27 Eylül 2012 Perşembe

ATAŞLA KISTIRILMAK




RAHMİ ÖĞDÜL

27.09.2012

Ataş, heykeli dikilesi bir devlet adamıdır, nitekim Norveçliler 1989’da başkentleri Oslo’ya yedi metre boyunda heykelini dikmişlerdir. Kökeni tartışmalı olsa da Norveçliler ataşı kendilerinin icat ettiği konusunda ısrarlıdırlar. Norveçli Johann Vaaler yirminci yüzyılın tam başında, 1900 yılında ataş tasarımının patentini almıştı.

Ataş salt bir büro nesnesi olmanın çok ötesinde anlam taşır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilere karşı direnen Norveçliler milli birlik ve dayanışmanın göstergesi olarak yakalarına ataş takıyorlardı. Savaş sonrasında Amerikan askeri istihbarat örgütü Nazi Almanya’sından bilimcileri yakalayıp ABD’ye getirmek ve ıslah etmek amacıyla Ataş Operasyonu (Operation Paperclip) başlığı altında bir program devreye sokmuştu. Dediğim gibi, ataş yüzyılın başında dağınıklığı gidermek, birlik ve beraberlik ruhunu canlandırmak için icat edilmiş bürokratik bir devlet adamıdır. Ayrı ayrı duran ve kaosa yol açabilecek öğeleri yakalarından tuttuğu gibi tomarlar halinde kıstırarak anlamlı bütünlükler yaratır.

Her evde ve büroda bulunan, notları, sayfaları, dosyaları ve elbette zihinleri bir arada tutmaya yarayan, çok basit olsa da dönemin zihinsel yapısını yansıtması açısından vazgeçilmez ve mutlaka yaratılması gereken bir icat olduğunu görüyoruz ataşın.  Tıpkı Japon kâğıt katlama sanatında olduğu gibi bir tel parçasının katlanmasından oluşmuş. İcat edildiği andan itibaren şeylerin ayrık durmalarına ve aralarında kendiliğinden ilişki kurmalarına izin vermiyor. Toplumsal kolajın hiç hesapta olmayan yatay bağlantılarından hiç haz etmez. Tutturduğu şeyler arasında tutarlılık arar; ‘ya/ya da’cıdır; ya bu tomara girecektir parça ya da bir diğerine. ‘Ya sev ya da terket’çi davranışın izlerini görürüz ataşın işlevinde. Yakaladığı, kıstırdığı şeyleri tutarlı cümleler haline dönüştürür, kekelemeye tahammülü yoktur; hele ki ‘VE’lerle kekelemeye.

Fransızca attache sözcüğünden dilimize geçen bu sözcük halk arasında çoğu kez ataç olarak da söylenir ve ister istemez eleştirmen, denemeci, şair Nurullah Ataç’ı akla getirir. Sadece isim benzerliği olsa yine iyi, VE’lere karşı tutumunda da ataşvari bir tavrı vardır Nurullah Ataç’ın: “Türkçede, konuşma Türkçesinde, VE’den bir kaçınma, bir tiksinme var. Oysaki yazılara dolduruyorlar VE’yi, onsuz olmazmış, anlaşılmazmış ne dediğimiz, daha bir takım lakırdılar. VE’yi konuşurken gerekli bulmadığımıza göre, atabildiğimize göre, yazı dilinden de atabiliriz! İşlerine gelmez, onun yazıya bir kibarlık, derinlik verdiğini sanıyorlar, boncuk diye kullanıyorlar onu. Nazar boncuğu yahut katır boncuğu…” (Günce 1953-1955, YKY).  Ataç haklı, VE’ler boncuk diye kullanılıyor, daha doğrusu VE’ler araya girerek her şeyi boncuklaştırıyor, bir boncuk dizisi gibi yan yana geliyor şeyler: 've Türkler ve Kürtler ve Araplar ve …' diyebiliyoruz örneğin.  ‘Ya/ya da’cı ataşın aksine, birbirini dışlayan, diklemesine hiyerarşik, totaliter bütünlükler kurmak yerine, her zaman ortada, arada yer alacak şekilde düzenliyor VE şeyleri.  Deleuze ve Guattari’nin vurguladıkları gibi, dır/dur ile biten cümlelerin ontolojik tutarlılığını çökerterek boncuklar arasında yeni ilişkilere yol açıyor, dili sonsuz bir varyasyon içine sokuyor. Artık şeylerin ne başı ne de sonu vardır, VE bağlacı sayesinde bir içkinlik düzleminde şeyler yan yana gelerek, tıpkı müzikte olduğu gibi kontrpuansal bağlantılar kurabilirler aralarında.

