüze çarpacak önce; dikkatli bakın, ne görüyorsunuz? Başın ölü bedenlerle örüldüğünü fark ettiniz mi? Saray ressamı Arcimboldo’nun tabloları şaşırtıcıdır, aklınızı alır. Aslına uygun resmedilmiş onlarca nesneyi bir baş oluşturacak şekilde özenle bir araya getirmiş; sanatçının ustalığı karşısında şapka çıkarırsınız. Ve sizi öylesine etkiler ki ne olup bittiğini anlamadan otoritesine boyun eğebilirsiniz. Saf aklın aklımızı çelen bir bürokratıyla karşı karşıyayız. Tikel şeylerin bir bütün, bir baş oluşturacak şekilde bir araya getirilmesi hayranlık uyandırıyor ilk bakışta. Peki, benzer bir araya gelişi despot yaptığında yine hayranlık duyacak mısınız? Bağlamlarından, toplumsal ve ekolojik ortamlarından, ilişki ağlarından zorla koparılmış canlıların “bir”in dayattığı bir formun içine sıkıştırılması hiç de kansız olmuyor, biliyorsunuz. Devletin tarihi, katliamlar tarihidir. Arcimboldo’nun tablolarında gördüğümüz baş, devletin, despotun başıdır. Ve yakından baktığımızda, despotik bir rejime hapsedilmiş canlıları fark edersiniz, devlet aygıtının tutsaklarını. Bu canlılar, doğal ve yatay ilişki ağından koparılmış ve despotun başını oluşturmak üzere zorla bir araya getirilmiş kurbanlardır. Tıpkı bir etnik grubun ulus oluşturmak üzere öteki etnik grupları zorla kendi kimliği içine sıkıştırması ya da ayrımsız herkesin despotik rejimde mermer bir büste dönüşmesi gibi.
    Emperyal tınılar
    Arcimboldo, saray ressamıdır. 1500’lerin ikinci yarısında Viyana’da Habsburg Hanedanına ve daha sonra II. Maximilian’a ve Prag’taki oğlu II. Rudolf’a saray ressamlığı yapmıştır. Arcimboldo sanatını emperyal bütünlükten yana kullanıyor; despotun gölgesinde yetişen sanat ve felsefe her zaman emperyal tınılar taşıyacaktır ve bu tınıları göz ardı edip bize sunulan şatafatlı başı hayranlıkla seyre daldığımızda tuzağa düşmüşüz demektir. Deleuze, “Felsefi söylem, nice dönüşümün ardından emperyal bütünlükten doğdu” derken, saf aklın bürokratları olarak filozoflardan bahsediyordu (Issız Ada ve Diğer Metinler, çev. Ferhat Taylan, Bağlam). Biz de saf aklın ressam bürokratını görüyoruz Arcimboldo da. Ama önemli bir farkla. Arcimboldo bir yandan tikel şeylerin zorla bir araya getirildiği emperyal başlar yaparken, öte yandan emperyal tuzakları da ifşa ediyor aslında, başımıza nelerin geldiğini, gelebileceğini, bütünün ne pahasına elde edildiğini. Bu açıdan tabloları birer iktidar analizidir. “Bir”in, iktidarın tikel nesneler için bir hapishane olduğunu ustalıkla gösterir bize. Doğal ortamlarında dışarıyla ilişkiler kurarak kendi oluşlarını yaşayabilecek tikeller başın içine kapatılmış ve dondurulmuştur. Deleuze devam ediyor: “Yunan şehir devletinde bile, felsefi söylem despotla ya da despotun gölgesiyle, emperyalizmle, kişilerin ve şeylerin yönetimiyle temel bir ilişki içindeydi.” Arcimboldo görsel felsefe yapıyor ve şeylerin despotik düzenini resmederken sanatsal söylemin emperyalizmle ilişkisini de gözler önüne seriyor.
    Despotik bir estetik
    Bu emperyal tabloların benzerlerine, 17. yüzyılda ortaya çıkan çiçek natürmortlarında da rastlıyoruz. Yine ayrı zaman ve mekânlara, bambaşka doğal ilişkiler ağına sahip bitkilerin çiçeklerini tek tek koparıp, despotik bir estetikle bu kez tek bir vazonun içine sıkıştırmışlar. Başın yerine vazonun geçmesi bir şey değiştirmiyor. “Bir”in despotik tavrı, yeryüzünün tüm farklarını kökünden sökerek kendi içinde aynılaştırıyor. Flaman Jan Brueghel’in çiçek natürmortlarında, çok farklı açma zamanlarına ve ekolojik ağlara sahip çiçekler despotik tavrın tek mekân-zamanına, yani iktidarın vazosuna sıkıştırılmıştır. Kendi ortamlarında sevinçle hoplayan çocukların, gövdelerinden koparılmış başları.
    Devlet, şiddetini, saray ressamlarına yaptırdığı tabloların janjanlı estetiğinde gizleyemiyor artık. Despotun başına her baktığımızda paramparça olmuş çocukların, kadınların ve erkeklerin bedenlerini görüyoruz. Ve kan sızıyor her tarafından. Peki, bu tablodan memnun musunuz?

      5 Şubat 2016 Cuma

      PALTODAN ÇIKMIŞTIK, PEKİ BODRUMDAN?



