26 Aralık 2013 Perşembe

İKTİDAR 'YOL'SUZLUĞU ÖNERİYOR




RAHMİ ÖĞDÜL
26.12.2013
Kent mitinginde hep bir ağızdan sorduk : “Kuzey Ormanları ayakkabı kutusuna sığar mı?”  Soruları giderek çoğalttık sonra: “Yaşam ayakkabı kutusuna sığar mı?” Muhafazakâr iktidarın tüm yaşamı ayrıştırarak kutuların içine tıkmaya çalıştığını biliyoruz. Yaşama doğrudan bakmak yerine, küçük bir delikten kara kutunun içine yansıyan görüntülerle oyalanmak için icat edilmiş camera obscura’nın  evreni bilmenin (epistemolojinin) temeli haline geldiği bir durumda bu soruyu kendimize de sık sık sormamız gerekiyor oysa. Yaşama doğrudan gömüleceğimiz yerde, kara kutunun duvarına yansıyan imgeleri manipüle ederek yaratılmış bir hakikat düşüncesiyle oyalandık. Duyuların kafa karıştırıcı etkisinden arındırılmış bu imgelerden kurmaca hakikatler yarattık kendimize ve şimdi iktidarın hakikatinin ne olduğunu tüm çıplaklığı ile görebiliyoruz: Ayakkabı kutuları içinde paralar.

SEÇENEKSİZ BIRAKILDIK!
İktidar iki yola hapsetmişti bizi ve seçeneksiz bırakmıştı. Metafizikle sulandırılmış hakikatin yolu ve bu hakikatten uzaklaşan sanıların, yanılsamanın yolu.  Başka seçenekleri yok saydığımız için bir anlamda yolsuzluğa mahkûm olmuştuk. Her iki yolda aynı yere çıkıyordu çünkü;  Matrix filminde Morpheus Neo’yu seçeneksiz bırakıyordu: “Our way or the highway?”,  yani “bizim yolumuz mu yoksa otoyol mu?” iktidar tüm doğal mekânları yıkıp otoyola çevirmiyor mu zaten?
Oysa önümüzde başka bir yol var ve bu yol kara kutunun dışına çıkıp yaşama doğrudan bakarak, yaşamla yeniden bağlantılar kurarak birlikte açabileceğimiz bir yol; kabuklarımızı kırarak, birlikte, birbirimize ve doğaya dokunarak, el ele yürürken önümüzde açılacak olan yol.  İktidarın sunduğu ikili kıstırmalardan kaçabileceğimiz bir yol. İktidar ikili kıstırmalarla bir ataç gibi yakalıyordu bizi;  kendimizi yaşamın matriksine gömerek, bu matrikste kimi zaman kayarak kimi zaman kazarak açabileceğimiz bir yolu daha fazla duyumsuyoruz artık. Ne öneriyordu iktidar?: Kırmızı hap ya da mavi hap. Mavi hapı seçerseniz yanılsamalar (doksalar) dünyasında yaşayacak, kırmızı hapı seçersek akıl yoluyla bu yanılsamaları reddedip hakikate ulaşacaktık. Mavi hap bizi duyuların, yanılsamaların, yani çokluğun dünyasına götürüyordu, bu çokluğu, duyuları reddeden iktidar değişmez, bölünmez tekçi bir hakikate götürecek ve çokluğu bir yanılsama olarak reddedecek kırmızı hapı ‘şiddetle’ tavsiye ediyor. Tüm eğitim sistemini, yaşamı kırmızı hapı yutturmak üzere yeniden örgütleyen iktidar, kendi yolunu terk edenleri sanılar olarak tanımlıyordu. En başta doğa olmak üzere, Aleviler, eşcinseller, etnik gruplar birer yanılsamadan ibarettir, iktidarın bakışına göre. Şeyleri, yaşamla bağlantılarını kopararak kimliklerine göre kutularının içine tıkan muhafazakâr iktidar, kendini merkeze yerleştirirken etrafında bir hakikat çemberi çiziyordu. Merkezdeki hakikat çemberinin dolarlarla dolu olduğunu görüyoruz artık.  İktidarın önerdiği bu ikili yol aslında yolsuzluğun yolu. İki yoldan başka bir yolun olmayacağını önermesi bir yolsuzluk değil de nedir ki?

