25 Haziran 2010 Cuma

TIP VE SANAT


RAHMİ ÖĞDÜL

24.HAZİRAN.2010

Body Worlds sergisinden geçen hafta söz etmiştim; biyo-politik iktidarın bir şovu olan bu sergide gözden kaçan bir ayrıntıya, sanat ile tıp arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum bu yazıda. Sergide yer alan bir posterde izlenimci sanatçılardan Claude Monet ve Edgar Degas’nın görme bozuklukları nedeniyle, izlenimci olarak adlandırılan ve akademik resimden tam bir kopuşa yol açan resimler ürettikleri, tıbbi gerekçelere dayandırılarak açıklanıyor. Tıbbın sanat ile ilişkisi yeni bir şey değil; bir norm koyucu ve bilme iktidarı olarak tıp hayatın her alanını düzene sokmaya, disipline etmeye çalışıyor. tıbbın hayata ve kültüre müdahalesi berbat örneklerle dolu. Özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında çok ünlü olan ve tıp eğitimi görmüş sanat eleştirmeni Max Nordau’nun da tıbbi bilgilerini sanata uygulayarak, dönemin sosyal Darwinci görüşleri bağlamında yapıtlar ürettiği, bu doğrultuda sanata ve sanatçıya çeki düzen vermeye çalıştığı biliniyor. Bu arada, Nordau’nun, ırkçı düşünceleriyle modern mimarlığı ve dolayısıyla modern hayatı etkilemiş olan Lombroso’nun öğrencisi olduğunu hatırlamakta da fayda var. Bu adamlar sadece bireylerin değil, tüm toplumların evrimsel aşamalardan geçtiğine inanıyorlardı. Bireyler ve türler için olduğu gibi kültürler için de sürüngen evreler vardı; kültürler de balık evresinden geçerek memeli evresine ve sonunda da tamamen insana, yani tam bir olgunluk evresine ulaşacaklardı. Bu esnada doğasında bulunan bir gerileme (atavistik bir özellik) nedeniyle birey, tür ya da toplum pekâlâ gerileyebilirdi. İşte Nordau da bu evrimsel gerilemeleri sanatçının bedeninde ve yapıtında tespit ederek, toplumsal soysuzlaşmanın önüne geçmeye çalışmıştı.

MODERNİZM BAŞLARKEN
İzlenimcilik batı sanatında önemli kırılma noktalarından biri; daha sonraki yeni gelişimlere kapı aralamıştı. İzlenimci ressam doğayı ve nesneleri başka türlü duyumsamış ve bu duyumsamayı tuvaline aktarırken yeni teknikler, yeni üsluplar geliştirmiştir. Kapalı stüdyolarında, bildik ilkelerle çalışan akademik ressamın kuralcı, çizgisel perspektife dayalı resminden kopan izlenimci ressam, tuvali açık havada gerçekleştirilen bir deney düzlemine çevirmiştir. Doğanın ortasında, açık havada çalışan izlenimci, tüm doğal kuvvetlerin bedeni üzerinde yarattığı anlık izlenimleri tuvale aktarırken yeni bir dil geliştirmiştir; bu dil, nesneye dışarıdan bakan, nesneyle kendisi arasında mesafe koyan bir dil değil, bilakis içeriden, kuvvetlerle birlikte iş gören, yaşamın içinden enlemesine geçen, yaşamla birlikte devinen bir dildir.

YENİ BİR GÖRME
Oysa, dönemin en çok sözü dinlenen sanat eleştirmeni Max Nordau (1849-1923) açısından izlenimci resimler soysuzlaşmanın örnekleriydi. Lombroso’nun ırkçı savlarını daha da ayrıntılandıran Nordau, ilgisini sanata ve sanatçılara yöneltmişti. Resimdeki yozlaşmanın başlıca sorumlusu olarak izlenimcilik akımını görüyordu. Özellikle izlenimci ressamlar bedenlerindeki atavistik karakterler yüzünden yoz resimler yapıyorlardı Nordau’ya göre; yoz bedene sahip sanatçılar, yozlaşmış bir hayatı tasvir ederek çoğaltıyor, yozlaşmanın toplum içinde yayılmasına katkıda bulunuyorlardı. Görme bozukluklarından mustarip olan izlenimciler doğayı tuvallerine bozarak aktarıyorlar ve bu görüntünün gerçek doğa tasviri olduğuna bizleri ikna etmeye çalışıyorlardı. Nordau izlenimci ressamlardaki bu göz hastalığını nistagmus (göz titremi) olarak teşhis etmişti; atavistik bir özellik olan bu görme bozukluğu nedeniyle dejenere sanatçı aslında doğanın görüngülerini titrek, kıpır kıpır, keskin hatlardan yoksun olarak algılıyordu. Nordau’ya göre bu durum Claude Monet ve Georges Seurat gibi izlenimci ressamlar için geçerliydi.

