26 Mayıs 2017 Cuma

MODERN, KÖKLERİNE GERİ DÖNÜYOR: UR-MODERNİTE

Francis Bacon, "Etli Figür", 1954
Théodore Géricault, "El ve Ayak Çalışması", 1881-2

RAHMİ ÖĞDÜL
26.05.2017

Düş âleminde yaşıyoruz. Yuvamızı yitireli çok oldu ama hâlâ yuvamız varmış gibi davranıyoruz; kabuklarını yitiren keşiş yengeçleri gibi çırılçıplak yakalandık. Sadece sığındığımız hayallerimiz var, geçmişin hayalleri. Uzuvları kesilmiş bir bedenin, artık yerinde olmayan organlarını duyumsamasına benziyor bizimkisi. Hayalet uzuv sendromu. Eskinin tüm organları, kurumları, toplumsal bağları, değerleri kesilmiş ama biz sanki varmış gibi onları hareket ettirmeye, harekete geçirmeye çalışıyoruz. Tuhaf bir patoloji. Ve üstelik gözlerimize de hayal perdesi inmiş; geçmişe ait imgelerle hayal âlemlerine dalıyoruz. Bu patolojik duruma nostalji deniliyor. Modern travma olarak tıp ve toplum tarihine geçmiştir.

Alp Dağları’nda çobanların sığırları otlatırken boruyla çaldıkları geleneksel İsviçre ezgisi ‘Kuhreihen’, yurtlarından uzak, yabancı topraklardaki İsviçreli paralı askerleri can evinden vuruyor ve askerleri yoğun bir melankoliye sürüklüyordu: Sıla özlemi. Bu ezgiyi dinlediklerinde intihara kalkışanlar bile olmuş. Geçmişe, yitirilen yuvaya yönelik bu özlem duygusunu 1688’de İsviçreli hekim Johannes Hofer bir hastalık olarak tanılamıştı. Yunanca ‘nostos’ (yuvaya dönüş) ile ‘algos’ (acı, ıstırap) sözcüklerinden oluşturduğu ‘nostalji’ adını uygun gördü bu vaka için. Askerlerin nostaljiye yakalanmalarını önlemek için ‘Kuhreihen’ dinlemeleri yasaklandı.

Yeni bellek inşası!
İsviçreli askerlerin yaşadıkları erken modern deneyimdi; 17. yüzyıl, modernitenin su yüzüne çıktığı yüzyıl. Yerinden yurdundan edilmiş insanları modern tıp patolojikleştirmiş ve ardından tedavi yöntemi olarak sıla ezgisi dinlemelerini yasaklamıştı. Ve 20.yy’da Walter Benjamin de modern deneyimin daha şiddetlisini yine savaş üzerinden anlatmıştır, Birinci Dünya Savaşı: “Bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni.” Modern travmayı tedavi etmek için bu kez geçmiş, toplumsal bellek yok edilecekti.

Her ne kadar modern olana karşıt bir iktidar varmış gibi algılansa da, yaşadıklarımız modern olana dahildir. Savaş alanında yaşananları şimdi biz yaşıyoruz, hem de en şiddetlisinden: Yuvanın, belleğin ve değerlerin yitirilmesi, yerinden yurdundan edilme ve melankoli. Moderniteye tam alıştık derken bastığımız zemin birden altımızdan çekiliverdi ve çıplak gökyüzünün altında, şiddetli patlamaların ortasında kırılgan bedenlerimizle baş başa kalakaldık. Cennet anaların ayakları altındaydı; şimdi analarımız devletin ayakları altında cehennemi yaşıyor. Kutsal olan hızla süflileşirken, tanıdığımız peyzaj cehenneme dönüşüyor ve yitirdiklerimizin yasını bile tutamıyoruz. Yaşadığımız melankolidir, o kadar hızla değişiyor ki her şey, neyi yitirdiğimizi bile unuttuk.