KUTULARIN İÇİNDEKİ HAYAT
Meğer bizi aldatmış iktidar ya da kendimizi aldatmışız; halka kırmızı hapı yuttururken mavi hapın yolunu tercih etmiş. Kutuların içinden bakıyor hayata ve kutuların içine yansıdığı ölçüde algılıyor hayatı; biz de sırtımızda kabuktan kimliklerle kara kutulardan bakar olduk yaşama;  tam bir camera obscura vakası. Yaşamın çokluğuyla doğrudan ilişki kurmak yerine camera obscura’nın deliğinden duvarına yansıyacak nesneleri seçerek alıyoruz içeri ve sınıflandırıyoruz. Camera obscura doğaya ve topluma çevrildiğinde her şey ranta dönüşüyor birden ve ormanlar otoyol, nesneler yeşil dolarlar olarak yansıyorlar yüzeye. Ağaçların yeşili, dolarların yeşiline çevriliyor.  Halka kapalı kutular içinde çileci bir yaşamı hakikat olarak önerirken kendisi çaktırmadan mavi hapı yutuyormuş meğer. Oysa hain Cypher çoktan fark etmişti iktidarın oyununu: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matriks’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Kendi hakikat çemberi dışındakileri cahillikle suçlayan iktidarın oyununu fark eden Matrix filminin haini Cypher kendinden esirgenen bifteklerin sulu tadının keyfini çıkartmak için çileci yaşamı terk edip duyumculuğa geri döndüğünde oyunu bozar. Kimliklerimizin kara kutusundan çıktığımızda, iktidarın hakikatine göre hainleriz hepimiz. Köreltilmiş duyularımızı yeniden bileyip içimize, doğaya ve topluma yönelttiğimizde, tüm kimliklerin yok olacağını sezebiliyoruz; sadece ve sadece oluşları duyumsadığımızda iktidarın epistemolojik temelini yerle bir edeceğimizi de biliyoruz ve yaşam hiç olmadığı kadar güzel olacak.

19 Aralık 2013 Perşembe

GÖLGELER ÜLKESİNDE MELEKLER


RAHMİ ÖĞDÜL

19.12.2013

İktidar, her iki anlamda da parazit bir yaşam sürüyor.  Kişilerin arasına girerek, onların ilişkilerini dolayımlayıp  enerjilerini, arzularını kanalize ederek maddi kazanç elde etmesi,  sömürmesi anlamında  parazittir iktidar; bir de iletişimin arasına girerek diyaloğu kirletmesi anlamında parazittir. Sesin kalitesini bozarak mesajı kirletip diyaloğu önlemesi anlamında. Kendisini üçüncü şahıs olarak iki kişinin arasına soktuğunda aralarındaki diyaloğu kirlettiğini kendimden biliyorum. Çocukken sırf oyun olsun diye, bir arsada neşeyle oynayan iki arkadaşın arasına girip onları birbirine düşürmüş, kavga etmelerine neden olmuştum; oynadığım oyunun çok geçmeden farkına varmış, ikisi birden beni kovalamaya başlamışlardı; araya giren iktidarın diyaloglarını kirlettiğini fark ettiklerinde iktidarı başlarından defedebiliyor insanlar. Fransız felsefeci Michel Serres iktidarın iletişimin önündeki engellerde yattığını vurgularken bu parazit karakterini vurguluyordu bir söyleşisinde (bkz M. Zournazi, Umut, Değişim için Felsefeler, Literatür yayıncılık).

KAHRAMANLARIN ÇAĞI YOK ARTIK
Çağımızın, ateşi Olimpos tanrılarından çalıp insanlığa veren Promete’nin çağı değil, ulakların, tercümanların, tüccarların ya da aracı olarak çalışan herkesin tanrısı olan Hermes’in çağı olduğunu söylüyor Serres, bir iletişim çağındayız artık. Kahraman bir tanrıdan iletişimin aracı konumundaki bir tanrıya geçişi mavi yakalı iş gücünden beyaz yakalı iş gücüne, hizmet sektörüne geçişle ilişkilendiriyor. Çünkü beyaz yakalıların tamamına yakını ulak konumunda işlerde çalışıyor: insanlara yazmak, telefon açmak, faks ve e-posta göndermek, kuryelik gibi.  Kahramanın değil, arada olanın, bağlantılar kuranın çağındayız ve ilişkilerin arasına girerek diyaloğu kirletenlerin, parazitlerin çağındayız da.

