25 Kasım 2010 Perşembe

İNSAN İLE HAYVAN ARASINDA: ARABÖLGE


RAHMİ ÖĞDÜL

25 Kasım 2010

Tek bir dünya, nesnel bir dünya üzerinde hareket eder gibi görünsek de aslında her canlının kendine has bir dünyası var. Kendi anlam taşıyıcılarından oluşan kendi dünyalarında yaşıyor tüm canlılar. Dünyayı tek bir algı dünyasına indirirken bu farklı dünyaları görmeyi beceremiyoruz. Tek zaman ve tek mekân yanılsamasına kaplıyoruz sıkça. Her şeyi kendi mekân algımızın öğelerine indirgeyerek, her şeyin hareket ettiği, dünya denilen tek bir nesnel mekânın olduğu kanısına varıyoruz kolayca. İnsan-merkezci bakış açısına göre tasarladığımız bu dünyada kendimizi hayvanlardan kesin çizgilerle ayırma hatasına düşüyoruz. En tepeye kendimizi yerleştirdiğimiz hiyerarşik kuleden baktığımızda, basit yapılı canlılardan karmaşık organizmalara dek uzanan tek bir dünya görüyoruz.

Giorgio Agamben ‘Açıklık’ (çev. M. Mine Çilingiroğlu, YKY) adlı kitabında, her şeyi bir bakışta kucaklayan, kendine böceklerden, kuşlardan, çiçeklerden oluşan pastoral tablolar yaratan bu genel geçer anlayışı sarsacak, insan ile hayvan arasındaki kesin sınırları eritecek belirsizlik mıntıkasında hareket ederken, hayvanlığı ve insanlığı ayıran eşikler üzerinde gelgitler yaşatıyor bize.

Agamben kitabının iki bölümünü Alman zoolog Jacob von Üexküll’e (1864-1944) ayırmış. Heidegger’i ve Deleuze’ü derinden etkilemiş olan bu bilimci, klasik bilimin hiyerarşik sınıflandırmalar aracılığıyla tek bir dünya gördüğü yerde, sonsuz bir çeşitlilik gösteren, her biri mükemmel ve muazzam bir müzik partisyonunda olduğu gibi birbiriyle bağlantılı farklı dünyalar görüyor. Bu çoklu dünya, her türlü insan merkezci bakışın terk edilmesine, doğa imgesini insan bakışına göre değerlendiren anlayıştan radikal bir kopuşa yol açıyor.

İçinde hareket ettiğimiz ve bizden başka her şeyin, tüm canlıların hareket ettiği nesnel mekâna ‘umgebung’ adını veriyor ve tek bir mekândan oluşan bu ‘umgebung’u, yani kendi insani ortamımızı ‘umwelt’ten ayırmakla işe başlıyor Uexküll. Almanca ortam anlamına gelen ‘umwelt’, her canlının kendine has dünyasıdır aslında; bu dünya her canlı için bir dizi anlam taşıyıcısından oluşuyor. Deleuze’ün Uexküll’e dayanarak verdiği meşhur örnekte olduğu gibi bir kenenin dünyası üç anlam taşıyıcısından ibarettir mesela: Bütün memelilerin terinde bulunan butirik asit kokusu; memelilerin kan ya da vücut sıcaklığına denk düşen 37 o C sıcaklık ve memelilere özgü tüylü ve kan damarlarına sahip deri tipi. Kene bu üç öğeyle yoğun ve tutkulu bir ilişki içindedir. Tüm dünyasını bu anlam taşıyıcılar oluşturur.

Her ne kadar nesnel bir mekân içinde hareket eder gibi görünsek de, bir bakışta bu çoklu dünyayı tek bir mekâna indirgesek de, her kişi, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi kendi umwelt’ine sahip. Örneğin bir orman, oduncu, avcı, doğasever açısından farklı anlamlar taşımaktadır, nesnel anlamda bir orman yoktur. Bir sokak da orada oturanlar, gelip geçenler, dükkân sahipleri açısından farklı anlamlar taşır. Kültürel örüntülerle ördüğümüz dünyalarımızda, kendi anlam taşıyıcılarımız arasında hareket ediyoruz durmadan. Hayvan ile insan arasındaki çeperlerin eridiği yerdeyiz.