Katı olan şimdi doğrudan buharlaşıyor
Başa döndük. Artık post-moderniteden değil, ‘ur-modernite’den söz edebiliriz ancak. Yani köklerine geri dönen moderniteden (Ur-: ‘en erken’, ‘orijinal’). Urlaşmak da diyebilirsiniz. Modernizmin meşhur sloganı “her yaratıcı hareket öncesinde bir yıkımla başlar”, şimdi sadece yıkımı yüceltiyor. Sistem yıkımla besleniyor. Modernitenin en yıkıcı ve orijinal hâli. Modernite tam gelenekselleşti derken, bir gelenek karşıtı hareket olarak şimdi köklerine, faşizme geri dönüyor. Gelenekselleşirken bireylere akıl bahşetmişti, şimdi kapitalizmin saf araçsal aklı dünyayı yönetsin diye, bahşedilen aklı geri alarak bireyleri tüm kazanımlarından yoksun, çırılçıplak bırakıyor. 1835’te Darwin’in Şili’de yaşadığı depremi iliklerimize dek hissediyoruz: “Kötü bir deprem en köklü kavramları altüst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı.” Daha da şiddetlisi. Katı olan her şey sıvılaşamadan, doğrudan buharlaşıyor. Ve biz hâlâ yuvamız ve organlarımız varmış gibi davranıyoruz. Düşten uyanmanın ve Brecht’e kulak vermenin zamanı: “Eski güzel günleri özlemeyi bırakın, yeni kötü zamanlarla başlayın işe.” Organlarımız yok şimdi ama bedenlerimiz var. O zaman direnişe “organsız beden”lerimizle başlamak zorundayız.

23 Mayıs 2017 Salı

ÖLMEYE DEĞİL, YAŞAMAYA YATMAK

Frida Kahlo, "Kökler", 1943

Nele Azevedo, "Minimum Monument", 2009

Asanga Amerasinghe
RAHMİ ÖĞDÜL
19.05.2017

Toplum buz kesilmiş. Bedenlerin sıcaklığı eksinin altında. Yüzeyde kalın bir buz tabakası, tenler donmuş. Egemenler tüm neşeli ritimleri, yaşam sevincini yüzeyde yakalayarak buz tabakasına gömüyor. Ve parlak yüzeyler görüyoruz her yerde, buzun parlaklığı. O kadar parlaklar ki gözümüzü alamıyoruz. Hiperrealist sanatçıların resmettikleri türden bir parlaklık var nesnelerin yüzeyinde. Nesneleri yansıtıcı bir yüzey olarak resmederek fotoğraftan daha gerçek yüzeyler yaratan tablolar, hatta gerçekten daha gerçek. Ve doğrudan birbirimizin yüzüne bakmak ve acılarımızı, sevinçlerimizi, duygularımızı paylaşmak, birbirimize dokunmak yerine, buzdan yansıyan görüntülerle dolayımlıyoruz ilişkilerimizi. Yüzeyde tüm tepkilerimiz, dışavurumlarımız, mimiklerimiz, jestlerimiz kaskatı ve soğuk; donmuş bir mekân ve zamanda buzdan kalıplar olarak poz vermekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Parlak yüzeyler buz pateni yapmaya yarıyor sadece. Tüketim toplumunun parlak yüzeyli nesneleri arasında kaydıkça nesneler arası ilişkileri yüceltirken, insani ilişkileri ayaklarımızın altına alıyoruz. Çünkü tüm insani ilişkiler ve yaşam paten yaptığımız buz zemine gömülmüştür.