Medyanın insanlar arasına girip diyaloğu dolayımlaması ve kirletmesini yoğun olarak yaşıyoruz. İktidar tüm iletişim araçlarını ele geçirerek insanların aralarında kuracakları doğrudan ilişkilere müdahale edip yönlendirmeye çalışıyor. Birbirleriyle, yaşamla doğrudan bir ilişki yerini, medya üzerinden dolayımlanmış ilişkilere bırakıyor. Artık biz konuşmuyoruz, düşünmüyoruz; bizim yerimize medya konuşuyor, düşünüyor. Bakunin yaşasaydı, “gölgeler ülkesi” derdi yaşadığımız coğrafyaya. 1860 yılında Alexander Herzen’e yazdığı mektupta Rusya için kullanmıştı bu deyimi: “O bir gölgeler ülkesidir. İçinde canlı insanların aslında yaşamayan karikatürleri dolaşıyor, konuşuyor, görünüşte düşünüyor, deviniyorlar. Tüm tutkuların retoriğine sahipler, fakat bir tek tutkuları, gerçeklikleri, genel olarak belirgin bir karakterleri yok, edebiyat, yazarlık ve boş laflar var, fakat bir damlacık yaşam ve eylem yok.” Kırsal yaşamın egemen olduğu 1800’lerin Rusya’sıyla günümüzün iletişim teknolojileri çağını karşılaştırıldığımızda bu gölgeler ülkesinin ne boyutlara ulaştığını kestirebiliriz. 


KARA KUTUNUN İÇİNDEKİ GÖLGELERİZ
Medya bir camera obscura gibi göz ile dünya arasına girerek dolayımlıyor görüntüyü. Kara bir kutunun içine düşen gölgelere dönüşüyoruz. Tutkularımızı, karakterlerimizi kara kutu içindeki gölgeler belirliyor ve yaşamı, eylemi hep erteliyoruz. Birbirimize, yaşama doğrudan bakmak, teklifsiz bir konuşmaya dalmak, medyanın kara kutusu tarafından engelleniyor ve engellediği yerde iktidarla karşılaşıyoruz. Kara kutuların içine hapsedilmiş gölgeler ülkesinde yaşıyoruz.

DOĞRUDAN BAKABİLMEK
Oysa 19. yüzyılda yaşamış ressam William Turner gibi doğrudan bakabilirdik yaşama. Kepler ve Newton gibi kişiler, güneş ya da yaydığı ışık hakkında bilgi edinmeye çalışırken, doğrudan güneşe bakmamak için camera obscura’yı kullanmışlardı. Gözlemciyi güneşin tehlikeli parlaklığından uzaklaştırmış ve korumuş camera obscura’yı aradan çıkaran Turner doğrudan bakabilmiştir güneşe. 1846 tarihli “Güneşte Duran Melek” isimli resminde göz ile güneşin, özne ile nesnenin yayılan ışınlar halinde iç içe geçtiğini, bütünleştiğini görüyoruz.

Güneşteki melek. Bedenin doğrudan görme olayına k
atılmasıyla, görmenin bedenleşmesiyle melek imgesinin örtüşmesini Michel Serres’in meleklere yüklediği anlamla açıklayabiliriz. Bugünün dünyasını anlamanın yolunun bir melekbilimden (angelology) geçtiğini söylüyordu Serres. Yunanca angelus’un (melek) ulak anlamına geldiğini vurguluyor. Şeyler arasında aracı konumunda olan, mesajı aktaran bir varlığın simgesidir melek.  Tarih kitaplarında Bizans’ın çöküşüyle ilişkilendirilen, Ortaçağlardaki “meleklerin cinsiyeti var mı?” sorusunun alay konusu edilmesine karşı çıkıyor. Araya giren üçüncü kişiler mesajı engelleyip iktidarın ortaya çıkışına yol açabilir. Dolayısıyla bu üçüncü kişinin cinsiyeti, kimliği önem kazanıyor. Her türlü kimliğin ötesinde yaşamla doğrudan ilişki kurabilmek ve bu ilişkiyi bir başkasına aktarırken ne tür bir melek olduğumuz tartışmaları günümüzde de önemini koruyor hâlâ.