İtalyan Rönesans filozofu Giovanni Pico della Mirandola’nın 1486’da kaleme aldığı ve hümanizmin manifestosu olarak kabul edilen, ‘İnsanın Vakarı Üzerine Söylev’ adlı yapıta gönderme yapan Agamben, Pico’nun insan ile hayvan arasındaki ayrımı bulanıklaştırdığını belirtiyor; üç yüz sonra Linnaeus’un da insanı, ‘insan-benzeri’ hayvanlar sınıfına yerleştirerek bu bulanıklaştırmayı sürdürdüğünü söylüyor. Pico, insanın bütün yaradılış modelleri tükendiğinde şekillendirilmiş olması nedeniyle, bir arketipinin, kendine ait bir yerinin ya da özel bir sınıfının olamayacağını yazıyordu söylevinde: “İnsan kesin bir modele göre yaratılmadığı için kendine has bir yüzü de yoktur ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da ilahi yönde şekillendirebilir.” Tanımlandırılamaz, sınıflandırılamaz, şekilsiz bir yaratığız demeye getiriyor.

İnsan ile hayvan arasındaki arabölgede hareket eden, bu bölgeyi kâğıt üzerine çizdiği siyah beyaz tonlarla, desenlerle bulanıklaştırmaya çalışan başkaları da var elbet. Sanatçı Sevinç Altan yeni sergisi ‘Arabölge/Gölge’de insanı, insani olmayan dünyayla ilişkilendirerek, göksel ile yersel arasında salınan varlık konumuna yerleştiriyor. Bakışımızla nesnelleştirdiğimiz ve bizim dışımızdaki her şeyi alta yerleştirdiğimiz bir dünya tahayyülüne tersten bakan Altan, çok renkli dünyamızın net sınırlarını siyah ve beyazın birbirine geçişen tonlarıyla belirsizleştiriyor, doğa ile insan arasındaki yitirilen bağları gölgeleşen figürleriyle kurmaya çalışıyor. Sergi, hep arada, ortada olduğumuzu unutanların görsel hafızalarını tazelemek için iyi bir fırsat.

Not: Sevinç Altan’ın ‘Arabölge/Gölge sergisi, Teşvikiye’deki 44A Sanat Galerisi’nde 27 Kasım’a dek izlenebilir.

18 Kasım 2010 Perşembe

DAĞLARIN YALANCILARI


RAHMİ ÖĞDÜL

18 Kasım 2010

‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlar öykü anlatıcısı. Logosun diliyle değil, mitosun diliyle konuşmaktadır. Ağrı Dağı eteklerinde, soğuk kış aylarında yüzyıllardır anlatılan hikâyeleri dillendiren insanları film karelerine taşıyan Reis Çelik’in 2003 tarihli ‘İnat Hikâyeleri’nde, Tuncel Kurtiz mitosun dilini kendi bedeninde cisimleştirir.

Mitos ile logos arasındaki ayrımın izlerini Kadim Yunan dünyasına dek sürmek mümkün. Bir araya getirmek anlamına kullanılan ‘legein’ sözcüğünden kökenlenen logos tek tek veri parçalarını, doğrulanabilir olgu parçalarını bir araya getirme, akıl yürüterek hakikate ulaşma çabasıdır. Eleştirel ve şüpheci gözlerle sizi izleyen bir izleyici kitlesi önünde açıklamada bulunmak, sözlerinizin sorumluluğunu taşımak demektir. Oysa mitosta, sorumluluk kabul etmeden bir öykü anlatır kişi; yüzyıllardır anlatılan, dilden dile dolaşan hikâyeleri bir kez daha dillendirir; bu benim hikâyem değil, başka yerde duydum, demeye getirir. Ama her anlatıldıkça başkalaşır hikâye.