Duygular da haliyle buz tabakasının altında yoğunlaşıyor. Buz kesilmiş ‘ben’in dışına çıktığınızda hissedebileceğiniz bir duygu yoğunluğu. Yüzeydeki ‘ben’ler kalıplardır, buzdan kalıplar. ‘Ben’ demeyi bıraktığınızda, duyguların doğaları gereği yoğunlaştıklarını ve birbirine karışıp alttan alta akmayı sürdürdüklerini duyumsayacaksınız; bir olaya hazırlanıyorlar; duyguları donduramazsınız. Duygular ve su; her ikisi de donmuş yüzeyin altında yaşamı saklar. Donmuş bir göle baktığınızda yaşam göremezsiniz önce; yaşam bir yoğunluk olarak şimdilik derine inmiş ve göl ölmeye değil, yaşamaya yatmıştır. Yaşam bir yoğunluk olarak derinlerde yavaşça devinirken, bu yavaşlık bir olayın hızını da biriktirir içinde. Yaşamın tamamen donmasını önleyen suyun yoğunlaşma özelliğidir, tıpkı duyguların yoğunlaşması gibi. Su, artı dört derecede en yoğun hâle gelir ve yoğunlaşan su dibe çöker; yüzey buz tutsa da derinlerde yaşam sürecek. Bedenler de öyle; jestlerimiz, dışavurumlarımız, mimiklerimiz kaskatı kesilse de yoğunlaşan duygular derinlerde yavaşça akarak neşenin, yaşam sevincinin sıcaklığını biriktirirler içlerinde.

Bir insan niye kalkışır açlık grevine, ölüm orucuna? Ölmeye değil tabi ki, yaşamaya ve yaşatmaya yatmıştır. Buz kesilmiş yüzeye rağmen yaşamı ve duyguları yoğunlaştırmak, yitirilmiş yaşamı duyumsatmak için. Tüm toplumsal bağları koparıldığında ve buz içinde yalıtıldığında bedeninizi yaşamaya yatırmaktan başka bir çözüm bulamayabilirsiniz; yaşamın kudretini bedeni eksilterek göstermek için. Bedenler klişelerle, ölü imgelerle doldurulmuş ve dondurulmuştur. Donmuş yüzeyde bir boşluk yaratmak gerekecek. Ve toplumsal bağları kesilerek güçsüz bırakılmış kırılgan bedenler, canları pahasına da olsa bu boşluğu yaratmaya kalkışabilirler, kendilerini eksilterek yaşamı görünür kılmak için. Yoksun bırakıldığımız toplumsal ve yaşamsal bağları çıplak yaşamlarıyla yeniden yaratmayı, bedenlerini bir yaşam aletine dönüştürmeyi amaçlamış olabilirler, yaşam sevincini bulaştırmak için. Bir çığlıktır bu! Duyguların yoğunluğuyla kudretlenmiş yüreklerin çığlığı. Ve bu çığlık, bir bıçak gibi buzu çatlatabilir.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yürek atışlarıyla sarsılıyor şimdi donmuş zemin, hissetmiyor musunuz? Buzdan saraylarınızda yaşarken, “Nereden çıktı?” bu yürek atışları diyebilirsiniz. Unuttunuz mu? Buz tutmuş bedenlerin altında yaşamaya yatmış kocaman yürekleriniz var. Yürekleri öldüremezsiniz. Edgar Allan Poe’nun ‘Geveze Yürek’ öyküsündeki gibi öldürdüğünüzü zannedip zemine gömseniz de yürek atmaya devam edecek. İşitmiyor musunuz? Duymamak için televizyonun sesini daha fazla açıyor, daha fazla gömülüyoruz gündelik uğraşlarımıza. Numara yapmayın. Öykünün kahramanı da gömdüğü yüreğin şiddetli vuruşlarına dayanamış ve sonunda itiraf etmişti: “‘Alçaklar’ diye bağırdım, ‘Daha fazla numara yapmayın! -Döşemeleri kaldırın! Burada! Burada!” Çıkaralım yüreklerimizi artık ve birbirimize gösterelim; bakın, o zaman nasıl da buzlar eriyecek!