Devletçi zihinler VE’leri pek sevmezler o yüzden; VE kekelemeye yol açarak dilin bütünlüğünü bozacak, ataçla tutturulmuş tomarı darmadağın edecektir çünkü. Dildeki iktidar ilişkilerinin tam da kekelemeye başladığımız an çırılçıplak görünür olması ve bizi doğru yola sevk etmesi de manidar. Konuşurken, dilin dağılıp gideceğini, kekeleyeceğimizi hissettiğimiz an, nedense bir efendi giriyor hemen devreye. 'Efendime söyleyeyim' diye bir zaman kazanma sözü var bizde. Tam da gramerin bozulacağı an.  Dilin görünmez efendisi çizgisellikten, doğru yoldan çıkıp ara yollara sapmamızı, dallanıp budaklanmamızı engelliyor, dilin yasalarını hatırlatıyor bize. Sadece konuşma dilinde değil, sanat, kültür, politika üzerine yazarken de dilin görünmez efendisinin ataşvari kıstırmalarına maruz kalıyoruz.

‘Ya/ya da’cı ataşın bizi ikili karşıtlıkların kutuplarından birine kıstırmasından VE’lerle kurtulduğumuzda, aynı anda hem bu hem de şu olabileceğimiz yeni bir deney alanı açılacak önümüzde.

 

20 Eylül 2012 Perşembe

YANMALI AMA NASIL?

RAHMİ ÖĞDÜL

20.09.2012

“Sen yanmasan/Biz yanmasak/Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.” Nazım Hikmet

Beden ile mekân arasındaki ilişkiyi düşünmeye başladığımızda sınır kavramı geliyor hemen akla. Heidegger de kariyerin son döneminde heykeltıraşlar Ernst Barlach, Bernard Heiliger ve Eduardo Chillida’nın yapıtları üzerinden heykeli düşünmeyi başladığında, sınır kavramını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştı. Bize dünyada olmanın ne anlama geldiğini öğretiyordu heykel. Bu dünyada olmak daima bir ışıma mekânının içine girmek demekti Heidegger’e göre. O halde sınır bir şeyin sonunu değil, aksine başlangıcını oluşturuyor. Bedenler ışıyarak şeyler arasındaki mesafeleri kapatıyor, bağlantılar kuruyor ve etkin şekilde kendi mekânlarını yaratıyorlar. Kendi sınırları içine kapanmış kederli varlıklar olmak yerine, sürekli dışarıya doğru taşarak kendi mekânını kuran neşeli oluşlara dönüştürüyor bu sınır kavramı bizi.

Varlığın yanması gerekiyor ışıması için. Herakleitos her şeyin ateşten yaratıldığını söylediğinde şeylerin sürekli yanarak bir oluş hali yaşadığını vurguluyordu. Ateşten varlıklar olarak sürekli yanıyoruz aslında. O halde yanmak önemli değil, asıl nasıl yandığımıza bakmalı. İki türlü yanmaktan söz ediliyor. Yıldızlar başka türlü, ağaçlar başka türlü yanıyor. Odun kendi sınırından başlayarak içeriye doğru yanarken, yıldız ise tam tersi, içeriden dışarıya doğru yanıyor, sürekli dışarı taşıyor. Odunun ateşi dışarıdan küllerle kaplanarak, gerçekleşmemiş arzular olarak için için yanmayı sürdürüyor. Işıyarak, dışarı taşarak kendi mekânını genişletmek yerine, giderek içine kapanıyor, büzüşüyor. Erklenmek yerine, erksizliğe mahkûm ediyor kendini; hınç, nefret biriktiriyor içinde ve sonunda kederli varlıklara dönüştürüyor bu ateş bize.