‘Ben dağların yalancısıyım’ diye söze başlayan Tuncel Kurtiz’in filmde anlattığı hikâyelerden biri, varlıklı ağanın oğlu Yusuf ile yoksul köylü kızı Şahsenem’in aşk hikâyesidir; Yunan mitolojisindeki Ariadne, Theseus ve Dionysos arasında geçen öyküye benzer tınılar taşır bünyesinde.

BİR DAMLA GÖZYAŞI
Yörede ağalardan biri oğlunu şah kızıyla, bey kızıyla evlendirmek ister. Oysa oğlu sıradan bir köylü kızına aşık olmuştur; babasının kendisine önerdiği tüm bey kızlarını reddeder. Oğlunun bu tutkusu karşısında çaresiz kalan ağa sonunda köyün bilgesine danışarak, birlikte bu aşka engel olacak bir yol bulurlar. O zamana kadar kimsenin çözemediği, akıl erdiremediği bir muamma (bilmece) sormaya karar verirler kıza. Şayet bu muammayı çözerse, kızı oğluna alacaktır. Ağa, kızı kendi evine getirir ve önüne beş kırık çöp koyar. ‘V’ şeklindeki bu kırık çöpleri, sivri uçları birbirine değecek şekilde masanın üzerine yerleştirir. Ve ardından ekler: ‘bu beş kırık çöpe elini değdirmeden yıldız şeklini verdirirsen, seni oğluma gelin olarak alacağım.’ Kızın bu bilmeceyi çözmesi için kırk gün süresi vardır. Günler hızla akıp geçer ve kırkıncı güne gelindiğinde kız hâlâ muammanın çözümünü bulamamıştır. Sonuncu günün bitiminde gün doğarken, yaşadığı onca sıkıntıdan sonra iki damla gözyaşı düşer kızın gözlerinden kırık çöplerin üzerine. Tutkulu bedenden dökülen bu gözyaşları kırık çöp labirentini, birden bire yıldız şekline sokar. Biçimsiz olan bir biçim kazanmış ve ağanın oğluyla evlenmesi için hiçbir engel kalmamıştır.

‘HAYIR’ YAŞAMA YÖNELİK BİR EVET’TİR
Şahsenem kendisine sorulan muammayı akıl yoluyla değil, taşıdığı duygusal yükün ağırlığı altında ezilerek çözmüştür. Bir labirent olarak kendisine sunulan kırık çöpleri duygusallığı sayesinde yıldız formuna çevirmiş, içinden çıkılamaz bir durumu bilindik bir forma dönüştürerek kendisine vaat edilen arzu nesnesine ulaşmıştır. Ancak bunca yükü sırtına yükleyen, yaşamını sıkıntıya sokan, yaşamı bir anlamda olumsuzlayan sevdiği adamı tam da bu noktada reddeder. Artık Yusuf’la evlenmek istemez. Bilmeceyi çözdükten sonraki, sırtına yük bindirene verdiği ‘hayır’ yanıtı, yaşama yönelik bir ‘evet’tir aslında. Bu hayır, Nietzsche’ci terimlerle söyleyecek olursak reaktif (tepkisel) değil, aktif (etkin) bir tavırdır.

Şahsenem’in hikâyesi Yunan mitolojisindeki Ariadne’nin öyküsüyle benzer tınılar taşıyor bünyesinde demiştik. Ariadne de bir görüşte aşık olduğu Theseus’u labirentte yolunu bulması için bir ip yumağı verir. Labirentin anti-mimarlığını, biçimsizliğini biçimli hale getiren bir ipliktir bu. Theseus’un labirent denilen muammayı çözmesine, labirentin sonundaki boğa başlı, insan gövdeli Minotaurus’u öldürmesine yardım etmiştir. Ne var ki kahraman Theseus, gemisine aldığı Ariadne’yi daha sonra bir adada terk eder. Bir kahraman tarafından terk edilen Ariadne’nin karşısına, yaşamın saf olumlanması demek olan Dionysos çıkar, ona aşık olur.
Theseus, bilmeceleri çözmekte, labirente girip çıkmakta ve boğayı yenmekte usta olan bir kahramandır. Ciddi havası, ağırlığı, yük taşımaktan aldığı zevk, yeryüzünü hor görmesi, gülmedeki ve oynamadaki yetersizliği ve intikam girişimiyle Theseus, Dionysos’un tam zıttıdır.

