26 Haziran 2015 Cuma

YAZ AŞKLARI VE GEZİ AŞIKLARI


RAHMİ ÖĞDÜL
26.06.2013
Aşk bağlantı kurmanın yeğinleşmiş, yoğunlaşmış halidir. Sadece bedenleri değil, yaşanılan zamanı ve mekânı da yoğunlaştırır. Marcel Proust ne güzel tanımlamış aşkı: “Aşk duyarlı hale getirilmiş zaman ve mekândır.” Mekânın ve zamanın tüm kuvvetleri, bedenlerin kuvvetleriyle birlikte çalışarak bir mucize gerçekleştirirler: Yoğunlaşmış arzu akışlarıyla bedenler arasında yeni bağlantıların kurulması. Aşklar birbirine benzemez ama. Yaz aşkları vardır, bir de Gezi aşkları. İkisi arasında dağlar kadar fark vardır. Yaz aşklarında mekân bir dekor işlevi görür sadece. İki beden arasındaki bağlantının gerçekleştiği sabit bir dekor olarak mekân. Bu dekor genelikle bir sayfiye yeridir. Yaz aşkları yere ve zamana özgüdür, adı üstünde mevsimlik. Başka yer ve zamana taşınmaları zordur. Âşıklar tekrar bir araya geldiklerinde o yerin ve zamanın büyüsünü yakalayamazlar. Gezi aşkları ise direnişin aşkıdır, zamanı ve mekânı aşan, aşındıran aşk. Sabit bir dekor yoktur artık ve zaman hep ileriye akan o çizgisel özelliğini yitirmiş ve yoğunlaşmıştır. Geziyle birlikte her yerin aşk olduğunu öğrendik ve her yerin direniş; daha doğrusu aşkın bir direniş olduğunu. İktidarın kompartımanlara ayırıp mekânsallaştırdığı zamanın ve mekânın duvarları yıkılmış, yeni bağlantılar icat edilmiştir. Aşk hiç olmadığı kadar zaman ve mekânın içinde yayılarak bağlantı kurulacak yeni arzu nesneleri keşfetmiştir.
KOLEKTİF BİR AŞK
Robert Doisneau’nun Life Magazine için 1950’de çektiği ve Paris’in ikonu haline gelen öpüşen sevgililerin görüntüsü yaz aşklarına örnektir. Aşkı ancak Paris’te, sabit bir dekorun önünde yaşayabilirsiniz mesajı verilir size, kent aşkın bir dekoru haline gelmiştir. Kendi üzerlerine kapanmış aşıklar, bir de dekor olarak mekânın ve zamanın içine hapsolmuşlardır. Gezi ise direndiğiniz her yerde yaşabileyeceğiniz türden bir aşktır. Çokluğu ayrıştıran duvarların yıkıldığı ve aralarında yeni bağlantıların icat edildiği, mekânın ve zamanın duyarlı hâle geldiği bir aşktır. Mekânın, zamanın ve bedenlerin kuvvet akışlarıyla birbirlerini biçimlendirdiği aşk. Gezi’de bedenler bir yıldız gibi içeriden dışarı doğru yanarak kendi mekân ve zamanlarını yaratırlar ve yaratılan bu zaman ve mekânı, yaz aşklarında olduğu gibi kendi üzerlerine kapanmış bireysel aşklar değil, olabildiğince duyarlı hâle gelmiş tüm bedenlerin birbirine bağlandığı kolektif bir aşk işgal etmiştir. Artık bedenleri zaman ve mekândan ayırt etmek imkânsızdır.
İktidarın bireyler arası ilişkileri düzenlediği baskıcı anlayışını kırdığınız her yer aşka ve direnişe dönüşecektir. Aşk iki birey arasında özelleşmiş bir ilişki olmaktan çıkar. Bireyler, devletçi anlayışın sınıflandırabileceği tikeller olmayı bırakmış tekillikler haline gelmişlerdir. Deleuze'ün tanımıyla tekillikler: “Dönüm ve bükülme noktalarıdır; ergime, yoğunlaşma ve kaynama noktaları; gözyaşı ve neşe, hastalık ve sağlık, umut ve kaygı noktaları, duyarlı noktalardır.” Duyarlı hale gelen toplumsal bedende aşk artık iki birey arasında vuku bulan bir olay değildir; duyumsayan bedenlerin birbirine bağlandığı toplumsal bir orji halini almıştır; binlerce bedenin birbirine bağlanarak, birlikte yanarak kendi mekân ve zamanlarını yarattığı bir orji. Gezi bir orjidir.
Gezi’nin en güzel karelerinden biri. Alev alev yanan bir barikatın arkasında el ele tutuşmuş bir çift; kolektif aşkın görsel hâli. Aşkın yaşamdan koparmadığının, bedenleri birbirleri üzerine kapatmadığının, aksine zamanda ve mekânda yepyeni duyarlılıklar yarattığının görsel kanıtı. Kentin sabit dekoru yıkılmış, yerini yanan bedenlerin tutuşturdukları ışıyan mekân almıştır. Bedenleri ayrıştıran duvarların çöktüğü bu ânı William Blake dile getirmişti: “Bir kum tanesinde dünyayı görmek... Ve tutmak sonsuzluğu avucunuzun içinde.” Herkesin kum tanesine dönüştüğü ve birbirinde sonsuzluğu yakaladığı o müthiş duyarlılık; Gezi’nin aşk hali.