13 Mayıs 2017 Cumartesi

HERHANGİ BİRİ: KİMLİKSİZLİĞİN İMKÂNLARI

Francis Bacon, "Bir Van Gogh Portresi Çalışması", 1957

Francis Bacon, "Bir Van Gogh Portresi Çalışması", 1957
RAHMİ ÖĞDÜL
12.05.2017

Niteliklerle donattığı formunu diğer formlardan ayırmaya ve özellikle de farklılaştırmaya çabalayan birini düşünün. Yani kendinizi. Nasıl da çabalıyoruz fark yaratabilmek için? Ve fark yaratmak için yüzeyimize nitelikler ekliyoruz durmadan. Bedenimiz nitelikler taşıyan bir dayanak gibi. Ve bedenimizin yüzeyine yeni nitelikler ekleyerek fark yaratmaya çabaladıkça tuhaf bir şekilde aynılaştığımızı da görüyoruz. Saç şeklimizle, giyim tarzımızla, derimizin altına enjekte ettirdiğimiz dolgularla, okuduğumuz kitaplarla, tükettiğimiz yiyeceklerle farkı yüzeyde kurmaya çalıştıkça bir sınıflandırma nesnesi olmaktan kaçamıyoruz ne yazık ki. Ve sadece şeklimize bakarak “Siz şu kümeye aitsiniz” diyebiliyorlar; farklı şekilde kurduğumuzu düşündüğümüz formumuz bizi ele veriyor ve enseleniyoruz. Rafların, klasörlerin, kümelerin içine hapsedildiğimizde artık birer sınıflandırma ve manipülasyon nesnesine dönüşmüşüz demektir. Ve süpermarket reyonlarının raflarında kendimize rastladığımızda şaşırmıyoruz. Raflardaki formlar biziz, bu formlarlarda buluyoruz kimliğimizi. Oysa şekil ya da form bir tuzaktır.

Peki, nasıl kurdular bu tuzağı? Aristoteles formu niteliklerin toplamı olarak tanımlıyordu. Nesnelerin nitelikleri vardır ve bu niteliklerin kimi özsel, kimisi arızidir. Özsel nitelikleri soyutlayarak bir nesneyi o nesne yapan ve diğerlerinden ayıran niteliklerini tek tek tespit ettiğimizde tikel nesnenin formuna ulaşıyoruz. Dolayısıyla her tikel nesnenin niteliklerinin toplamı olan bir formu var. Ve kendimizi bir formun içine sığdırabiliyoruz. Formlarımıza bakarak aramızda özdeşlikler kurduklarında kümelerin içinde topluyorlar bizi. Bu kadarla kalsa yine iyi; sonra da hiyerarşik sınıflandırma kulelerinin içine hapsediliyoruz. Tikel, bir tuğladır, tümel ise hiyerarşik bir kule. Tikellerle ördükleri sınıflandırmanın tümel kulelerinde tutuklu kalıyoruz. Kulenin tuğlalarından biriyiz, unutmayın. Hani, Pink Floyd’un seslendiği “duvardaki tuğlalardan biri”. Hapsedildiğimiz kulenin inşasına güle oynaya katılıyor, sonra da saçımızı uzatıp Rapunzel gibi kulenin dışına sarkıtıyoruz, biri gelip bizi kurtarsın diye.

Kendinizi hapsettiğiniz kuleden sizi kurtaracak birini boş yere beklemeyin, gelmeyecek. Tuğla olmayı kendi rızanızla kabul ettiniz çünkü ve şimdi yine kendi arzunuzla tuğla olmayı bıraktığınızda kuleden kurtulabilirsiniz ancak. Duvardaki yeri ve işlevi belirlenmiş tuğla olmaktan kurtulmak için sınıflandırmaya yarayan niteliklerden soyunmanız gerekecek önce. Buna niteliksizleşme de diyebilirsiniz. Hiçbir niteliğe sahip olmayan ve kimliklendirilemeyen ve her türlü sınıflandırmadan kaçan biri. Kimlikli form bir kimsedir, niteliksiz olan ise herhangi biri. Dolayısıyla birinden söz edebiliriz ama herhangi biri sıradanlığın kopkoyu zemininde kaybolmuştur, ayırt edemezsiniz. Bizler ayırt edilebilmek ve farklı olabilmek için kendimizi niteliklerle donattıkça kulede tutuklu kalanlarız. Ama herhangi biri, niteliklerinden sıyrılarak kuleden çoktan kaçmıştır, dışarıdadır artık.