Hep dışarıya taşarak, iktidarın norm olarak bize dayattığı sınırları ihlal edendir yıldız. Odun ateşi gibi içine kapanarak büzüşmek yerine, sürekli dışarıya taşarak, başka yıldızlarla birlikte kendi mekanını genişletir. Dışarı doğru yandıkça, ışıdıkça mekanlar açılır önünde. Gerçekleşmemiş arzularını içinde küllemiş kor gibi taşımak yerine dokunduğu her şeyi ışıyan bir yıldıza dönüştürür. Arzularını başkalarına bulaştırarak iktidarın çok sevdiği kederli varlıkları bile neşeli oluşlara çevirir. Yıldız sürekli eylem halindedir. Yıldızın sınırı, kendi eyleminin sınırıdır, bu sınır dinamiktir, sürekli hareket halindedir. Yıldızın kudreti veya eyleminin sınırı dışında başka hiçbir sınırı yoktur. Yıldız bir biçim değil, kudrettir.

Işıyarak kendi mekânlarımızı oluşturan kudretli varlıklar olmak, iktidarın işine gelmiyor. Hep norm dayatıyor çünkü. Toplumsal mekânın, kültürel yaşamın örgütlenmesinde hep çitlerle çevrili kalıplar çıkarıyor karşımıza. Odun ateşi gibi için için yanarak kalıplara kendimizi uydurmamızı istiyor bizden, oysa yıldız gibi yanarak, bağlantılar kurarak kudretimizin gittiği yere kadar örgütleyebiliriz kendi yaşam alanlarımızı.

Tek merkezli iktidar kendi imgesine göre kurmak istiyor bedenleri; içindeki tek merkezin etrafında küllerle kaplı bir sınırdan oluşmuş bireyler yaratmaya çabalıyor. İçimizde tek merkez değil, bir çokluk barındığımızı kendi deneyimlerimizden biliyoruz oysa. İktidarın istediği kendi içine kapanmış kederli varlıklar değil de dans eden yıldızlara, kudretli ve neşeli varlıklara dönüşmek için bu çokluğun yüzeye çıkması gerekiyor. Ne diyordu Nietzsche, Böyle buyurdu Zerdüşt’ün önsözünde: “Dans eden yıldız doğurmak için içinizde kaos taşımalısınız.”

13 Eylül 2012 Perşembe

İKLİM DEĞİŞİR DEVRİM OLUR



RAHMİ ÖĞDÜL

13.09.2012

Doğanın bir aktör olarak toplumsal olaylara müdahil olduğu nedense aklımızın ucundan geçmez. Tarihi insanların kendi iradeleriyle yaptığına dair oldukça belirlenimci bir anlayışa sahibiz. Her şeyin aklın süzgecinden geçirilerek tasarlandığını sanıyoruz, insan aklının ve gücünün yetmediği yerde yaratılışçıların akıllı tasarımı giriyor devreye. Oysa doğa irrasyonel olarak göz ardı ettiğimiz müdahalelerle toplumsal olayları tetikliyor, hızlandırıp yavaşlatabiliyor, yönünü değiştirebiliyor. Fransız volkan bilimciler 1789 Fransız Devrimi’nin üstelik çok uzaklardaki bir doğa olayından etkilendiğini, doğanın bir aktör olarak bu büyük toplumsal olayı tetiklediğinden söz ediyorlar. Feodal düzenin yıkılmasında doğanın payını unutmayalım.