18 Haziran 2015 Perşembe

YUMURTAYI KIRMADAN OLMAZ

Salvador Dali

Vladimir Kush
RAHMİ ÖĞDÜL

19.06.2015

Sınır: Ölüm ile yaşamı, umutsuzluk ile umudu ayıran çizgi. Güneydoğu’da sınırı aşmaya çalışanları izlerken öfkeliydik ve çaresiz. Yaşamımızda hep sınırlar olagelmiştir; aşılması gereken eşikler. Ama bu sınırlar Batıda, merkezde çok nadir olarak ölüm ile yaşamı ayırır. Merkezin aşırı düzeninden kıyılara doğru, düzenin yerini muğlaklığa ve kaosa bıraktığı sınır bölgelerine doğru hareket ettikçe çizgi aşmanın yaşamsallığına tanık olduğumuz bir çağda yaşıyoruz.

YAŞAMLAR ARASI GEÇİŞ 
Bizim sınırlarımız ise daha çok üslupla ilişkilidir; bir yaşam tarzından başka bir yaşam tarzına geçişle. Kişisel gelişim kitapları okurlarını, bu sınırları nasıl aşacakları hakkında yeterince bilgilendiriyor ve bir sınırı kolaylıkla geçip kendinize bir üslup edinebiliyorsunuz. Evlerinizi ve bedenlerinizi kendi tarzınızı yansıtan nesnelerle, düşüncelerle, tavırlarla donattığınızda bir üslubunuz vardır artık. “Bu tarz benim” türü yarışmalar, üslup ve zevk sahibi insanlar için hazırlanmış tasarımların sergilendiği dergilerdeki fotoğraflar nasıl da kışkırtıyor bizi. Farklı olmak için didinip duruyoruz. Gelgelelim tam da fark yarattığını düşündüğümüz anda modanın, gelip geçiciliğin sınıflanabilir kategorileri içinde buluveriyoruz kendimizi. Fark yaratalım derken, farksızlığın dibini boyluyoruz. Üslubu süsle, teknik bir meseleyle karıştırıyoruz çünkü.
Marcel Proust, bizim süslemeye dayalı üslup arayışımızı boşa çıkaracaktır oysa: “Üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir; teknik meselesi bile değildir, üslup -tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir… Başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır. Bir sanatçının bize sunduğu haz, bize bir evren daha tanıtmasıdır” (Edebiyat ve Sanat Yazıları, YKY). Bir sanatçı gibi başkalarının göremediği bir evreni açığa çıkaran biri ancak üslup sahibidir ya da olabilir pekâlâ. Yaşamlarını bir sanat yapıtına dönüştürenler becerecektir bunu. Foucault, yaşamlarımızı bir sanat yapıtına dönüştürmenin mümkün olabileceğini söylüyor: “Benim dikkatimi çeken, toplumumuzda sanatın, kişileri ve hayatı değil de, yalnızca nesneleri kapsayan bir şey oluşu… Ama niye her birimiz kendi hayatından bir sanat yapıtı çıkarmasın ortaya? Neden şu lamba, bu ev bir sanat nesnesi olsun da, benim hayatım olmasın?” Mevcut şeylerin yerleşik düzeni içinde bize yeni bir evreni, başka bir dünyayı gösteren kişi, tıpkı sanatçının yaptığı gibi hem kendi yaşamında hem başkalarının yaşamında bir farkındalık yaratacak ve yaşamları bir sanat yapıtına dönüştürecektir. Bu farkındalık bir farkın ortaya çıkışıdır, niteliktir, “bakışın bir niteliği”. Mevcut şeylerle üzeri örtülmüş yeni bir evreni kavrayan ve yaşamımızı değiştiren farklı bir bakış.
SAHTE DEKORLAR YIKILACAK
Bakışımızın değiştiği ân, kabuğun kırıldığı, yeni bir evreni görebildiğimiz/gösterebildiğimiz veyaşamımızı bir sanat yapıtına dönüştüreceğimiz ândır. Stoacılar felsefeyi yumurtaya benzetmişlerdi: Yumurtanın kabuğu mantığa, beyazı ahlaka ve sarısı da fiziğe, yani doğaya denk geliyor. Bir üsluba yumurtanın kabuğu üzerindeki süslemelerle değil, kabuğun kırıldığı ve kabuğun altındaki doğamızla, tekil olanla irtibata geçtiğimizde sahip olabiliriz ancak. Mantığı kırmadan, kudretimizi engelleyen ahlakı aşmadan, doğanın kuvvetlerini ele geçiremeyiz. Ve yumurtanın sarısına ulaşan, tekil olanla temas kuran kişi bir üsluba sahip olabilir ancak ve bu kişi bize yeni bir evreni gösterendir ya da en azından mevcut ilişkilerin dışında başka ilişkilerin de olabileceğini. Böyle bir kişi, kapitalizmin zihinlerini kilitlediği ve başka dünyalara kör olmuş insanlar arasında bir felaket gibi dolaşacaktır. Her konuştuğunda, her dokunduğunda kafamızın içinde, bedenimizde rüzgârlar estirecektir. Ve bu rüzgârlar kasırgaya dönüştüklerinde kapitalizmin sahte dekorlarının birer birer yıkıldığını göreceğiz.