“Herhangi, saf tekilliğin figürüdür. Herhangi tekilliğin kimliği yoktur” diyor Agamben, ‘Gelmekte Olan Ortaklık’da (Monokl). Ve herhangi biri ‘dışa açıklığı’yla, dışarıyla kurduğu ilişki nedeniyle herhangi biridir. Dışarı olmuştur, içeride mahrum kaldığımız tüm mümkün dünyalarla temas edendir. Dışarıyla temas edenin bir kimliği olmadığı gibi bir formu da yok. Bir ‘EKSTASİS’ (kendi dışına çıkma) hâli yaşamış olabilir ve kimlik/form hapishanesinden kaçmıştır. Oysa iktidar, kuleden tek bir çıkış yolu bırakmıştır: tıp jargonuyla ‘EXITUS’; yani ‘eks’, yani ölüm. Sadece öte dünyadan söz edenler, ölüm severler çok severler ölü tuğlaları. Ve faşizmin kuleleri ölü tuğlalarla örülmüştür. Duvardaki tuğlalardan biri olmak istemiyorsak ölü kabuğumuzdan, kimliğimizden kurtulmak gerekecek önce; taşmak, su olup akmak, yaşama karışmak, yaşam olmak. Dışarıda yaşam var. Herhangi biri, dışarıyla temas kurarak yaşamın tüm potansiyellerini bir anda kavrayan ve devindikçe formunu yitirendir. Ayırt edilemez ve ele geçmez; form içine kapatamazsınız; direngendir. Formsuzluğun imkânları…

5 Mayıs 2017 Cuma

DUVARDAKİ DELİKLER: BOŞLUK YARATICIDIR

Jean Genet, 'Un Chant D'Amour' (1950)

Wolf Huber 'Golgothalı Manzara' (1530)
RAHMİ ÖĞDÜL
05.05.2017

Boşluklar. Her yerde. Duvarlarda, tıka basa doldurulmuş mekânlarda ve zihinlerde; aralıklar, çatlaklar, delikler, gözenekler. Göremiyoruz ama. Tutsak alınmış bedenlerimizin gözlerine perde inmiş. Dokunmayı denesek? Boşluklar, bağırlarında çokluğu taşıyan dölyatakları; yeni doğumlara gebe. Her yeri tıka basa doldurmak, bir doğum kontrolü yöntemidir; boşlukları doldurarak doğacak ve doğmasıyla mevcut şeyler düzenini değiştirecek yeni yaşamı boğma girişimi. Taocu bilgelik boşluktan on bin varlığın, yani çokluğun çıktığını söylüyor.

Gözümüze perde inmiş, imge perdesi; bu perde önyargılarla, klişelerle, basmakalıp düşüncelerle o kadar kirli ki hiçbir şey göremiyoruz. Ama perdenin ötesinde yaratıcı boşluk var. Ancak bir sanatçı, görünmez olanı görünür kılarak boşluğu bir eylem alanına dönüştürebilir. “Ressamın beyaz bir yüzey karşısında olduğunu düşünmek hatadır” diye yazıyordu Deleuze, ‘Duyumsamanın Mantığı’nda. Boş bir tuvalin karşısında duran ressamın tuvali boş değildir; tıka basa klişelerle dolu, tıpkı zihni gibi. Ressamın işi yüzeyi doldurmak değil, aksine boşaltmaktır. O halde resim yapma süreci, basmakalıp imgeleri boşaltarak yeni imgelere gebe bir boşluk, bir eylem alanı yaratmaktır. Bir sanatçı gibi yaşamak; kamusal mekânı sınırlarla, duvarlarla, basmakalıp nesne ve düşüncelerle dolduranlara rağmen düşüncenin ve bedenlerin devineceği doğurgan boşluklar, eylem alanları açabilmek.

