27 Mayıs 2018 Pazar

YERİMİZ DAR, YENİMİZ DE

Francis Bacon, 1969
RAHMİ ÖĞDÜL
25.05.2018

Geline “oynar mısın?” diye sormuşlar, “yerim dar” demiş. Yer göstermişler, “yenim dar” demiş. Yerimiz dar, giderek de daralıyor. Yer vardı ama oynamaya gönlümüz olmadığı için dar dedik; yer gösterdiler, bu kez de yenimiz dar dedik. Gönlünüz yoksa bahane çok. Ama bu sefer gerçekten yerimiz ve yenimiz dar, bırakın oynamayı, kımıldayamıyoruz bile. Oynamadan, halaya durmadan birlikte yaşamayı nasıl öğrenebiliriz ki? Oyunlarla, oyunlarda kurulur dünyalar.

Çocukluğumuz mahallede geçti. Evlerin arasındaki boşluklarda oyunlar oynar, oynadıkça birlikte mikro dünyalar kurardık. O zamanlar âlem henüz sanal değildi, el âlemle birlikte sokaklarda düşe kalka büyüdük. O günlerden kalma yaralarımız var. Büyüdükçe hayallerimiz de büyüdü ve oyunlarımızı caddelere, meydanlara taşıdığımızda mevcut dünyanın yerine başka bir dünya kurmaya kararlıydık; yoksulluğun, eşitsizliğin, savaşın olmadığı adaletli bir dünya. Meydanları doldurup özgürlük şarkıları söyledik.

Sonra bir gece ansızın oyun alanlarımızı geri aldılar, şimdi isteksek de oynayamıyoruz, oynatmıyorlar. Yerimiz dar, çünkü iktidar mekân politikasıyla tüm boşlukları tıka basa dolduruyor. Yenimiz dar, çünkü beden politikasıyla bedenleri anatomik sınırlarının içine kapatıyor. Anatomik sınırları içine kapatılmış mekânsız bedenlerimiz bir dolgu malzemesine dönüşmüştür. Ve bazen geçmişin hayaleti ziyaret ediyor bizi, meydanlarda oyunlar oynadığımız eski güzel günleri hatırlıyoruz ve yeniden oynamak istediğimizde kentin dışında, kıyıdaki dolgu alanlarını gösteriyorlar. Doğrusu da bu, dolgu malzemeleri ancak dolgu alanlarına yakışır. Kendi zaman ve mekânını yaratamayanlar, dolgu malzemesi olabilir ancak.

Duvarlar anatomik sınırları içine kapatılmış bedenlerle örülmüştür, meydanlar ise dolgu malzemeleriyle doldurulmuş. Bedenin biçim değil, eylem olduğunu, bedenin mekân ama aynı zamanda kendi mekânını yaratan mekân olduğunu duyumsadığınızda duvarlar yıkılacak. Tuğla biziz, duvarı bizle örüyorlar; dolgu malzemesi de biziz, meydanları bizle dolduruyorlar. Dolgu malzemeleri boşlukları doldurmaya yarıyor sadece, oysa beden kendi mekânını yaratacak denli kudretli. Yerimiz hep dardır, yenimiz de, fakat bedenimiz, bedenlerimiz var, bedenlerimizin kudretiyle düşüncelerin dans edeceği mekânlar yaratabiliriz. İnsan doğurgandır, içinde mekânlar, dünyalar saklar.

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: “Boşluklara doğru ilerle!” Hep birlikte taşıtın içindeki boşlukları doldurduk. Boşluklar doldurulmalı ve mallar olabildiğince rantabl şekilde istiflenmeli. Toplu taşıma araçları kamusal mekândan sayılır ama bizde Batılı anlamda kamusal değil, sürücünün özel alanıdır. Diyelim ki belediyelerin hizmet götürmediği gecekondulu zamanlardan kalma taşıtlar olan minibüslere bindiniz; sürücünün davranışlarından özel bir mekâna girdiğinizi hemen fark edersiniz. Frene ani basışları, yolcuları hiçe sayan sürüş tarzı, çaldığı müzikler. İtiraz ettiğinizde ağzınızın payını verecektir. Çok fazla üstelerseniz, en iyi ihtimalle aracı kenara çekip özel mülkünden dışarı atabilir sizi, en kötü ihtimalle sürücünün darbelerine maruz kalabilirsiniz. Toplu taşıma aracını ya sevecek ya da terk edeceksiniz.