    11 Haziran 2015 Perşembe

    DJ FELAKETİM OLURDU: SEKS CUMHURİYETİ



    RAHMİ ÖĞDÜL

    12.06.2015

    Felaketleri çok seviyorum. Çünkü ne zaman bir felaket olsa kapitalist otoyolların tıkandığını, kapitalizmin çizgisel, ilişkisiz, yalıtılmış ortamlarının kırıldığını ve yerine ilişkisel bir mahallenin kurulduğunu görüyoruz. Deprem sonrası ya da Gezi Direnişi sırasında yaşananlara bakın. İster doğal felaket olsun isterse toplumsal; her ikisinde de birbirimizle hiç olmadığı kadar yakınlaştığımızı ve aramızda yeni bağlar icat ettiğimizi fark ediyoruz. İlle de bir felaketi niye bekliyoruz peki? Neden bir felaket gibi yaşamıyoruz?

    İktidarın bize olağanmış gibi dayattığı yaşam biçiminin aslında bir felaket olduğunu anladığımızda ve felaketmiş gibi sunulanı olağanlaştırdığımızda değişecek her şey. İlişkisiz kent ortamları içine hapsedilmiş bireylerin doğaya ve topluma yabancılaştığı bir durumu olağan olarak kabul ettirmek, ciddi bir ideolojik çalışmayı gerektirir. Ve kapitalizm bunu başarmış, tüm zihinleri kendi otoyoluna kilitlemiştir. Çizgiselliğin hız otoyolunda gaz pedalımıza sonuna kadar basan iktidarın zorlamasıyla çılgın gibi hız yapıyoruz ve bizden istenen sadece direksiyonu kırmadan, şerit ihlali yapmadan taşıtlaşmış bedenlerimizi sürmektir. Yolun sonunda dipsiz bir uçurum var oysa; dünyayla birlikte içine düşeceğimiz bir uçurum. Bundan daha büyük felaket olur mu?
    HIZ TUTSAKLIĞI 
    Peki, bize felaket olarak sunulan nedir? Doğanın ya da insan doğasının, kendisine dayatılan çizgiselliği ve katılığı kırmasıdır. Kapitalizmin hız otoyollarını parçalaması ve şeritlere hapsedilmiş hız tutsaklarını kurtarmasıdır. Doğayla ve aramızda yeni bağlar kurmamızdır. Doğanın dilinden kopup kentin çizgisel dili içine hapsoldukça bu dili kıran doğayı felaket olarak adlandırıyoruz. Ve her seferinde kentin çizgisel dilini kıran doğa bizi kekelemek zorunda bırakıyor. Kekeledikçe dilimiz doğanın akışına daha çok yaklaşıyor ve birbirimizi daha iyi anlıyoruz. Ne çok kekelemiştik Gezi’de; tüm duvar yazılarında iktidarın söylemini ne de çok kekeletmiştik.