İklim değişir, devrim olur gibi basit bir sonuca varmak istemiyorum ama toplumsal olayların biçimlenmesinde rol oynayan önemli aktörlerden biridir doğa. Kemal Burkay’ın şiirindeki gibi “İklim değişir Akdeniz olur”, kim bilir? Doğanın bir aktör olarak Fransız Devrimi’ne büyük katkısı olduğunu söylüyor volkan bilimciler. Kaos kuramının meşhur kelebek etkisiyle örneklediğine benzer bir olay gerçekleşiyor devrimin çok öncesinde. Bu kez yine dünyanın öteki ucunda bir kelebek kanat çırpıyor, bayağı gümbürtülü bir kanat çırpışı, yanardağlar patlıyor. 1783 yılında Japonya’nın merkezindeki Asama Dağı ve İzlanda’nın güneyindeki Laki Dağı faaliyete geçiyor ve bu iki volkan, binlerce kilometrelik uzaklığa ve altı yıllık bir araya rağmen 1789’daki Fransız Devrimini tetikliyor. Volkanik patlamalar atmosfere çok büyük miktarda kükürtlü kül karışmasına ve böylece kısmen de olsa güneş ışınlarının Dünya’ya ulaşmasını engelleyerek iklimin geçici olarak soğumasına yol açıyor.

Jean Starobinski Özgürlüğün İcadı adlı kitabının ‘Don’ başlıklı bölümünde 1788-89 kışının çok soğuk geçtiğinden söz ediyor (Çev. Haydun Bayrı, Metis): “Venedik’teki lagün donmuştu: karşıdan karşıya yürüyerek geçiliyordu. Paris’te ise buzlar Seine Nehrini tıkamıştı.” Fransa’da bir önceki yaz ürün kıt olmuş, sert geçen 1789 kışında halk acı çekmekte, endişe içinde kıvranmaktadır. Taşrada çıkan isyanlar yağmalamalara sahne olmuştur.

1789 yılında doğanın altüst oluşu ile toplumsal tarihin alt üst oluşu arasında bir çakışma yaşanıyor. Dolu, fırtına ve don doğal bir afetten çok daha fazla şey ifade ediyordu. Kurumların çöküşü, halkın sefaleti doğa düzleminde kendini dışa vuruyor, doğa salt bir dekor olmaktan çıkıyor, toplumsal olayları tetikleyen bir aktör olarak tarihte yerini alıyordu. İlkbaharla birlikte evrensel bir yenilenme umudu yeşeriyordu zihinlerde.

Resimlerinde insani anlatıların merkeze yerleştirildiğini, doğanın ise bu merkezi konunun bir dekoru, eklentisi, aksesuarı olarak kıyıda yer aldığından söz etmiştim eski yazıların birinde. İnsani anlatılar ana metni (ergon) oluştururken, doğa bir dip not (parergon) olarak görünmez kılınıyor. Oysa 1789 devriminde, tasvirlerde dip-notlaştırılarak görünmez kılınan doğanın tüm toplumsal sahneyi kapladığını görüyoruz. Sadece fiziki doğanın değil, bastırılmış insan doğasının da ana metni işgal ettiğini ve toplumsal bir dönüşüme yol açtığına tanıklık ediyoruz. Bir dip not olarak görünmezleştirilen yoksul halk kitleleri devrim sırasında ana metne dönüşüveriyorlar.

1789 ile 1794 tarihleri arasında yoksul halk kitlelerinin şenlikli ayaklanmaları zirveye ulaşıyor. Bastırılmış olan, bir volkan gibi patlıyor. 1789’da Versailles Sarayı’na yürüyen, davul çalan bir kız çocuğunun başını çektiği ve çoğunluğu kadınlardan oluşan kalabalık geri dönerken, sokakları bir şenliğe dönüştürmüştü örneğin. Sokaklarda dans eden, devrim şarkıları söyleyen, yiyip içen halk devrimi bir karnavala dönüştürürken, açığa çıkan enerji toplumu ayrıştıran kalın duvarları yerle bir ediyordu. Paris’in geçirdiği dönüşümlerin ressamı Hubert Robert, 1789 Salon’unda sergilenen ‘Bastille’in Yıkılışı’ tablosunda dip notların nasıl da bir yüzey dalgasına dönüşebildiği tasvir eder.