Meydanlar da kamusal mekânlardır, kamunun yatay bir düzlemde birbiriyle karşılaşacağı, müzakere edeceği, oyunlar oynayacağı alanlar. Roma hukukuna dayalı Batı kentleri böyledir. Kamusal mekân ile özel alan tek bir çizgiyle, sokağa açılan kapının eşiğiyle ayrılır. Evinizin eşiğinden sokağa adım attığınızda artık kamusal mekândasınız. Ama Osmanlı kentinde özel olanın, en mahrem yer olan evden başlayarak seyrele seyrele dışarı doğru yayıldığı görülür. Bu topraklar özel, mahrem olanın yayılarak kamusal olanı yuttuğu topraklardır.

“Yerim dar, yenim dar” dediğinizde bir de bakmışsınız size verilmiş olan kamusal mekânı da kaybetmişsiniz. Ve mekânınızı yitirdiğinizde tıpkı toplu taşıma araçlarında olduğu gibi boşlukları doldururken bulursunuz kendinizi; cisminiz kadar yer kaplarsınız. Ve sokağa adım attığınızda, birisinin özel mekânına girmiş gibi oluyorsanız bu faşizmdir. Oynayacak yerimiz yok, kamusal mekânlar özel mülk sayılıyor, hükümdarın özel mülkü. Cisminiz kadar yer kapladığınızda faşizme dolgu malzemesi olabilirsiniz ancak. Kamusal mekânlar, özgürlük alanları birlikte eyleyen ve titreşen bedenlerce yaratılabilir. Yaratmıştık, aylardan yine mayıstı.
Unuttunuz mu?

19 Mayıs 2018 Cumartesi

YATAY VE DİKEY: OLUŞ VE ÖLÜŞ

Paul Klee
RAHMİ ÖĞDÜL
18.05.2018

İki düzlem var önümüzde, biri yatay diğeri dikey. Ve bakışımız bu iki düzlemde dolaşıyor; kâh yeryüzünde yayılıyor, kâh gökyüzüne yükseliyor. Algı ve düşüncemizi de bu iki düzlem belirliyor. Ayaklarımızı bastığımız, var olduğumuz yatay düzleme nedense süfli olanı, yükselmeyi ima eden dikey düzleme ise ulvi olanı yerleştirmişiz. Yeryüzünü sırf yatay olduğu için aşağıladığımızı bile söyleyebiliriz. Eril tahakkümün mitolojide yeryüzüne dişil, gökyüzüne ise eril cinsiyet yüklediğinden beri yatay düzlemi dişil özelliklerle, pasiflik, dağınıklık, parçalılık, biçimsizlikle anıyoruz. Dikey olan ise erilliğin sembolü, aynı zamanda aklın, bütünlüğün ve formun. Dik olan şeylere, fallik nesnelere, dikey mimariye tapıyoruz. Soyutlamalarla yerden göğe doğru yükseldikçe göksel ve eril hakikate en yüksek değeri biçiyor ve yeryüzünü bu değere göre yargılayıp sürekli aşağılıyoruz. Gestalt psikolojisi de dikey düzlemi, “Pragnanz” düzlemi olarak tanımlıyor, yani bütünlüğün, formun düzlemi, aynı zamanda güzelliğin düzlemi de. Yatay düzlem ise maddi olanın, bayağı olanın düzlemidir. Yatay olarak yerleştirilmiş nesneler parçalanmayı, tutarsızlığı, çokluğu ve süfli bir varoluşu ima ediyor.