Ariadne, bir kahraman olan, olumlamanın bir yük taşımak olduğunu sanan Theseus’u sevdiği ölçüde bu yaşamı yadsıma girişimine katılır, tıpkı Şahsenem’in Yusuf’u severken yaptığı gibi. Babasına boyun eğerek, Şahsenem’in sırtına yük bindiren Yusuf da, babasıyla birlikte yaşamı yadsıma gücünü temsil eder aslında. Theseus’un terk ettiği Ariadne, Dionysos’a yaklaştığını hissederken, Şahsenem’in de Yusuf’u terk ederken, yaşam olumlayıcı tarafı ağır basar.

KAHRAMANIN BİLMEDİKLERİ
Yaşamı olumlamanın, mevcut olanı taşımak, üstlenmek, mevcut olana koşulmak değil, aksine yaşayanın koşumunu çözmek, yükünü boşaltmak, serbest bırakmak olduğunu bilmez kahraman. Yaşamı onaylamak, yaşama kahramanca ağırlıklar yüklemek değil, yaşama ait olan, yaşamı hafif ve olumlayıcı hale getiren yeni değerler yaratmaktır. Her iki öyküde de kadınların eril, kahramansı dünyadan uzaklaştıkça yaşamı onayladıklarını görüyoruz, yeni değerler yaratmanın yolunu açıyorlar.

Dağların yalancıları, yüzyıllardır anlatılan başkalarının hikâyelerini biçimin içine değil, anlatıldıkça dönüşen bir başkalaşımın içine sokarak, yaşamı hafifleten, olumlayan yeni değerler yaratabiliyorlar.

12 Kasım 2010 Cuma

DOĞA VE BAHÇE



RAHMİ ÖĞDÜL

11 Kasım 2010

Tanımı gereği bahçe, etrafı çitlerle çevrili ve insanın kullanımına ve zevkine uygun bir toprak parçası. Neredeyse tüm dillerde bahçe sözcüğü “etrafı, çitlerle, surlarla çevrili” anlamlarını bünyesinde taşıyan bir sözcük. Batıda cennet bahçesi anlamına gelen ‘paradise’ sözcüğünün kökenlendiği eski Farsçadaki ‘pairi-dae-za’ sözcüğü, Babil dilindeki ‘pardisu’ ve İbranicedeki ‘pardes’ hep çitle, surla çevrili anlamlarını taşıyor. Yine batıda bahçe anlamında kullanılan ‘garden’, ‘jardin’ gibi sözcükler örgü, çit, engel anlamına gelen Hint-Avrupa kökenli ‘ghordos’ sözcüğünden türetilmiş; bu sözcük Yunancada ‘khortos’, Latincede ise ‘hortus’ şeklini almıştır. Nereden bakarsak bakalım, bahçe bulunduğu ortamdan çitler yardımıyla tecrit edilmiş bir toprak parçası. Bu haliyle bir iç, bir de dış yaratıyor. İçeride mutluluk, huzur veren, bolluğu temsil eden bir alan korunurken, dışarıda tekinsiz, düzensiz, huzursuz bir bölge uzanıyor. İçeride tanıdık, denetim altına alınmış olan, yani kozmosun unsurları yer alırken, dışarısı ise kaotik kuvvetlerin kol gezdiği yabanıllığı barındırıyor.

KENTLER DE BİRER BAHÇEDİR ASLINDA
Kaotik kuvvetleri dışarıda tutan surlarla doğadan ayrılmış kentler de bahçelerdir aslında. Boyunduruk altına alamadığı doğayı, doğanın kuvvetlerini, kent denilen bahçelerin içine taşıyarak, dize getirmeye çalıştı önce insan. Göksel, kutsal geometriye göre biçimlendirdiği bahçesinde akışkan doğayı belirli bir kalıba sokarak, bir tür ‘kozmokrator’a, yani düzen yaratıcısına dönüştü. Kozmogonik mitlerdeki dünyanın yaratılışını, çitlerle çevirdiği bahçesinde yeniden sahneye koymanın hazzını yaşadı.