12 Aralık 2013 Perşembe

BİR SABAH THERİANTROP OLARAK UYANMAK...



RAHMİ ÖĞDÜL

12.12.2013

“Gregor Samsa bir sabah kötü bir rüyadan uyandığında, kendini yatağında korkunç bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Kafka, Dönüşüm.

Ayrışık parçaları bir araya getirip tuhaf yaratıklar yapma geleneği oldukça eskiye dayanıyor. Üst paleolitik mağara resimlerinde karşımıza çıkan, İ.Ö. 13.000 yılına tarihlenen melez yaratık bu tür uğraşın ne denli eski olduğunu gösteriyor bize. Tarihin derinliklerinden baykuş gözleriyle bize bakan bu insan-hayvan karışımı yaratık insanları şaşırtmaya devam ediyor hâlâ.  “Theriantrop” olarak adlandırılan bu melez yaratık temsiline baktığımızda, o dönemin insanlarının repertuarlarındaki biçimleri birbirine ekleyerek yeni bir yaratık yaptıklarını söyleyebiliriz. Theriantrop insanların hayvana dönüşümünü anlatan bir terim. Yunanca vahşi hayvan anlamına gelen “therion” ile insan anlamına gelen “anthropos” sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş. Aslında burada tam bir brikolaj tekniğine rastlıyoruz. Eski yazılarımda antropolog Claude Lévi-Strauss’a atfen brikolajı anlatırken mühendisle karşıtlığı içinde tanımlandığını söylemiştim. Mühendis önce projeyi çizer, daha sonra bu projenin gerektirdiği malzemeleri toplar ve projesine girişir. Oysa brikolaj, geleneksel toplumlarda hiçbir şeyi atmayan ve her şeyi ardiyesinde toplayan bir insanın elindeki malzemelere göre yeni bir form yaratmasıdır. Theriantrop da biçimlerin biriktiği zihinsel ardiyesine girip yeni biçimler yaratan insanların bir yaratımı. Belleğindeki mevcut biçimleri birbirine dikerek bir yaratık çizmiştir kayanın üzerine.


EĞRİLER TEPELERE DÖNÜŞÜRSE...
Bu kaya resmini şaman gelenekle ilişkilendiren Lewis-Williams, paleolitik insanların aldıkları uyuşturucu maddeler ya da fiziksel tekniklerle trans hale geçip nasıl sanrılar gördüklerini aşama aşama anlatıyor (bkz İnsanın Kökeni, Richard Leakey, Varlık Yayınları). İlk aşamada ızgaralar, zikzaklar, noktalar, spiraller ve eğriler gibi geometrik şekiller görüyorlar. Beyin sinir hücreleri içinde üretildikleri için bunlara “entoptik” (iç görüntü) imgeler denir. Kültürel arka planları ne olursa olsun trans hale geçen tüm insanların bunları gördüğünü yazıyor Lewis-Williams. Transın ikinci aşamasında insanlar bu imgeleri gerçek nesneler olarak görmeye başladıklarında kültürel arka planları devreye giriyor.  Eğriler tepelere, zikzaklar silahlara dönüşebiliyor örneğin. Bu imgelerin neye dönüşecekleri tamamen kültürel deneyimlere ve kaygılara bağlı. Afrika’da yaşayan bir halk olan Kung-San şamanları, kültürlerinde arı doğaüstü bir gücü simgelediği için genellikle eğri çizgileri bal peteğine dönüştürüyorlarmış.