Yatay hareket edenleri, yaratıkların en aşağısı kabul ediyoruz, sürüngenler mesela. Sevmediklerimize sürüngen dememiz bundandır. Ve evrime çizgisel bir otoyol olarak bakan sosyo-darvinciler de yolun sonunda dikleşmiş erkeği görüyor ve gösteriyorlar. Maymunla başlayıp Homo sapiens ile son bulan popüler çizimleri hatırlayın. Kentsel evrimimiz bile dikleşmenin evrimidir. Çatalhöyük’ün yataylığının yerini günümüzde dikey kentler almıştır. Ülkelerin gelişmişlikleri bile dikeylik ve yataylığa göre belirleniyor. Gelişmemiş olarak var sayılan ülkeler, toprakla uğraşan, tarım yapan ülkelerdir. Gelişmiş ülkeler ise yeryüzünü yıkıma uğratan ve yaşamı dikey düzlemde arayan, uzayda yaşanacak yeni gezegenler için keşfe çıkanlardır.

Hint mitolojisinde yılan kaosu temsil eder ve yılan yatay olarak hareket eden bir sürüngendir. Hintli bir yapı ustası, bir yapı, yani bir dikeylik inşa ederken temel kazığına önce bir yılanı başından çivilemek zorunda. Yatay kaosu, dikey ise kozmosu, formu temsil ediyor. Form yaratabilmek için yatayı, kaosu öldürmeniz gerekiyor. Göksel hakikate inanlara göre yatayın, yani yeryüzünün süfli ve kaotik düzlemi ejderhalar, canavarlar, iblisler üretiyor. Ve della Mirandola’nın kaleme aldığı, Rönesans’ın manifestosu sayılan “İnsanın Vakarı Üzerine” adlı metinde de insanın verili bir yüzü yoktur, insan kendini dikey bir düzlemde hareket ettikçe yaratabilir ancak. En alt düzeydeki en sefil yaratığın yüzüne de, en tepedeki göksel bir varlığın, bir meleğin yüzüne de bürünebilirsiniz. İktidar, varoluşumuza dikey düzlemine göre değer biçiyor.

Dikey düzlem, yerden, yeryüzünden koparılmış kutsalın düzlemidir. Yunanca kutsal anlamına gelen “hieros” ve erk, düzen anlamına gelen “arkhe” sözcüklerinin birleşiminden oluşmuş hiyerarşi sözcüğü ilk önceleri melek gruplarının göksel seviyelerini göstermek için kullanılmıştı. Çok geçmeden kilise yönetimine özgü otorite aşamalarını gösteren bir sözcüğe dönüşmüştür. Ve devletlerin hiyerarşik düzenini kutsallaştırdığımızda iktidarı göksel bir hakikatle ilişkilendiriyoruz. Ya da şirketlerin hiyerarşik yapısında yükselenleri melek yüzlüler sanıyoruz. Ve varoluşu dikey bir düzlemde yükselmek olarak algıladığımızda iktidarın tuzağına düşmüşüz demektir. Hiyerarşide yükseldikçe yeryüzünden, birbirimizden uzaklaşıyor ve nefretin, kederli varoluşun kulelerine kapatıyoruz kendimizi.

Yatay yeryüzüdür, ilişkiler ağı. Ve hep aradasınız. İnsan dikeylikler icat ederek ilişkiler ağından, yatayın karmaşasından kaçmış ve aşkın hakikati göklere çıkararak yeryüzünü aşağılaşmıştır. Yatay, çokluğun alanıdır. Ve çoklukla ilişki kurduğunuzda artık formunuz, biçiminiz değil, işleviniz tanımlayacaktır sizi. Oysa iktidar dikey düzlemin tepesinden baktığında sadece formlar görüyor ve formumuza göre değer biçiyor bize ve formlu olmayı yüceltiyor. Formlarla kuruyor hiyerarşik ölüm kulelerini.

“Yerde, yani yatay düzlemde mi olmak yoksa dikey düzlemde yükselmek mi istersiniz?” diye çocuklara sorsanız. Bahçeli bir evde yaşamak ve yeryüzünde oynamak isteyeceklerdir. Değer verdikleri şeyleri nereye yerleştirmek istediklerini sorduğunuzda “yeryüzü” diyecekler; yükseğe yerleştirdiklerinde aralarındaki ilişki kopacak çünkü. Büyümek, yeryüzünden kopmak ve tüm gücümüzü tepedeki iktidara teslim etmekse, büyümemeyi ve durmadan deneyerek Paul Klee’nin bahsettiği henüz var olmayan halkı icat etmek için çabalamayı yeğlerdim. Yeryüzünde olmak, yılmadan, usanmadan denemektir. Klee demişti: “Biçim sondur, ölümdür. Oluş yaşamdır”. Ölüşü değil, yaşamayı denerdim.