Max Nordau Budapeşte’de doğdu, Paris’te tıp okudu ve kitaplarını Almanca yazdı. Bugün hiç kimse onu bir sanat eleştirmeni olarak tanımasa da 1883’ten Birinci Dünya Savaşı’na dek süren dönemde gazeteci, düşünür, romancı, sosyal kuramcı ve öncü bir Siyonist olarak dünya çapında ün kazanmıştı. Bizde de Osmanlı aydınlarının pek çoğunu etkilediği biliniyor; Baha Tevfik ve Cemil Meriç Nordau’dan etkilenenler arasındadır. En önemli kitabı olan ‘Dejenerasyon/Soysuzlaşma’ (1892) Fransız yazınındaki Baudelaire, Verlaine, Mallarmé gibi dekadan olarak tanımladığı yazarlara ve onların İngiliz ve Alman müttefiklerine saldırmıştı. ‘Sanat ve Sanatçı Üzerine’ (1907) başlıklı kitabında ise dönemin sanatçılarına yönelttiği eleştirilerin yer aldığı denemelerini toplamıştı.

Nordau pek çok sanatçı ve entelektüelin başına bela olan soysuzlaştırıcı, dejenere edici bir hastalık daha keşfetmişti: Erotomani. Bu hastalık, beynin medulla oblongata denilen bölgesi ve omuriliğin kusurlu olması yüzünden gelişiyordu. Bu hastalıktan mustarip olanlar, aslında cinsellikle alakası bulunmayan her türlü görüntüye ve uyarana cinsel anlamlar yüklüyorlardı. Modern sanatta ve edebiyatta erotomaninin çok yaygın olduğu keşfediyor ve bu tür yapıtları ve onları üreten sanatçı ve edebiyatçıları soysuz olarak damgalıyordu. Örneğin Şair Paul Verlaine’nin hem fiziksel görünüşünde atavistik özellikler tespit ediyor ve hem de bu atavistik bedenin ürettiği ürünlerde bu yozlaşmanın semptomlarını keşfedebiliyordu. Keza heykeltıraş Auguste Rodin de erotomaninin esiriydi; evrimsel olarak atavistik özellikler taşıyan bedenler üretiyor ve bunlara cinsel anlamlar yüklüyordu, insan türünü geriletecek atavistik özellikler taşıyan bireyleri cinsel açıdan arzulanır hale getiriyordu.

Günümüzde de politik iktidarla içe içe geçen tıp, hayatın her alanını düzene sokucu ve disipline edici bir bilme iktidarı olarak bedene ve topluma normlar dayatıyor; toplumsal, cinsel, kültürel tercihleri icat ettiği semptomlarla hastalık haline getirdiğini biliyoruz; her türlü sapmayı bir hastalık olarak niteleyerek hayatın norm içinde tutulmasına büyük katkı sağlıyor. Ne var ki bu normlardan saptıkça, ana yoldan yürümek yerine ara yollara yöneldikçe, hayatın zenginleştiğini görüyoruz. Tıpkı izlenimciler gibi yeni bir görme biçimini ve yeni bir yaşamı norm içinde kalarak değil, normu ihlal ettikçe keşfedeceğimizi biliyoruz.

18 Haziran 2010 Cuma

BİYO-İKTİDARIN GÜCÜ: KADAVRA BEDENLER






RAHMİ ÖĞDÜL

17 Haziran 2010

Tıp bilimi iktidar uygulamalarıyla iç içe geçmiş, öldürme ve işkenceyle birlikte gelişmiştir ve günümüzde de iktidarın, tıbbi uygulamaları yaygınlaştırarak biyo-politikleştiğine tanıklık ediyoruz. Bu uygulamaların kökenlerini, Ortaçağlarda hükümdarların tebaaları üzerinde kullandığı öldürme hakkına dek izlemek mümkün.