Arazi sanatçısı Walter De Maria 1960’da “Ben doğal afetleri seviyorum” diye yazıyordu, “bence doğal afetlere yönelik bakış açımız yanlıştır. Gazeteler bunların hep kötü olduğunu yazar. Yazık!” Doğa, yabani bir at gibi, tahakküm kurmaya çalışan binicisini atmaya çalışıyor üzerinden. Bastırılmış olan dip akıntıları yüzey dalgasına dönüştüğünde hep birlikte yeniden icat edeceğiz özgürlüğü.

10 Eylül 2012 Pazartesi

VULTURE CULTURE: AKBABA KÜLTÜRÜ

RAHMİ ÖĞDÜL

06.09.2012

İnsani özellikleri, toplumsal olanı doğanın unsurlarına yansıtıyoruz. Bunun acısını en fazla çeken akbabalardır her halde. Batılı dillerinin çoğunda akbaba (vulture) açgözlü, yağmacı insan anlamlarını da taşıyor. Moonspell’in Vulture Culture şarkısı ya da Alan Parsons Project grubunun yine aynı başlığı taşıyan albümleri günümüzün yağmacı kültürünü tanımlarken akbabaya yüklenen bu anlamlardan besleniyorlar. Red Kid gibi çizgi romanlarda ve Western filmlerinde akbabalar ölüme yazgılı çaresiz insanların başında dönüp duran leş yiyicileri, cenaze levazımatçısıyla birlikte çalışan ölüm habercileri olarak betimleniyor. Akbabanın Üç Günü adlı gerilim filminde ‘Akbaba’ kod adlı bir CIA ajanı bürodaki tüm arkadaşlarını katlediyor. Popüler kültürde doğaya yüklenen bu anlamlar, asıl yağmacının bizzat ekonomik sistem olduğunu gizlemeye yarıyor belki de.

‘Akbaba Lokantası’ adıyla basında yer bulan bir proje dolayısıyla Açık Radyo’daki programıma konuk aldığım, projeyi üstlenen Ornitofoto Kuş ve Yaban Hayat Fotoğrafçıları Derneği’nden Burak Doğansoysal ile ülkemizde yaşayan akbabalar hakkında konuşma fırsatı yakaladım. Ekosistem açısından akbabaların vazgeçilemez, yerleri doldurulamaz rolleri olduğunu, popüler kültürde çizilen akbaba resminin aksine akbabanın ölümle değil, yeryüzündeki yaşamla özdeşleşmesi gerektiği konusunda konuştuk. Habitatları uygarlık tarafından yıkılan diğer canlılar gibi akbabaların da sayıları yeryüzünde giderek azalıyor. Bolu Dörtdivan'da akbabaların düzenli ve sağlıklı beslenebilmeleri için geliştirilen bu proje profesyonel ve amatör doğa fotoğrafçıları açısından kamuflajlı fotoğraf çekme alanı da sağlıyor.

Akbabalara ve doğaya yüklenen siyasal anlamların içinde yaşadığımız toplumdan kaynaklandığını, evrene ve doğaya dair tahayyülümüzün siyasal olanın yansıması olduğunu antik Yunan’dan biliyoruz. Eşitlikçi bir doğa tasviri çizen M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış filozof Anaksimandros, kendi kozmos anlayışını eşitlikçi şehir modeline, yani polis’e göre yapılandırmıştı oysa. Demokratik sitenin ortaya çıkışıyla birlikte eşitlik ilkesi (isonomia) toplumsal pratiklere yansımış; aynı şekilde doğaya ilişkin fikirler alanında da Zeus’un temsil ettiği monarşi terk edilmiş, yerine isonomia geçirilmişti. Bu kozmolojik anlayış demokratik polis’in mekânsal düzenini andırıyordu adeta. Demokratik polis’te merkezde yer alan agora’nın etrafını çevreleyen çok sayıdaki hane halkı çatışan farklı çıkarların çözümünü agora’da gerçekleştiriyorlardı ve dolayısıyla eşit unsurlar arasındaki mücadeleden bir düzen çıkarıyordu ortaya.