12 Mayıs 2018 Cumartesi

KALIBINIZI KIRMADAN VAR OLAMAZSINIZ

RAHMİ ÖĞDÜL
11.05.2018

Eduardo Galeano sömürgeciliğin görünen ve görünmeyen yüzünü özetlemiş. Görünen yüzünü çok iyi biliyoruz: “Konuşmamızı yasaklar, eylem yapmamızı yasaklar, var olmamızı yasaklar”. Görünmeyen yüzünü ise göremiyoruz, iktidar boyun eğdirmeyi içselleştirmiştir: “Köleliğin yazgımız, çaresizliğinse huyumuz olduğuna inandırır” (Kucaklaşmanın Kitabı, Can). Konuşmanın, eyleme geçmenin, var olmanın mümkün olmadığına inandığınızda kalıplara yerleşmişsiniz demektir. Kalıplara yerleştiğinizde fıtratınızın kölelik ve çaresizlik olduğuna inanırsınız. Baksanıza kalıpları nasıl da yüceltiyorlar, yüceltiyoruz. Birisinin adam olup olmadığına kalıbına bakarak karar veriyor ve yanıldığımızda “kalıbının adamı değilmişsin” diyerek hayıflanıyoruz.

Bize haddimizi aşmamamızı, biçimimizi bozmamamızı öğütlediler. Kalıbının adamı olmak, var olmayı bırakmak demektir. Platon bize haddimizi bildirdiğinde Stoacılar karşı çıkmış ve “herhangi bir şeyin hududu şeyin var olmayı bıraktığı yer demektir” diyerek hudutları tanımlı idealarını reddetmişlerdi. İktidar haddimizi, yani sınırlarımızı belirliyor ve sınırlarını ihlal edenleri cezalandırıyor. Aslında “var olmayın!” diyor bize, varoluşu cezalandırıyor. Çünkü var oluşun hududu bedenin biçimi, kalıbı değildir; kalıbın içinde kalarak değil, kalıbınızı parçalayarak var olabilirsiniz ancak. Sınırları içine kapatılmış bir beden var olmayı bırakmış, içine kapanmış, güçsüz bir bedendir. Bir beden ancak biçiminin ötesine geçtikçe, uzamda yayıldıkça var olabiliyor. Ve iktidar içine kapatılmış varlıklardan, kalıplardan oluşan bir düzen istiyor. Peki, düzen nedir? Tanımlı biçimlerin belirli örüntüye göre mekân içine yerleştirilmesi. İktidar kendi alanını bir yerleştirme sahası olarak tasarlamıştır; modüler parçalardan oluşan bir mobilya sergisi. Kalıplı şeyler belirli bir düzene göre yerleştirildiğinde şeylerin tüm yapabilirlikleri, eyleme geçebilmeleri engellenmiştir. Engellenmeleri gerekiyor, çünkü varlıklar var olmaya başladıkları an biçimlerinin ötesine geçecekler ve kurulu düzeni bozacaklardır. İktidarın “kalıp-bedenleri”, var olmayan bedenlerdir. Bir beden kalıbını kırdığında var olabilir ancak.
Yine Stoacılardan şeylerin eylemler olduğunu biliyoruz. Bir şeyin sınırı şeklinin sınırı değil, eyleminin sınırıdır. Deniz diyoruz ama denizin nerede bittiğini, dalgaların sahildeki sınırını tespit edebilir misiniz? Dalgaların kudretine bağlı olarak bu sınır sürekli değişecektir. Ve eylem olarak su kudretine bağlı olarak yayıldıkça kendi mekânını yaratıyor. Deniz suyunu bir havuza doldurduğunuzda ve biçimiyle tanımladığınızda onu tüm kudretinden yoksun bırakmışsınız demektir. Bir havuzdaki deniz suyunun deniz olmadığını hepimiz biliriz. Ama anatomik sınırları içindeki bir bedeni beden olarak adlandırıyoruz. Oysa var olan bedenin biçimi yoktur, çünkü biçiminin sınırları var olmayı bıraktığı yerdir. Bedenin anatomik bir biçim olmadığını, aksine bedenin diğer bedenlerle karışarak kudretlendiğini ve mekânını sonsuza doğru genişletebileceğini bize Spinoza söylemiştir. Ve bedenler birbirleriyle karışıp kudretlenmesinler, DENİZ olmasınlar diye iktidar kalıplarla iş görüyor. Kalıpların bu kadar övülmesi boşuna değil. Beden eylemdir ve eyleme geçtiğinde ve kudretince uzamda yayıldığında artık kalıbı kalmamıştır. Dolayısıyla var olmak için kalıbınızı kırmanız gerekecek. Marx’ın proletarya için söylediği “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok, kazanacakları bir dünya var” deyişine ekleme yapalım: Kalıplarından başka kaybedecek bir şeyleri yok. Ama kalıbını kırmak ve var olabilmek için bedenin eyleme geçmesi gerekiyor. Eyleme geçtiğimizde ne zincirimiz ne de kalıbımız kalacak. Ve artık kalıptan değil, kudretimizin derecesinden söz edebiliriz.