      RAHMİ ÖĞDÜL
      05.02.2016
      Hepimiz enkaza dönüşmüş yapının bodrumunda sıkışıp kaldık. Döşemenin altından sesler geliyor ve duymamak için durmadan konuşuyoruz. Ama nafile. Ne kadar yükseltsek de sesimizi, döşemenin altından gelen sesleri bastıramıyoruz. Bu sesler, çoluk çocuk demeden katledilenlerin kalp atışlarıdır. Batı’ya ulaşmaya çalışırken denizlerde boğulan göçmenlerin, Doğu’da bombalara, mermilere hedef olanların, kentlerin sokaklarında tecavüze uğrayan ve öldürülen kadınların zonklayan yüreklerinin sesleri. Önceleri çok uzaklardan, kentin dışındaki ormandan gelen tamtam seslerini andırıyorlardı; televizyonun sesini daha fazla açıp duymazlıktan gelebiliyorduk, olmadı kulaklarımızı tıkıyorduk. Şimdi sıkıştığımız bodrumun döşemesinin altındalar ve yürekler öylesine şiddetle atıyor ki bedenlerimiz zangır zangır sarsılıyor. Ne yapsak yapalım, susturamıyoruz vicdanlarımızın sesini.
      Sadece kendisi dik dik bakabilir
      Öldürülenler, cesurca merkeze bakabilenlerdir. Merkezdeki iktidar, kendi dışındaki her bakıştan nefret eder ve kendine dik dik bakılmasından. Sadece kendisi bakabilir ve baktığında bir Medusa gibi her şeyi taşa çevirir ve nesneleştirir. Merkeze bakanların, merkezin boş bir kabuktan ibaret olduğunu anlamaları korkutuyor en çok iktidarı. Bu merkez, şiddetin merkezidir, şiddetle örtmüştür boşluğunu; yaşamı değil, ölmeyi ve öldürmeyi kutsar. Batı’ya, iktidara ve erkeğe bakmaya cüret edenler, içi boş, despotik bir kabuk gördüklerinde, iktidarın tepkisi şiddetli olacak ve katliamlarla dolduracaktır boşluğunu. Bir karşı bakış olarak ötekinin bakışı rahatsız edicidir çünkü. Tek merkezli bir dünya, tek bakışlı bir dünya demektir. Krala ya da despota bakamazsınız, ama o size bakabilir. O yüzdendir despotun, boyunlarımızı eğmemizi istemesi; bizler, yere bakanlar ve başımıza gelecekleri tefekkürle karşılayanlarız. Despotun dik duran başı karşısında, tebaalarının eğik duran başları.
      Sıkıştırıldığımız bodrumda döşemenin altına yerleştirilen paramparça bedenler, iktidara bakmaya cüret edenlerin ölü bedenleridir. Edgar Allan Poe’nun ‘Gammaz Yürek’ ya da ‘Geveze Yürek’ olarak Türkçeye çevrilen öyküsünün kahramanı sırf gözünden, bakışından rahatsız olduğu için öldürmüştür yaşlı adamı: “Ne zaman baksa kanım buz keserdi.” Yaşlı adamın cesedini parçalayıp döşemenin altına gömer, ama adamın kalbi giderek yükselen vuruşlarla atmaya devam edecektir. Hiçbir şey bastıramaz kalbin sesini ve dayanamaz, sonunda cinayetini itiraf etmek zorunda kalır: “ ‘Alçaklar’ diye bağırdım, ‘Daha fazla numara yapmayın! –Döşemeleri kaldırın! Burada! Burada! – Bu onun lanet kalbinin sesi!” (çev. Aslı Akarsakarya).
      Çıldırmamız an meselesi
      Daha fazla numara yapmayalım, öldürdüğümüzü sandığımız vicdanımızın sesini istesek de bastıramıyoruz; susuşumuz ve boyun eğişimiz bir işe yaramayacak; parçalanan bedenlerin yürek burkan sesleri, tüm şiddetiyle zonklayacak ve rahatsız edecek sizi. Kapatıldığımız bodrum katından çıkamazsak çıldırmamız an meselesi.
      Paltodan çıkmayı başarmıştık oysa. Dostoyevski, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” demişti; peki kapatıldığımız bodrumdan çıkabilecek miyiz? Gogol’un, içinde dünyaları barındıran çok bakışlı, çok sesli karnavalesk paltosundan çıktıktan sonra, dünyayla ilişkimizin kesildiği ve sadece katledilenlerin çığlıklarını ve kalp atışlarını dinleyerek ölüme yattığımız bodrum katında kıstırıldık şimdi. Hep birlikte krala bakamadığımız takdirde, despotik bakışın katılaştırdığı bir kütlenin içinde sonsuza kadar boynumuz eğik donup kalacağız. Bir İngiliz deyişi, kedilerin krala bakabildiğini söylüyor. Kedidillerini pastalarınıza malzeme yapabilirsiniz, ama kedilerin bakışlarında evcilleştirilmeyecek çokluğun pırıltısı vardır her zaman. İçimizdeki çokluğu, çok bakışlı, çok sesli kedileri uyandırmanın vakti. Bir bakabilsek, doğrudan ve korkmadan, kralın içinin boş olduğunu göreceğiz. Çok bakışlı, çok sesli bir yeryüzü kedilerin bakışlarında gizlidir ve bu gize, bodrumdan çıkıp sırtımıza yeniden Gogol’un karnavalesk paltosunu geçirdiğimizde ulaşabiliriz ancak.