 Anaksimandros’un evreni, her şeye gücü yeten bir tanrı tarafından yukarıdan örgütlenmiş bir kozmos değildi, aksine evren, onu oluşturan eşit unsurların dengeleyici işbirliğiyle içsel olarak denetlenen, kendi kendisini düzenleyen doğal sistemdi. Anaksimandros’un evreni ile Zeus’un düzenleyip hükmettiği kozmos arasında açık bir karşıtlık görüyoruz. Anaksimandros dünyanın herhangi bir temel biriminin veya parçasının bir diğerine hükmettiği fikrini reddeder; ona göre dünyayı karakterize eden özellik eşitlik ve dengedir.

Anaksimandros daha kozmolojik başlangıçtan itibaren herhangi bir ontolojik unsurun diğerini meydana getirme veya yönetme ihtimalini dışarda bırakmıştır. Evren ne sudan ne de asli olduğu söylenen başka herhangi bir tözden oluşur. Gökleri ve onun içindeki dünyaları meydana getiren “farklı, sınırsız bir doğadan (aperion) doğmuştur. Sonsuz olandan ayrışarak farklılaşan asli bileşenler, örneğin sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru gibi ikili karşıtlardır. Bu asli bileşenler birbirleriyle çatışmalı bir karşıtlık içinde bulurlar. Bununla birlikte eşit olmaları nedeniyle hiçbiri diğerine baskın çıkmaz. Daha çok birbirlerinin haksız istilalarını dengelerler ve mevcut şeyler düzeni de böyle bir süreçte oluşur (bkz Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması, bgst Yayınları).

Ülkemizde yaşayan dört akbaba türünün diğer kuşlarla ve canlılarla birlikte, tıpkı Anaksimandros’un eşit unsurların dengeleyici işbirliğinden oluşan, kendi kendini düzenleyen kozmosunda olduğu gibi, çözüm yolları bulduklarını öğrendim. Doğadaki leşin yerini ilk önce kuzgunlar buluyor, ardından kara akbaba denilen, güçlü gagalı tür bir cerrah gibi leşte delikler açıyor. Popüler kültürde en çok görülen kel kafalı, uzun boyunlu kızıl akbaba bu deliklerden içeriye kafasını sokarak, leşin iç organlarını tüketiyor. Küçük akbaba denilen tür leşin etrafındaki küçük kırıntılarla besleniyor. Sakallı akbabalar ise geriye kalan kemikleri tüketiyorlar.

Doğa demokratik bir polis gibi çalışıyor, doğanın eşit unsurları, çatışan çıkarlara birlikte çözüm yolları buluyorlar. Doğanın yıkımının, Zeus’un çizgisini takip eden günümüzün monarşik doğa anlayışından kaynaklandığını unutmayalım.

2 Eylül 2012 Pazar

AH BU KIRMIZI BOLŞEVİK GÖZLERİ...!

RAHMİ ÖĞDÜL

30.08.2012

Küresel veri akışlarında biçimlenmiş özneler olarak gündelik yaşamın neredeyse her anının gözetlendiği bir toplumda yaşıyoruz. Sürekli gözetlenen, denetlenen, tasnif edilen dijital verilerden başka neyiz ki? Her yeni dijital teknolojiyle birlikte daha fazla gömülüyoruz bu küresel veri akışlarının içine.