Kalıplar sadece bedenlere dayatılmıyor. Düşünceler de kalıpların içine yerleştirilmiştir. Sorunlarla karşılaşıp sorunları birlikte çözdükçe var olma yeteneğimizi, kudretimizi arttırmak yerine hazır yapım sorular konuluyor önümüze. Yine hazır yapım bir soru var ve seçenekleri bile verilmiştir. Çoktan seçmeli sorulara alıştırılmış zihinler olası tüm seçenekleri dışarda bırakan şıklardan birini seçmek zorunda kalacak. Oysa biz bu sorunu başka türlü formüle edebilirdik. Ama bir kere daha problem iktidar tarafından belirlenmiştir. Tepkilerimizi bile iktidar belirliyor. Oyunu kuruyor ve kurduğu oyun içinde biz de bize biçilen rolleri, kalıpları oynamak zorunda kalıyoruz. Oysa kalıplarımızı kırabilseydik oyunu biz kurabilir ve işte o zaman kazanabilirdik yitirdiğimiz dünyayı.

ÇİÇEKLERE DEĞİL, YAPRAKLARA BAKIN!


RAHMİ ÖĞDÜL
04.05.2018

Çiçekli zamanlardayız. Çiçeklere bakınca ne görüyorsunuz? Geleneksel toplumlar onlarda tinsellik görüyor, kutsal olanı keşfediyordu. Çiçeklere doğrudan, doğanın içkin değerinin bir yansıması, doğanın doğurganlığı olarak bakmamız oldukça yenidir. Ama sırf alışkanlıktan, hâlâ çiçekleri altta yatan hakikatin yüzeydeki işaretleri olarak algılıyoruz. Hakikati doğrudan göremeyeceğimize göre örtüsünde hakikatin güzelliğini keşfediyoruz. Bize hakikatin “bir” olduğunu söylediler, dolayısıyla doğanın çokluğunda “bir”i keşfediyoruz. Ve bu öyle bir “bir” ki, tüm çokluğu yutuyor ve sadece “bir” kalıyor geriye. Çokluğu yanılsama ve doğayı da hakikati bizden saklayan bir örtü olarak düşünüyoruz. Aşkın hakikat arayışı, yeryüzünden vazgeçişin başlangıcıdır.

Çiçeklerde kutsal hakikati keşfetmek, nesneleri kutsalın tezahürü olarak görmek oldukça eskidir. İlk insanlar da mutlaka kutsalın tezahür ettiğine inandıkları kayaları, taşları, ağaçları sık sık ziyaret etmişlerdir. Ve doğanın görüngülerine aşkın hakikatin dışavurumları olarak bakmak tek tanrılı dinlerde de sürdü. Hıristiyanlar, Türkçede çarkıfelek çiçeği olarak bilinen, İngilizlerin “passion flower” dedikleri çiçekte ölümü görüyorlar mesela, İsa’nın ölümünü. Çiçeğin üç adet erciği (erkeklik organı) çarmıhtaki İsa’nın çivi yaralarını ya da Teslis’i, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruhun üçlü birliğini temsil ediyor. On adet taç yaprağının oluşturduğu çember ise İsa’nın başına takılan dikenden tacı ya da İsa’ya bağlı olan on havariyi. Yaprakları ise İsa’yı yaralayan mızraktır. Ve çarkıfelek çiçeğinin üç günlük ömrü de İsa’nın mezarda kaldığı üç günü hatırlatıyor.