DOĞAYI BİÇİME SOKMA ÇABASI
Bahçe, zorla biçim dayatmaktır doğaya. Akışkan olan, biçimsiz olan doğayı biçime sokma çabasıdır. Bahçelerin tarihine baktığımızda hep geometrik formlarla karşılaşıyoruz. Batıdaki bahçelerin atası sayılan karelere bölünmüş İran çar-bağ bahçe tipi, bahçe geometrisini kutsal geometriyle ilişkilendirme, gökyüzü cennetini yeryüzünde kurma iddiasını taşıyor. Bu geometrik form içinde bitkilerin kendi başlarına büyümelerine izin verilmez. ‘Topiary’ denilen budama sanatıyla bitkiler belirli bir form almaya zorlanır. Yaratılan bu kozmos içine sızmaya çalışan, biçimsizleştirici, düzen bozucu unsurlar (ayrık otları, zararlı böcekler) derhal gerisin geri püskürtülür.

Oysa doğa biçim değil, bağlantı kurma sürecidir. Doğal evrimde birbirinden ayrı düşen, farklılaşan türler kendi ortamlarıyla ilişki içinde geliştirdikleri biçimsiz bir dünyada yaşarlar. Her türün diğerlerinden farklı olan bir dünyası vardır. Canlı ve ortamından oluşan bu yaşama biriminin belirli bir biçimi yoktur, daha doğrusu her canlı sınırlarını belli belirsiz bir yurtta yaşar. Ancak arılar ve çiçekler arasındaki ilişkide olduğu gibi bu yurtlar kesişir, farklı dünyalar arasında bağlantılar kurulur. Dolayısıyla doğada bağlantılar öğelerin dışındadır ve bu bağlantıların icat edilmesi gerekir. Doğa, tıpkı farklı melodilerin kontrpuanlarla bir araya geldiği, farklı bağlantıların icat edildiği muazzam bir senfonik düzlem olarak uzanır önümüzde. Her biri kendi tekilliğine ve dünyasına sahip olsa da melodilerin birbirine karıştığı görkemli, parçalı bir bütün oluşturur doğa.

DOĞA ÜZERİNE İKİ SERGİ
Geçen hafta gezdiğim iki sergi, bahçeler ile doğa arasındaki bu karşıtlığı bir kez daha düşünmeme sebep oldu: Can Aytekin’in “Bahçe Resimleri” ve İsmet Değirmenci’nin “Az Zaman” sergileri. Can Aytekin, kent içi bahçelerden yola çıkarak, tuvalinde bahçelerin geometrik formlarını soyutluyor ve doğadan soyutlanmış kurmaca doğalar olarak bahçeleri bir kez daha görünür kılıyor. Tuvaldeki halliyle bahçe geometrisi belirli bir zaman ve mekan anlayışı dayatıyor bizlere; çizgiselliğin hâkim olduğu bu anlayışta zaman ve mekân tekdüze akışını sürdürürken, doğa ise aksine farklı mekân ve zamanları iç içe geçirerek sonsuz bir çokseslilik yaratıyor. Özellikle İsmet Değirmenci’nin tuval resimlerimde bu mekânsal ve zamansal çoksesliliği görmek mümkün. Doğada farklı türlere ait farklı dünyaları ya da başka bir deyişle farklı melodileri tuval düzleminde kesiştirerek, kontrpuansal bir kompozisyon çiziyor, doğanın fügünü resmediyor.