Batı’da Ortaçağ’da infazlar halka açık bir seyirlik olarak icra ediliyordu. Yapılan duyurularda infazda hangi aletlerin kullanılacağı, kurbanın bedeninin kaç parçaya bölüneceği en ince ayrıntısına kadar belirtiliyordu. Amaç sadece suçluyu öldürmek değildi tabii, ibreti âlem olsun diye bedeninin parçalara ayrılması ve organlarının çıkarılmasıyla son buluyordu gösteriler. Genellikle ceza ile işlenen suç arasında bir bağlantı kuruluyordu bu gösterilerde. Öncelikle suçlunun suçu işlerken kullandığı uzuvları hedef alınıyor, ardından da bütün bedeni parçalanıyordu. Örneğin bir hırsızın önce elleri kesiliyor, hemen arkasından gözleri çıkarılıyordu. Bu gösteriler, toplumsal düzenin yeniden tesis edilmesini ve tehdit edilen otoritesinin hükümdara iade edilmesini sağladığı için en ince ayrıntısına dek tasarlanmış, rasyonel bir ritüel halinde icra edilmeliydi; hükümdar otoritesini bu gösteriler sayesinde kuruyordu.

CESET CERRAHIN ELLERİNDE
İktidarın, bilginin ve özellikle tıp biliminin kaynaştığını göstermesi açısından o dönemdeki uygulamalar ilginçtir. Cellatlar aynı zamanda tıp pratiği olan ve otopsi yapan insanlardı. Anatomi amacıyla yapılan teşrihlerde kullanılan kadavralar da bu infazlardan sağlanıyordu. İşkence gösterisi sırasında bedeni aşağılanan suçluyu ikinci bir cezalandırma bekliyordu ne yazık ki: bedenin anatomi masasında parçalara ayrılması. En çok da suçluları tedirgin eden şey, öldükten sonra bedenlerinin parçalara ayrılmasıydı; kurbanın ailesi ve arkadaşları bu uygulamaya karşı çıkarlar, cesedi cerrahın ellerine teslim etmek istemezlerdi. O zamanlar anatomik teşrihler bireyler üzerinde bir caydırma işlevi de görüyordu gerçekten; öldükten sonra cesedin parçalara ayrılması, kutsallığını yitirip bir nesneye dönüşmesi, infaz edilen kişinin insanlıktan çıkarılıp şeytanlaştırılmasının nihai safhası olarak görülüyordu.

Öldürme hükmünü veren iktidar, bu hükmü yerine getiren cellât ve cesedi neşteriyle parçalayan cerrah, cezalandırıcı sistemin ayrılmaz parçalarını oluşturuyor. William Hogarth’ın (1697-1764) ‘Zalimliğin Bedeli’ adlı gravürü, tek bir kişi halinde birleştirilen hükümdar ve cerrahı, iktidar simgesi olan bir tahtta otururken tasvir ediyordu; anatomi masasındaki cesede uygulanan teşrihin cezalandırıcı özellik taşıdığı apaçık şekilde gösteriliyor bu gravürde. Teşrih, halka açık ikinci bir işkence gösterisine dönüşüyor. Bu gösterilerde bilim ve şehvet iç içe geçiyordu, bedenin örtülü kısımlarının açılması bir tür erotik haz da yaşatıyordu insanlara.

Anatomik amaçlarla parçalanan bedenin aynı zamanda cezalandırılan bir beden olduğunu anlıyoruz. Bunu ilk anatomi bilginlerinden olan Andreas Vesalius’un (1514-1564) ‘De humani corporis fabrica’ (insan bedeninin işleyişi üzerine) başlıklı anatomi kitabında yer alan illüstrasyonlarda da görmek mümkün. İskeletler ve derisi yüzülmüş kadavralar anlatısal bir çerçeve içinde sunuluyor bu kitapta. Darağacından henüz indirilmiş, boynunda hala ip taşıyan kadavranın anatomik çizimi doğrudan doğruya politik göndermeler taşıyor. Anatomi bilimi ve tıbbın politika, devlet iktidarı ve işkenceyle olan bağlantısını görselleştiriyor.