Doğanın doğurganlığı olan çiçek ölümü simgelediğinde, doğa ve doğanın çokluğu da ölüme yazgılı, gelip geçici, aldatıcı, dolayısıyla aldanmamamız gereken bir görüngüye dönüşmüştür. Örtünün altında hakikat saklı. Ve yaşarken yeryüzünü değil, çokluğun altındaki değişmeyen hakikati, hakikatin bize vaad ettiği öte dünyayı, yani ölümü özlüyoruz. Yaşarken ölümü özleyenler olsa olsa yaşayan ölülerdir. Gerçi geleneksel toplumlar hakikatin örtüsüne özenle yaklaşıyor, kutsalı inciltmemeye çalışıyorlardı ama kapitalizm öyle mi? Yeryüzünü yıkma projesidir. Ve kapitalizm yeryüzünü yaşayan ölülerin mekânına çevirmiştir. Yeryüzünü yadsıyan, yadsımakla kalmayan, tüm enerjisini yeryüzünün yıkımından alan kapitalizm insanları beton lahitlere kapatmış, doğanın çokluğunu yok ederken metaları çoğaltmıştır. Metaların çokluğu doğanın yıkımı demektir. Doğanın türleri yok olurken, ambalajları içinde meta türleri ve atıklar kaplıyor her yeri. Ve çokluktan anladığımız, beton tapınaklardaki, AVM’lerdeki şık ambalajlarının içindeki metalardır. Metalara tapınıyoruz ve tıpkı eski Mısırlılar gibi ölüm yolculuğunda bize eşlik etsin diye lahitlerimizi metalarla dolduruyoruz.

Sırf tüketen ve tükettikçe doğanın yıkımına katılan yığınlar sonuçta ölümü arzulayan, ölümü bulaştıran zombilerdir. Kapitalizm yaratıcıdır, yıkarak yaratıyor ve bugün de zombileri yaratmıştır. Popüler kültürü zombilerin işgal etmesi, popüler olanın zombileşmesinden kaynaklanıyor. Popüler olan sadece ve sadece tüketmeye odaklanmıştır. Ve popüler olan doğanın içkin kalıcılığı yerine gelip geçiciliği, gösteriyi yüceltiyor. Kıyametten önceki son günleri yaşıyoruz sanki, gelecekleri olmayan insanların her şeyi, birbirlerini bile tükettikleri çılgın bir gösteri. Kapitalizm kıyametten önceki son gündür. Günü yaşayan, hazların peşinden koşan, yeryüzünü tüketenlerin zamanı. Topyekûn yıkım öncesi son çıkıştayız; bir an önce kapitalist otoyoldan ayrılmalı, ara yollara sapmalı, doğayla, yaşamla buluşmalıyız. Unutmadan, doğa hiçbir şeyin örtüsü değildir, tüm çeşitliliğiyle yaşamın ta kendisi. Hakikat uğruna doğanın örtüsünü kazıdığınızda altından sadece ölüm çıkıyor.

Çiçekli zamanlardayız. Devletin park ve bahçesindeki çiçekler nedense pop starları hatırlatıyor bana ya da ölümü. Gözlerimiz çiçeklere takılıyor ama yaprakları göremiyoruz, tıpkı sıradan insanların öykülerini göz ardı ederken starların hayatlarını göklere çıkarmamız gibi. Çiçek fotoğrafı paylaşanlar magazin izleyicilerine benziyor. Yaprakları paylaşmıyorlar, çünkü yapraklar, gün ışığında su ve karbondioksitten organik madde ve oksijen üreten emekçilerdir, yeryüzünün emekçileri. Yaşam, inorganik ile organik madde arasındaki bitimsiz geçişlerdir ve emekle yaratılır. Hakikati mi arıyorsunuz? Çiçeklere değil, yapraklara bakın!