    Bir turntable setinin başındaki DJ gibi mesela. Hep aynı şeyleri tekrarlayan bir plağı “scratching”lerle kekeleten bir DJ’in ustalığı. İktidar, doğanın dilini hiçe sayarak yarattığı dili durmadan yinelerken bizi yapay bir ortamın süs bitkilerine/hayvanlarına dönüştürüyor. Ya da sahibinin sesini tekrarlayan plaklara. Doğa, usta bir DJ gibi iktidarın çizgisel otoyollarını, dil şeritlerini kırıyor; kürsüdeki hamasi seçim konuşmasında hız yaparken, birden ara yollara sapıyor ve seks cumhuriyetinden bahsederken buluyoruz kendimizi: “Seks, cumhuriyetten bahsediyor. Cumhuriyetin her vilayetine gitti mi?” Doğa, doğruyu söyler ve söyletir her zaman; seks, cumhuriyetten bahseder gerçekten de. Arzu akışlarının dalgalar halinde yayıldığı ve tüm bedenlerin birbirine bağlandığı bir cumhuriyet. Evet, seks iktidara rağmen, yeryüzünün ve bedenin her vilayetine gider. Georges Bataille da dünyanın bir seks cumhuriyeti olduğunu ilan etmiştir: “Dönme ve cinsel hareket iki temel devinimdir; bunların birleşimi lokomotifin teker ve pistonlarında dışa vurulur. Bu iki devinim karşılıklı olarak birbirine dönüşür ve dünyayı döndüren şey, üzerindeki cinsel edimlerin çokluğudur ya da dünyanın kendi etrafında dönmesi, cinsel birleşmenin pistonlarını çalıştıran şeydir.”
    USTA DJ DOĞA 
    Kentlerin, bedenlerin, dilin çizgiselliğini kıran, sahibinin sesini tekrarlayan plakları kekeleten usta bir DJ’dir doğa. Felaket kapitalizmin çizgilerini her kırdığında, seks cumhuriyetinde yeni evlilikler icat ederek birbirimizi ve doğayı yeniden keşfediyoruz. Sonra doğanın katı ve çizgisel olanı hiç sevmediğini hemen unutuyor ve doğaya rağmen kenti düz çizgilerle, dik açılarla katılaştıran Le Corbusier’ye inanıyoruz: “İnsan dosdoğru yürür, çünkü bir hedefi vardır... Eşek zikzak çizer.” Oysa eşeklerden öğreneceğimiz ne çok şey var. Bir felaket gibi yaşamak, doğanın eğri ve zikzaklı yollarından geçiyor.

      5 Haziran 2015 Cuma

      BİR YER AMA NERESİ? KENTİN VE DOĞANIN RİTİMLERİ

      İsmet Değirmenci / "bir yerde"

      İsmet Değirmenci / "kayıp manzara"