Tıbbın, hem bedeni ve nüfusu, hem de organizmayı ve biyolojik süreçleri konu alan ve böylece disipline edici ve düzene sokucu unsurlara sahip bir bilme-iktidarı olduğunu söylüyordu Michel Foucault. Günümüzde artık tamamen biyo-politikleşen iktidar, bedenler ve bir tür olarak insan nüfusu üzerinde kapsamlı bir denetim kuruyor. Tıpkı ortaçağlarda halka açık, işkenceyi andıran anatomi gösterilerinde olduğu gibi, günümüzde de televizyondaki sağlık programları aracılığıyla kendini büyük bir gösteriye dönüştürüyor, bu gösteriler sayesinde durmadan iktidarını pekiştirip yaygınlaştırıyor.

MIŞ GİBİ YAPAN KADAVRALAR
Biyo-politik iktidarın büyük şovlarından biri olan Gunther von Hagens’in ‘Body Worlds’ sergisi sonunda İstanbul’a geldi. Kadavra heykeller 17 Aralık 2010’a kadar Karaköy Antrepo 3’de sergilenecek. İnsan bedeni ve tüm yaşam döngüsü üzerinde kurulan biyo-iktidarı görselleştiren örneklerle dolu sergi. Andreas Versalius ve Govard Bidloo (1649-1713) geleneğini izleyen Huygens, plastinasyon yöntemiyle sonsuza dek dondurduğu kadavraları anlatısal bir çerçeveye yerleştirerek (satranç oynayan, ata binen, jimnastik yapan kadavralar), biyo-iktidarın sadece yaşam değil, ölüm üzerindeki nihai zaferini ilan ediyor. Sergi duvarlarında yer alan sağlıklı yaşam ideolojisi posterleriyle, hayatın bütünü üzerinde kurduğu disipline edici, düzene sokucu iktidarını neşrediyor. Lakin bu serginin önemli bir yararının olduğunu düşünüyorum: düşünmeyen ama düşünür gibi yapan, eylemeyen ama eyler gibi yapan kadavralar dünyasında yaşadığımızı hatırlatıyor bize.

10 Haziran 2010 Perşembe

MODERN MİMARLIK VE KRİMİNOLOJİ



RAHMİ ÖĞDÜL

10.HAZİRAN.2010

Modern mimarlık ile kriminoloji arasında kurucu bir suç ortaklığı var. Her ikisi de kendi düsturlarını insan bedenine yönelik sosyal-Darvinci yaklaşımlardan yola çıkarak oluşturmuşlardı. Modern mimarlılığın kurucu babası sayılan mimar Adolf Loos’un meşhur “Süs ve Suç” (1908) başlıklı makalesindeki argümanlar, suçlular üzerine çalışan İtalyan antropolog Cesare Lombroso’nun (1835-1909) ırkçı savlarına dayanıyor.

19. yüzyılda dönemin sosyal-Darvinci anlayışları, kültürler, topluluklar arasında evrimsel gelişime göre hiyerarşik yapılar kuruyordu. Modern Avrupa evrimsel gelişim şemasında en üstte yer alırken, barbarlar, vahşiler olarak tanımlanan yerli halklar ise evrimsel gelişimin daha aşağı bir evresini temsil ediyorlardı. Yerlilerin kendi bedenlerini, ürettikleri araç gereçleri çeşitli dekoratif öğelerle süslemeleri bir ilkellik belirtisi olarak tanımlanıyordu beyaz Avrupalılar arasında. Dolayısıyla önce süs ile ilkellik arasında bağlantı kuruldu. İlkellerin kendi bedenlerini süslemeye, bedenlerine dövmeler yapmaya yönelik karşı konulmaz bir arzuları vardı. Daha sonra bu süslenme tutkusu modern toplumdaki yoz bireylerin teşhis edilmesinde kullanıldı. Süslenmeye yönelik arzuarından dolayı kadınların, evrimsel gelişimin erken bir evresinde takılı kalmış yoz kişiler oldukları sonucuna vardılar.