MELEZ CANAVARLAR
Gelelim üçüncü aşamaya. Trans halindeki şaman bir girdabı ya da dönen bir tüneli geçme duygusu yaşadıktan sonra insan ile hayvan karışımı, melez canavarlar görebiliyorlar. Şaman zihinsel ardiyesinden biçimleri yan yana getirerek tuhaf yaratıklar oluşturabiliyor. Aklın baskısından kurtulan şaman yan yana gelmeyecek parçaları birbirine ekleyerek hayal ürünü canavarlar, theriantrop’lar yaratabiliyor. Chimera ve Sfenks gibi mitolojik melez yaratıklar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. İnsan elinin altındaki mevcut biçimleri yan yana getirerek yeni formlar yaratıyor ve bu formlara yine zihinsel tasarımlar olan kavramlar yüklüyor.

TOTALİTER DEVLETLEŞMENİN İZLERİ
Aynı geleneğe 16. yüzyılda yaşamış İtalyan ressam Arcimboldo’da da rastlıyoruz, ama bir farkla. Meyveler, sebzeler, kuşlar balıklar, kitaplar gibi bildik nesneleri birbirine ekleyerek anlamlı bütünlükler, hayali portreler yaratan bir ressam olan Arcimboldo’nun brikolaj geleneğinin aksine mühendislik geleneği içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Tüm parçaları belli bir amaç doğrultusunda belirli bir forma sokma çabası. Şamanik trans halinin yarattığı hayali melez yaratıklar ile aklın yarattığı melez yaratıklar arasında bir fark çıkıyor burada. Arcimboldo’da bildik nesneleri yan yana getirerek yine bildik bir forma sokma, insan sureti haline getirme çabasını görüyoruz. Ayrışık nesneler bir form içine zorla tıkılmış izlenimi veriyor. Totaliter devletleşmenin izlerini taşıyor Arcimboldo’nun tabloları. Ayrışık özneleri anlamlı bir bütün içine yedirirken üst üste yığılmış bir kitle çıkıyor karşımıza. Uzaktan baktığınızda bir yüz görüyorsunuz, ama yakından baktığınızda anlamlı bir bütün oluşturmak için zorla üst üste yığılmış öznelerin sıkıntılı halleri gözümüze batıyor.

ÇOK BAŞLI VE ÇOK GÖVDELİ YARATIKLAR
Toplumsal patlamalar sırasında egemen aklın sınıflandırmacı, forma sokucu kıstırmasından kaçan özneler aralarında kurdukları tuhaf birlikteliklerle canavarlar yarabiliyorlar. Şamanlar imgeleri kayanın yüzeyinden çıkıyormuş gibi görürlermiş. Biz de bir canavar olarak Taksim Meydanı boşluğundan belirivermedik mi? Daha önce yan yana gelmesi mümkün olmayan parçalar arasında bağlantılar kurarak çok başlı, çok gövdeli bir yaratık yarattığımızda iktidar dehşete düşmüştü ve bu canavar hâlâ iktidarın uykularını kaçırmaya devam ediyor.

5 Aralık 2013 Perşembe

BÜYÜK PATLAMA VE JOAN MİRO'NUN EVRENİ


RAHMİ ÖĞDÜL

05.12.2013

Düzen göklerdeydi. Kadim dünyanın insanları her şeyin değiştiği, yok olduğu yeryüzünün aksine, gece olunca mutlak bir düzen gözlemliyorlardı gökyüzünde. Her gece sabit yıldızlar hep aynı noktada duruyor, gezegenler hep aynı yörüngeyi izliyorlardı. Yeryüzü düzensizliği, gökyüzü mutlak ve kutsal düzeni temsil ediyordu. Kutsalı göklerde keşfederken, yeryüzünün karmaşasından gökyüzünün mutlak düzenine sığınmışlardı. Henüz büyük bir patlamayla sürekli genişleyen bir evren tahayyülüne sahip olmasalar da mutlak ve kutsal düzeni temsil eden kozmostan önce, mutlak düzensizliği temsil eden bir kaos evresinin olduğunu kabul ediyorlardı. Önce kaos vardı” diyordu Hesiodos. Babil Mitolojisi Enuma Eliş’te ise kozmosu temsil eden Marduk, kaosu temsil eden Tiamat’ı öldürmüş ve Babil toplumunda göksel düzeni kurmuştu.