Sanatçı, önyargılarla, klişelerle, sınır ve duvarlarla tıka basa doldurulmuş algılarımızı boşaltmayı, düşünce ve bedenin devinebilmesi için boşluk yaratmayı bilendir. Yeni ilişkilerin, yeni kavramların, çokluğun bir arada, yan yana durabileceği doğurgan boşluklar. Ama boşluk korkutur; yeri ve işlevi sabitlenmiş nesnelerle tıka basa dolu bir mekânda bir nesne olmak güven verir insana. 'Horror vacui', yani boşluk korkusu, özgürleşme korkusudur. Düşünmek, düşünceyi ve bedeni devindirebilmek, karar vermek korkutur. Ve boşluk kaygı doludur. “Kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir” diyor Kierkegaard. Boşluğa baktığımızda başımızın dönmesi bu yüzden. Henüz yüzeye çıkmamış çokluğu içeren ve yeni ilişkilere, dünyalara gebe bir boşluk. Özgürlüğün, baş dönmesi.

‘Landscape and Western Art’ (Oxford) kitabında yazar Malcolm Andrews 16. yüzyıla ait bir resimdeki ön plandaki boşluğu yorumlarken, “İnsani eylemin başlamasını bekleyen boş bir sahne gibi” diyor. Resim, Wolf Huber’in 'Golgothalı Manzara' adlı suluboya resmi. Resme baktığımızda ön planda, henüz gerçekleşmemiş ve gerçekleşmesiyle birlikte tüm manzarayı değiştirecek bir olaya gebe boşluk gözünüze çarpar; baş döndürücüdür. Resmin adı İsa’nın çarmıha gerildiği Kudüs yakınlarındaki tepeye, Golgotha’ya gönderme yapsa da Andrews resmin bir tür olarak belirsizliğinden söz ediyor: Tamamlanmamış bir dini resim mi, topografik bir çizim mi yoksa hayali bir manzara mı olduğu belirsizdir. Ama arka plana, çok uzaklara yerleştirilen çarmıhları ve Kudüs kentini fark edince ön plandaki boşluğun anlamı birden değişecek. Boşluğu artık basmakalıp düşünceler, klişeler, önyargılar işgal etmiştir. Dölyatağı kısırlaştırılır ve ortaya çıkacak insani eylem doğmadan bastırılır. Ve kentin yaratıcı dölyataklarını, boşlukları, kamusal mekânları sınırlarla, bariyerle kapatıp tanımlı nesnelerle doldurmak da doğurgan olanı kısırlaştırmaktır. Yaratıcı eylem için boşlukları, çatlakları, duvarlardaki delikleri keşfetmek bize düşüyor.

Jean Genet’nin kısa filmi, "Un Chant D’Amour”u (Bir Aşk Şarkısı) sadece eşcinsellerin yaşadıkları baskılar üzerinden okursanız yanılırsınız. Film duvarlarla birbirinden yalıtılmış tutsak bedenlerin duvarda açtıkları delikler ve bu deliklerin içinden birbirlerine bağlanma çabası üzerinedir. Umut; duvara dokunma, çatlakları, delikleri keşfetme, genişletme ve bu boşluklarda toplumsallaşma sanatı. Her duvar bir açmaz, bir 'aporia' (gözenek-siz) olarak deneyimlenir önce. Dokunun, dokunduğunuzda mutlaka bir gözenek, bir delik, bedenleri birbirine bağlayacak bir boşluk keşfedeceksiniz. Birbirimize dokundukça genişleyecek boşluklar doğurgandır, yeni ilişkilere, insani eylemlere gebe. Başka bir dünya bu boşluklardan doğacak.