      İsmet Değirmenci / "yürüyüş günlükleri"
      RAHMİ ÖĞDÜL
      05.06.2015
      Çizgisel ve döngüsel ritimler; kulakların değil, gözlerin dinleyeceği türden. Ama bir süre sonra bu görsel müzik içinize de işleyecek, kentin ve doğanın ritimleriyle titreşime geçeceksiniz. Yinelenen örüntülerden oluşan İsmet Değirmenci’nin resimleri size önce otoyolda hız yaptırıyor, ardından doğanın içindeki döngülerin yavaşlığını duyumsatıyor. Bir yanda yalıtılmışlığın, diğer yanda ilişkiselliğin ritmi. Böceklerin, kuşların, rüzgârın kontrpuanlarla birbirlerine bağlanan ritmik, döngüsel seslerinin yanı başında bağlantısızlığın ve yalıtılmışlığın otoyolunda hız yapanların motor sesleri, vınlamanın sesi. Doğal ritmimiz olan nabzımızın yavaşladığı ve hızlandığı anlar.
      Göz bu; yapıtların içine de girer yüzeyinde de gezinir. Derinlemesine baktığınızda birbirine paralel, yan yana uzanan parkurlar ya da uzam şeritleri gözünüze çarpacak. Boya katmanlarından, lekelerinden ve gazete kesiklerinden oluşturulmuş çizgisel kent peyzajları. İlişkisizliğin otoyollarını andıran bu uzam şeritlerini birbirinden ayıran duvarlar ve üzerlerinde yükselen kuleler, aynı zamanda tutsaklığın mekânını, hapishaneleri de anıştırıyor. Kariyer, para, başarı uğruna deli gibi hız yapan, birbiriyle yarışan, kent insanlarına ayrılmış kapitalizmin hız ve hırs pistleri. Şerit ihlali yapmamanız, yanlamasına hareket etmemeniz için gözetleme kulelerindeki iktidarın bakışı hep üzerinizde. “Denize yakın” başlığını taşıyan tuval denize, doğaya ne denli yakın olduğumuzu, ama bir o kadar da duvarlarla uzak düşürüldüğümüzü anlatıyor.
      Yapıtların yüzeyini taradığınızda kentten alınmış dikey bir kesitle karşılaşacaksınız. Geçirgen olmayan sınırlarla birbirinden ayrılmış katmanlar. Hız şeritlerinin hiyerarşiye ve toplumsal sınıflara göre katmanlaştığı Babil Kuleleri. Ayrıştırılmış, katmanların arasına sıkıştırılmış kent insanlarının tutsaklığı. Yanlamasına, dikine, verevine hareketler engellenerek katmanların birbirine bulaşmasının, melezleşmesinin, ebrulaşmasının önüne geçilmiş. Kapitalist otoyolların ve tabakalaşmanın kentsel peyzajını yaparken sanatçının, malzeme olarak akrilikle birlikte gazete kesikleri kullanması medyanın, yani iktidar ortamının yüz yüze ilişkileri dolayımladığına, bağlantıları kesip bizi kompartımanlara kapattığına işaret ediyor.
      Değirmenci, önce ilişkisizliğin ortamlarını, çizgisel kent peyzajlarını sanatın diliyle sorunsallaştırırken, ardından döngüsel ve ilişkisel kır peyzajlarıyla çözüm öneriyor. “Kayıp manzara” serisinde kullandığı malzemeler doğadan: Kâğıt ve yün. Her iki malzeme de kompartıman tutsaklarına göçebe-oluşun kaçış çizgilerini gösteriyor. Her iki malzeme de, dokularındaki selüloz ve yünün her yöne eğilip bükülen lifleriyle, sınır tanımayan göçebelerin doğadaki hareketlerini yineliyor çünkü. Çözüm hem kullanılan malzemelerin dokusunda hem yapıtların kompozisyonunda saklı. Yün topaklarının kâğıt üzerindeki döngüsel hareketleri, kentin çizgiselliğinden farklı bir ritim yaratıyor. Hızın değil, yavaşlığın ritmini. Ağaç lifleriyle yün lifleri arasında kurulan kontrpuansal bağlantılar, doğal döngülerin, farklı yaşamların aralarında kurdukları ilişkileri yansıtıyor: Mesela arılarla çiçekler ya da ağaçlarla insanlar arasında kurulan türden ilişkileri.
      Ve “yürüyüş günlükleri” serisinde yün topaklarının döngüselliğini boyayla yinelerken zeytin ağaçlarının arasında dolaştırıyor bizi. İngiliz arazi sanatçısı Richard Long’un doğada yürüyüşleri sırasında tuttuğu rüzgâr günlüklerinden esintiler taşıyor günlükleri. Long, yürüyüşü sırasında rüzgârın değişen yönünü oklarla göstermişti. Değirmenci’nin günlüklerinde sadece rüzgârın sesini değil, doğanın tüm döngülerinin birbirine bağlanarak yarattıkları çok sesli müziği de duyacaksınız.
      Not: İsmet Değirmenci’nin “Bir Yerde” başlıklı sergisini 12 Haziran’a kadar Teşvikiye Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde izleyebilirsiniz.