SUÇLULAR ATAVİZMİ BEDENLERİNDE SERGİLİYOR
Batılılar yerli bedenlerindeki süslemeleri keşfedince batıda dövme yaygınlaştı. Antropolog Lombroso İtalya hapishanelerinde yaptığı araştırmalarda suçluların bedenlerine dövme yaptırdıkları gözlemledi. İlkellik ve yozlaşmanın bir göstergesi sayılan dövmeye bir üçüncü özellik daha ekledi Lombroso: suçluluk. Suçlular, yoz kişiler ve ilkeller bedenlerine dövmeler yaptırıyordu. Modern toplumda bedenine ve gündelik kullanım nesnelerine süslemeler yapmak bir suçluluk belirtisine dönüştü. Evrimsel olarak ortadan kalkması gereken bir özelliğin yeniden nüksetmesi olarak bakılıyordu süse. Suçlular bu atavizmin tüm özelliklerini bedenlerinde sergiliyorlardı.

Lombroso sadece suçluların bedenleriyle ilgilenmekle kalmadı; araştırmasını suçluların kültürünü kapsayacak şekilde genişletti. Bedenin dış özelliklerinden mizacı, karakteri tayin etmeye yarayan sözde bilim fizyognomiyi, bedenin protezlerine, yani gündelik kullanım nesnelerine doğru yayarak, bir bakıma kültürün fizyognomisini kurdu; fizyognominin sınırları maddi kültürü de içerecek şekilde genişletti. Suçlular aşırı bir tutkuyla duvarlara, ranza tahtalarına, kitap kenarlarına, ilaç ambalajlarına ve hatta talim alanındaki oynak kumlara, düşünce ve duygularını yansıtacak çizimler yapıyor ve yazılar yazıyorlardı. Suçluların bu önüne geçemedikleri çizme arzusuna grafomani adı verildi. Suçlularda görülen bu piktografik aşırılık onlardaki atavizmden kaynaklanıyordu; bu atavizmden dolayı suçlular, ilkellere özgü hiyeroglifsel ve sembolik tarzda iletişim kurmak zorunda kalıyorlardı. Bedeni süslemek ya da gündelik nesnelerin üzerine çizimler yapmak ilkellerin, yozlaşmış kişilerin ve suçluların bir özelliğine dönüşmüş oldu böylelikle.

Aynı yaklaşımları modern mimar Loos’un yazılarında da görüyoruz. Her türlü süsten arınmış, işlevsel mimariyi savunan Loos, Lombroso’nun mantığını izliyordu: “Dövme yaptıran modern bir kişi ya suçludur ya da yoz biridir. Suçluların yüzde sekseninin dövmeli olduğu hapishaneler var. Hapishanenin dışındaki dövmeli kişiler ise ya gizli suçlulardır ya da yozlaşmış aristokratlardır.” Loos, içsel arzusundan dolayı duvarlara erotik semboller çizen modern kişinin bir suçlu ya da yoz biri olduğunu aynı mantıkla saptıyordu. Lombroso gibi Loos da bu işaretleri evrimsel gelişimin göstergesi olarak görüyordu: “Bir ülkenin kültürel gelişimi, tuvalet duvarlarındaki grafiti miktarıyla ölçülebilir. Çocuklarda ve ilkellerde bu arzu anlaşılabilirdi, fakat “Papualılarda ve çocuklarda doğal olan bu şey, modern insanda yozlaşmanın bir göstergesidir.”