Panoptikonu bile özler olduk. Küçük hücrelerinde gözetim altında tutulan özneler en azından kendi içsel yaşamlarını, düşüncelerini geliştirebiliyorlardı. Panoptikonun kulesinden tüm hareketlerini gözleyen iktidar karşısında bireyler kendilerine ait küçük odalarında direniş imkânları üzerinde kafa patlatabiliyorlardı hiç değilse. Ne güzel günlerdi! Oysa kimliklerin bilgisayar tarafından yapılandırıldığı süper-panoptikon çağında kendimize ait küçük odalarımızın da artık bir işe yaramadığını görüyoruz. İnternete taşıdığımız küçük odalarımızı küresel veri akışlarının içine yerleştirerek düşündüğümüz, duyumsadığımız her şeyi bir dijital veri olarak iktidarın kullanımına sunuyoruz. Modern gözetlemenin panoptikonu özneleri sabit kimlikleri üzerinden ayırt edebiliyordu ancak, oysa post-modern zamanların süper-panoptikonu kimliklerin çoğalıp dağılmasına izin veriyor ve dijital ortamda dağılmış olan bu çoklu kimlikleri yeniden birleştirerek tüm direniş imkânlarını önceden kestirebiliyor.

John Carpenter’in 1982 tarihli The Thing (Şey) adlı filmini hatırlayalım: Amerika’nın Antarktik bölgesinde araştırmalar yapan doktor, bir yaratık keşfeder. ‘Şey’in kendine özgü bağımsız bir biçimi yoktur; hücreleri, yanından geçen her hangi bir şeyin hücresini yakalamakta, bu hücreleri taklit ederek anında karşılaştığı şeye dönüşmektedir. Keşif gezisinin üyelerinden birine, bir köpeğe ya da bambaşka bir şeye dönüştüğünü görürüz filmde Şey’in. Sürekli dönüşüm ve metamorfoz geçiren biçimsiz bir kitleyle karşılaşırız. Doktor bu muammayı bir bilgisayar programı yardımıyla çözer. Sürekli biçim ve kimlik değiştiren bireyler çağında süper-panoptikonun dijital ortamı bu biçimsiz kitlenin gizlerini çözmeye yarıyor. Bir e-iktidar çağında biçimsiz bir kitle dijital verilere indirgenerek biçimlendirilebiliyor. e-devletler var artık karşımızda.

e-Devlet’i devlet kendi sitesinde şöyle tanımlıyor:” vatandaşlara devlet tarafından verilen hizmetlerin elektronik ortamda sunulması demektir. Bu sayede, devlet hizmetlerinin vatandaşa en kolay ve en etkin yoldan, kaliteli, hızlı, kesintisiz ve güvenli bir şekilde ulaştırılması hedeflenmektedir. Bürokratik ve klasik devlet kavramının yerini almaya başlayan e-devlet anlayışı ile, her kurumun ve her bireyin bilgi ve iletişim teknolojileri ile devlet kurumlarına ve kurumlarca sunulan hizmetlere kolayca erişmesi hedeflenmektedir.” Çok masumane, tamamen bizim yararımıza bir hizmet; devlet vatandaşlarını düşünüyor.

Elektronik ortamdaki kendimize ait küçük odalarda tartıştığımız ‘tehlikeli’ konulardan sonra kapımıza dayanan ailemizin polisine ne demeli? Sağdan soldan duyuyorum, çocukları bir internet sitesinde ateizm konusunda yazışmış ve çok geçmeden mahalle karakolundan gelen polisler dayanmışlar kapıya, ebeveynleri uyarmak için. Her hareketimizin, her düşüncemizin izlendiği Orwell’in cehenneminde yaşıyoruz adeta. The Rage Against Machine grubunun vokalisti Zack de la Rocha’nın ‘Voice of the Voiceless (Sessizlerin Sesi)’ parçasındaki haykırışı kulaklarımda: “Ve Orwell’in cehennemi, terör çağı gerçek oldu/ Fakat bu küçük birader de izliyor sizi.”

Küresel veri akışlarından oluşan Orwell’in cehenneminden kaçmak için küçük biraderler de Büyük Biraderi izliyor şimdi. ‘Bir Avuç Saçma’ başlığı altında kitaplaştırılan kroniğinde Refik Halid Karay siyah göz bebekleriyle kırmızı gelinciklerden söz ediyordu : “Gelincikler etrafı tarassut eden (gözetleyen) gözler gibidir; bizim onlara baktığımızdan ziyade sanki onlar bizi seyreder. Bebekleri iri, simsiyahtır. Ah bu kırmızı Bolşevik gözleri…!”