BİÇİMSELLİK TAHAMMÜLÜ
Rosa Luxemburg da doğada bu çoksesliliği keşfedenlerden biri. Kaldığı hücrenin bahçesinde doğayla kurduğu ilişkiyi, yaşadığı hayvan-oluşu mektuplarında şöyle anlatıyordu: “Arada bir kendimin normal bir insan olmayıp, insan kılığına girmiş her hangi bir kuş ya da hayvan olduğum duygusuna kapılıyorum; içimden, buradaki gibi küçük bir parça bahçede ya da tarlada, yabanarılarının arasında ve çimenlerin içinde, kendimi – parti kurultayında olduğundan daha çok – yurdumda duyumsuyorum” (Hapishane Mektupları, Boyut Yayınevi, 1986). Doğanın çoklu zaman ve mekânını, toplumun çizgisel zaman ve mekân anlayışına yeğleyeceğini belirtmesi, çok anlamlı duruyor. Bir başka mektubunda ise doğanın fügüne nakaratlarıyla katkı sağlayan ötücü kuşların Almanya’da azalış nedenlerini sıralıyor: “Artan rasyonel orman kültürü, bahçe kültürü ve tarım.”

Çitlerle çevirme eylemimiz bugün de tüm hızıyla sürüyor; doğanın çoklu yapısını, bahçenin tekli yapısına indirmekte üstümüze yok. Biçimsizliğe tahammül edemiyoruz.

Not. Can Aytekin’in “Bahçe Resimleri” sergisi, Nişantaşı, Kare Sanat Galerisi’nde 24 Kasım’a, İsmet Değirmenci’nin “Az Zaman” sergisi ise Teşvikiye, Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 4 Aralık’a kadar izlenebilir.

4 Kasım 2010 Perşembe

ÇATILARDA İSYAN VAR



RAHMİ ÖĞDÜL

04 Kasım 2010

Demokrasinin beşiği olarak pek övülür antik Yunanistan; tüm demokratik tahayyülü agorada gerçekleşen faaliyetlere dayandıran anlayışa rağmen antik Yunan'da kadınların, köleler ve çocuklarla birlikte bu demokrasiden hiç de pay almadıklarını, eril mekânlardan ayrı mekânlarda yaşadıklarını, toplumsal kararlardan dışlandıklarını biliyoruz. Erkekler sıcak, sağlıklı bedenlerini tüm çıplaklığıyla kamusal mekânda sergilerken, kadınlar soğuk bedenlerini örterek saklama gereğini duyuyorlardı. Evlerin içinde bile bizdeki selamlık-harem karşıtlığına denk gelen bir ayrım vardı. Erkekler evin giriş bölümünde yer alan andron’da kendi aralarında, sadece kadın kölelerin ve fahişelerin katılabildiği içkili toplantılar düzenlerken, evin kadınları gunaikeion denilen odalarda oturur, erkeklerin toplantılarında asla boy göstermezlerdi. Erkekler topluluğu sözlerin teşhirine ve birbirleriyle giriştikleri eril rekabete dayalı ‘logos’ etrafında örgütleniyordu; oysa kadınlar ‘mitos’un sağaltıcı ritüeliyle bir araya gelerek yatay ilişkiler kuruyorlar, kamusal mekândan dışlanmalarını sözlerin ve tensel dokunmaların birbirine karıştığı mitosla aşıyorlardı (bkzTen ve Taş, Richard Sennett, Metis Yay.).

Erkeklerin mekânı logosun, kadınların mekânı ise mitosun mekânıydı adeta. Tanrı Adonis mitolojisinden kaynaklanan ve her yıl temmuz ayında düzenlenen Adonia şenliklerinde kadınlar geceleri kendi aralarında, evlerin çatılarındaki teraslarda geçici arzu bölgeleri yaratıyor, sabahın ilk ışıklarına kadar mum ışığında ve baştan çıkarıcı baharat kokuları eşliğinde birbirine açık saçık hikâyeler anlatıyor, tensel ve sözel arzularını dillendiriyorlardı.