KENDİNE AİT BİR GÖKYÜZÜ...
1939 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasına bir ay kala Joan Miro Paris’ten kaçıp Normandiya’nın  küçük bir kasabası olan Varengeville-sur-Mer’e taşındı. Avrupa’da faşizm yükselişe geçmiş, her yerde kan, ölüm, savaş, zulüm vardı. Mutlak düzensizliğin hakim olduğu bir yeryüzünde Miro göklere sığınmaktan başka bir çare bulamadı, kendine ait gökyüzü yarattı. Kâğıt üzerine yaptığı 23 küçük resimden oluşan ‘Takım yıldızları’ dizisine bu kasabada başlamıştı. Yeryüzündeki kargaşa karşısında harmonik ve şiirsel bir evren açılıyordu önünde. “Derin bir kaçış arzusu hissettim. Umutsuzca kıstırılmıştım. Gece, müzik ve yıldızlar resimlerime girmeye başladı” diye yazıyordu.

ŞİİRSEL BİR EVREN
Joan Miro, ‘Takım yıldızları’ adını vereceği resimlerine rastlantı eseri başlamıştı.  Boyalı fırçalarını beyaz kâğıtlarda temizlerken ortaya çıkan biçimsiz lekeler ve çizgilerle başlamıştı her şey. Sıkıştırılmışlık duygusu bir Big Bang’e (Büyük Patlama) yol açmış ve giderek genişleyen şiirsel bir evren yaratmıştı. Fırçaların kirini beyaz kâğıtlara ya da deneyimini bir başka yüzeye aktarırken farklı figürlerden oluşan kümeleşmeler çıktı ortaya. Kâğıt kirli bir yüzeye dönüşürken ressam hayal dünyası ile gerçekliğin örtüştüğü kendi evrenini oluşturdu kâğıtlarda. İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde sıkışıp kaldığı Paris’ten kaçıp sığındığı bir Normandiya kasabasında, zihinsel, bedensel ve sanatsal kaçışını mekânlara dönüştürmeyi bildi.

Sıkışmışlık duygusundan sıyrılıp eşiği aştığımız an, büyük bir patlamayla kendi deneyimlerimizi iktidarın beyaz, parlak bir kâğıt gibi tasarlayacağı bir yüzeye aktarırken kendi takım yıldızlarımızı yaratabiliyoruz. Gezi Parkı’nda takım yıldızlardan oluşan müthiş bir evren yaratmadık mı? Kirlenmek güzeldir; deneyimle kirlenmek. İktidarın parlak yüzeyler ve formlar yaratma çabası karşısında biz deneyimleyerek, kirlenerek açıyoruz yolumuzu. Bir tarafta içeriden dışarıya doğru kendi kudretimiz elverdiğince, kirlene kirlene gelişip serpilirken, diğer yanda iktidar sürekli budayarak görmek istediği forma sokmaya çalışıyor bizleri. Sanatçının tuvalinde ve toplumda form savaşları sürüyor.


RENKLERİN DUYGUSU
Gri, hüzünlü bir günün içinde koşuştururken Joan Miro’nun renkleriyle karşılaşmak bir sevinç, neşe duygusu yaratıyor.  Renkler nasıl da farklı şekilde duygulandırıyor bizi. Bir uçta kederin diğer uçta sevincin yer aldığı duygu paletinden renklerle ruhsal resimler yapıyoruz gün içinde. Joan Miro’nun hayat öyküsüne baktığımızda da başına gelen olayların yarattığı farklı duygulanımların dışa vurumlarını görüyoruz. Franko diktatörlüğünü ve Hitler faşizmini yaşamış Joan Miro’nun resimleri yaşadığı toplumdaki grinin tüm tonlarına rağmen umudu, kaçış çizgisini sezdiriyor bize. En karanlık zamanlarda, umudun dibe vurduğu anlarda bile sevincin, neşenin renklerini, çizgilerini, göğe uzanan kaçış merdivenlerine dönüştürmüş; kurşun dehlizlerin içinde fareler gibi koşuşturduğumuz şimdiki zamana rağmen, kırlangıçlar gibi gökyüzünde neşeli çığlıklar atabileceğimiz zamanları ve mekânları yeryüzünde de yaratabileceğimizi biliyoruz.
 
Not: "Miro İstanbul'da" sergisini MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi'nde 19 Ocak 2014'de kadar ziyaret edebilirsiniz.