İNSAN EVRİMSEL GELİŞİMİNİ TEKRAR EDER
Loos’un, modern mimarlığın düsturu haline gelen “kültürün evrimi, gündelik kullanım nesnelerinden süslemenin atılmasıyla eşanlamlıdır” saptaması, Lombroso’nun da sarıldığı, dönemin sosyal-Darvinci anlayışlarına dayanıyordu. Loos “Süs ve Suç” makalesine, Ernst von Haeckel’in ünlü biyogenetik yasasıyla başlar: “ontogeni (varlık-oluş), filogeniyi (tür-oluşu) özetler.” Bir embriyonun gelişim evrelerinin, kendi türüne özgü evrimsel gelişime uyduğunu ileri sürmüştü Haeckel. Loos, bu ilkeyi kısaca şöyle özetliyordu makalesinde: “Ana rahmindeki bir insan embriyosu, hayvan krallığının geçirmiş olduğu tüm gelişim evrelerinden geçer. Ve bir insan doğduğunda onun duyu izlenimleri, yeni doğmuş bir köpeğinkine benzer. Çocuklukta, insanlığın gelişim evrelerine tekabül eden tüm değişimleri geçirir. İki yaşında bir Papualının, dördünde bir Cermen kabile insanının, altısında Sokrates’in, yedisinde ise Voltaire’in gözleriyle görür.” Kısacası bir insan ana rahminden başlayarak kendi türünün geçirdiği evrimsel gelişimleri tekrar eder ve sonunda yetişkin bir modern insan olur. Dolayısıyla modern olmak, ilkellikle, yozlaşmışlıkla ve suçlulukla özdeşleştirilen süsten kurtulmakla eşanlamlı hale gelmişti.

Kitleler için süsten arınmış, işlevsel yapılar tasarlayan modern mimarlık ile sosyal-Darvinci anlayışlarla kurulmuş kriminoloji arasında hiç de dolaylı olmayan bağı, modern mimar Adolf Loos ile kriminolog Cesare Lombroso arasındaki ilişki üzerinden kolaylıkla kurabiliyoruz. Kriminolojinin insan bedeni üzerinde kurduğu denetimi modern mimarlık, bedenin kabuğuna dönüşen konuta taşımıştır.

3 Haziran 2010 Perşembe

İSTANBUL’UN HALLERİ: PALİMPSEST, TRANSİT-TOPOS, BEKLEME ODASI VE YOLCULAR


RAHMİ ÖĞDÜL

3 Haziran 2010

Bir oluş olarak insanın halden hale girdiğini vurgulamak için olsa gerek, insanın bin bir türlü hali vardır, derler. Kentlerin de bin bir türlü hali, bin bir türlü yüzü var. Bütünü tam olarak ele geçirmek hiçbir zaman mümkün olamayacağına göre bu yüzlerden ya da hallerden birini ya da birkaçını soyutlayarak bütüne dair bir anlayış, kavrayış kurmaya çalışıyoruz. Herkes kendi meşrebince soyutlamaya çalışıyor kentleri. Kimi, bir imaj kent peşinde; sadece parlak, pürüzsüz yüzeyleri ön plana çıkararak soyutlamalara girişiyor. Kimi, kentin sadece bir ya da birkaç niteliğini soyutlayarak kente yaklaşıyor. Kimi, kentsel mekânın ayrışmaların, eşitsizliklerin, gerilimlerin mekânı olduğunu gösteren pürüzlü işler yapıyor. Bir bütünü soyutlamanın sonsuz yolu olduğunu, her soyutlamanın sadece ve sadece o bütüne dair salt bir yaklaşım olduğunun farkına varmak önemli.

Aristotelesçi soyutlamayla iş görenler örneğin, soyutlanacak şeyin sadece özüne ait, yani özsel nitelikleri üzerinde yoğunlaşırken, özsel olmayan, gelip geçici, arızi niteliklerini göz ardı etme yolunu tutuyorlar. Oysa kentler, hele de modern olanları Aristotelesçi bir soyutlamayla kavranamayacak kadar karmaşık bir yapı sergiliyor. Katı olan her şeyin buharlaştığı modern bir kentte özsel olanın sürekli olarak arızi nitelikler tarafından bertaraf edildiğini görüyoruz her gün. Kentin soyutlama yoluyla yansıtılacak tek bir özünün olmadığını, sürekli değişen bin bir yüzünün olduğunu keşfediyoruz.

KENTE İÇERİDEN BAKMAK
Kente bakmak, Baudelaire’in 1846’da heykele dair söylediklerini andırıyor çokça: “Aynı anda çok fazla sayıda cephe sergiler. Heykeltıraş boşu boşuna eserini tek bir görüş açısından yapmaya uğraşır; figürün çevresinde dolaşan izleyici, yüz farklı bakış açısı seçebilir ve kimi zaman beklenmedik bir ışık değişimi, bir lambadan gelen etki sanatçının hiç düşünmediği bir güzelliğin kapısını aralayabilir.” Elbette kent bir heykel gibi sadece dışarıdan, çevresinde dolaşarak kavranacak ya da haritadan okunacak bir bütün değil. Kent içine girilecek, kıvrımlarında dolaşılacak, her an yeni keşiflere açık bir yapıt olarak önümüzde seriliyor. Sadece gözlerimizi değil, tüm duyu organlarımızı seferber ettikçe kent kendini bize açık ediyor.