Adonia şenlikleri bir tarım ritüelini kadınların lehine kentsel bir deneyime dönüştürmüştü. Mitoloji bir hedone, yani haz verici olarak tanınan tanrı Adonis’in, çok genç yaşta bir yaban domuzu tarafından marul tarlasında ördürüldüğünü anlatıyor. Toplumsal hayattan dışlanan kadınlar bu şenlikten bir hafta önce çatılardaki küçük saksılara marul tohumları ekiyor, ilk filizler görünene kadar saksılara özenle bakıyor ve daha sonra bu filizleri ölmeye terk ediyorlardı. Filizler solmaya başladığında şenlik vakti gelmiş demekti. Tanrı Adonis’e atfen Adonis Bahçeleri deniliyordu çatılara; solan marul filizleri tanrının erken ölümünü yansıtıyordu. Ancak Adonia bir yas tutma, ölenin arkasından ağıtlar yakma ritüeli değil, aksine kadınların hazlarını, tensel arzularını önemseyen bir tanrının adına yapılan, kadınların normal hayatta gerçekleştirilemeyen arzularının kutlayan bir şenlikti.

Bu şenlik resmi takvimde yer almıyordu. Kadınlar hava kararınca evlerinden çıkıyor ve mahalle aralarında çatılardan kendilerini çağıran seslere, baştan çıkarıcı baharat kokularına ve mum ışığının zayıf alevine doğru yöneliyor ve merdivenleri tırmanıp çatılarda yabancılarla buluşuyorlardı. Bu gayri resmi şenlikte hiç tanımadıkları kadınlarla karanlıkta geçici hazlar yaşıyor, çatıları bedensel arzuların yaşandığı geçici otonom bölgelere çeviriyorlardı. Sokaklar, kamusal mekânlar erkeklerin, logos’un mekânıyken, çatılar kadınların mitos eşliğinde kendi aralarında kurdukları dostlukların mekanıydı.

Cinsiyetlere göre belirlenmiş, ayrışmış mekânların günümüzde de hiç yabancısı değiliz. Özellikle geleneksel İslam kentlerinde kamusal mekânlar erkeklere, konut mekânları ise kadınlara aittir ve geçmişteki bu ayrışmanın izlerini metropollerde bile görmek mümkündür. Zeynep Çelik, 2004’te Mimarist dergisinde yayınladığı ‘Sömürge Kenti Cezayir’de Cinsiyetle Tanımlanmış Mekânlar’ başlığını taşıyan makalesinde bu ayrışmadan ve kadınların çatılardaki terasları nasıl da alternatif kadın mekânlarına dönüştürdüğünden söz ediyor.

Kasba kenti evleri, mekânın cinsiyete bağlı ayrışmasını yansıtması açısından tipiktir. Bir geçiş yeri olan, daracık, eğri büğrü sokaklardan kafesli pencereleriyle, mimarisiyle kesin olarak ayrılan konutlar içe kapalı bir mekân yaratır. Oysa kadınlar bu içe kapalı mekânı, eril mekân düzenlemesini çatılardaki teraslarla aşmayı bilmişler, tıpkı Adonia şenliklerinde olduğu gibi çatıları dünyaya açılan, toplumsallaşma, çalışma, eğlence ortamına dönüştürmüşlerdir. Bütün kentin manzarasına sahip olan çatılarda kadınlar yaşarken, aşağıda dar ve karanlık sokaklarda erkekler cirit atmaktadır.

Ancak, Fransız işgaline direnen Cezayirli erkekler, kadınların çatılarda yarattığı bu alternatif mekânlardan çokça yararlanmışlardır mutlaka. Fransızlar sokakları, kamusal mekânları denetim altına almaya çalışırken, direnişin çatılarda gerçekleştiğini, yayıldığını pekâlâ söyleyebiliriz. Toplumu açıklamaya çalışan şemalarda hep karşımıza çıkan yeraltı edebiyatı, yeraltı örgütü, yer altı direnişi, alt kültür gibi terimlerin toplumsal normdan sapan hareketleri mitolojik bir evren tahayyülüne göre durmadan yeraltına havale ettiğini görüyoruz. İstenmeyen tüm unsurlar tıpkı mitolojide olduğu gibi yeraltı sakinlerine dönüştürülüyor. Oysa kadınların mitosunda bu şemaların ters yüz edildiğini, direnişin çatılara taşındığı görülüyor. Yeni bir evren tahayyüllünde kadınlardan öğreneceğimiz çok şey var.