İstanbul, kendine farklı kavramlarla, farklı soyutlamalarla bakan sanatçıların yapıtlarına ev sahipliği yapıyor bugünlerde. Fotoğraf sanatçısı Laleper Aytek Fransız Kültür’de açtığı ‘Palimpsest-İstanbul’ fotoğraf sergisinde kente bir palimpsest olarak bakma yolunu seçmişti. Orta Çağlarda kâğıt kıtlığından dolayı eski papirüslerdeki yazıların silinip yerine yenilerinin yazılmasıyla ortaya çıkan üst üste bindirilmiş metinler ve aralarındaki ilişkiyi anlatan palimpsest kavramıyla, İstanbul’un çok katmanlı kültürünü ve bu katmanlar arasındaki ilişkileri fotoğraflarla gösteriyordu.

Akbank Sanat’ta 3 Temmuz’a kadar açık kalacak olan Ali Akay’ın küratörlüğü yaptığı ‘(İstanbul)Transit-Topos’ sergisinde ise kent bir geçiş mekânı olarak kendini hissettiriyor sadece. Serginin başlığından da anlaşılacağı gibi kent paranteze alınmış; yani bir anlamda İstanbul sergiden ‘soyutlanmış’. Sergide yer alan sanatçıların yapıtlarında İstanbul yok aslında. Claude Closky, Brice Dellsperger, Wang Du, Laurent Grasso, Seza Peker ve Nasan Tur açısından İstanbul, sadece yapıtlarının sergilendiği bir sergi mekânı olarak boy gösteriyor.

İstanbul’da yaşayan Finlandiyalı sanatçı Juhani Tuominen, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 5 Haziran’a kadar sürecek ‘Bekleme Odaları’ sergisinde İstanbul’un türbelerini ve mezarlarını kendi soyut resim anlayışına uygun olarak, boya ve çeşitli malzemelerle yaptığı kolajlarla tuvaline taşımış. Sanatçı sergi kataloğunda “bekleyiş, zamanın koridorlarında asılıdır; değişimi yeni bir gün de getirebilir, yeni bir yıl da, onyıl veya yüzyıl da” diye belirtiyor. İstanbul’un tinsel ortamını yeni bir şeylere gebe bir bekleme odası olarak kavramlaştırdığını söyleyebiliriz.

Güncel sanatçı Esra Ersen’in ‘Yolcular’ başlıklı video enstalasyonu, İstanbul’un çeperlerinde yaşayan insanların denize ulaşmak için çıktıkları bir halk otobüsü yolculuğunu anlatıyor. İstanbul’un yaratılmak istenen imajından uzak mekânlardan geçerek sonunda Kabataş’ta denize ulaşıyorlar. İçinden geçilen, yolculuk sırasında kendini başka türlü ifşa eden bir yol olarak İstanbul’la karşılaşıyoruz. Sergi, 20 Haziran’a kadar, YK Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

KENT İMAJLARA SIĞMIYOR
İstanbul gibi bir kenti tek bir bakışla kavramak, kavramsallaştırmak mümkün değil. Kent çoklu görünümleriyle bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Modern heykelin önemli temsilcilerinden Romen heykeltıraş Constantin Brancusi (1876-1957), Baudelaire’in sözünü ettiği heykelin çok yüzlülüğünün yarattığı şaşkınlığı gidermek için olsa gerek, heykellerini kendi çektiği fotoğraflarla, kendi seçtiği açılardan gösterme yolunu seçmişti. Brancusi’nin bu kaygısını iktidarların yarattığı kent imajlarında da görmek mümkün; kendi bakış açılarından kente bakmamızı talep ediyorlar bizden (bkz Avrupa kültür başkenti olarak İstanbul). Oysa kent, sakinlerinin sonsuz deneyimleriyle durmadan çoğaltıyor kendini, imajlara sığmıyor.