25 Kasım 2016 Cuma

BİLDİK TOPRAKLAR: TECAVÜZ, MÜSTEHCEN VE SANAT

ARTİST 2016 / "UMULMADIK TOPRAKLAR" / "SİZİ ÇOK FORMSUZ GÖRDÜM!"

RAHMİ ÖĞDÜL
25.11.2016

“Tecavüzcüyle evlenir misiniz?” diye sorsam, hep bir ağızdan “hayır!” diyeceksiniz, biliyorum. Peki, tecavüzcüyle zaten evli olduğunuzu söylesem? Kızmayın hemen, birlikte düşünmeye başladığımızda bana hak vereceksiniz, vermeseniz de en azından kafanızı karıştırmakla yetineceğim.

Doğaya ve bedenlerine durmadan mega projelerle tecavüz edildiği bir dünyada insan doğası ve bedeni bu tecavüzden kaçabilir mi? Eril iktidarın evcilleştirme çiftliğinde doğduk ve doğar doğmaz doğal kudretimizi kısıtlayan bir form içine hapsedildik; toplumsal cinsiyete, ulusal, dinsel, etnik kimliklere özgü kalıpların içine yerleştirildiğimiz an bedenimizin doğal kudretinin, tıpkı sahildeki dalgalar gibi kudretine bağlı olarak değişen sınırlarına tecavüz edilmiş oldu zaten. Sonra evcilleştirme sürecinde tecavüze devam edildi ve tecavüze cevaz vermenin inceltilmiş yollarını öğrendik. Tecavüz ve cevaz, her ikisi de aynı kökten geliyor: Arapça “cwz” kökünden. ‘Tecavüz’: geçme, haddini ya da ölçüsünü aşma; ‘cevaz’: geçme, geçiş belgesi, onay. Sınırları belirleyen, geçiş hakkını da düzenliyor. Eril iktidar, bizi biçime sokarak sınırlarımızı belirleyen ve ardından da bu sınırları istediği gibi geçme hakkını elde edendir.

Sizin payınıza düşen nedir?
Bedenlerimizin tapusu eril iktidarın elinde çünkü. Arazisinin sınırlarını istediği gibi düzenleyebileceği gibi, direnseniz de koyduğu sınırları geçecek ve size tecavüz edebilecektir. Ya da geçişleri yasal olarak düzenleyerek size bu kez yasal olarak tecavüz edecektir. Ne fark eder ki? Yasaları, yani ‘nomos’u yapan odur çünkü. Yunanca ‘nomos’, insan yapımı bir mekân inşasında sınırların çizilmesiyle, yani mülkiyetle ilgilidir. Ve ‘nomos’un Arapçası ‘namus’, eril mülkiyetin arazisine dönüştürülmüş kadın bedenine uygulandığında, mülkiyet meselesi namus meselesine dönüşecektir. Sınırı koyan erkektir; biçimsiz olanı biçime sokan. Felsefeyi yapanlar da erkeklerdi ve Anaksagoras maddeyi etkin ve edilgin olarak ikiye ayırdığında, etkin maddeye akıl anlamına gelen ‘Nous’ adını vermişti. ‘Nous’ edilgin olanı biçimlendiren daha ince bir maddedir, yani erkek. Bu düalist yaklaşımlar yakamızı hiç bırakmadı, erkeğin evcilleştirme alanında erkek sınırı çizen ve biçimlendirendir. Ve kadın, erkeğin sınırlarını tanımladığı ve sınırlarına istediği gibi girebildiği bir arazi. Sadece kadın mı? Doğa, hayvanlar, doğası ve ürünleriyle birlikte insan bedeni, çocuklar ve aklınıza gelebilecek her şey ve tabii ki bir beden olarak sanat da bu tecavüzden payına düşeni alacaktır.

Kadın bedeninin temsiline bile dayanamıyorlar
Bir tecavüz haberi: “Ordu’da kadın heykellerine saldırdılar.” Kadın bedenini temsil eden heykel tecavüze uğramış ve başı gövdesinden ayrılmış. Bırakın kadın bedenini, temsiline bile dayanamıyorlar. Başka bir haber: “Sansüre tepki gösteren sanatçı sergiden çekildi.” Bu yıl çok küratörlü bir yapıya dönüşen ve “Umulmadık Topraklar” genel başlığı altında bu çoklu yapıyı bir araya getiren Artist 2016 Sanat Fuarı’ndaki küratörlüğünü yaptığım “Sizi çok formsuz gördüm!” sergisinde yer alan Özgür Korkmazgil’in dört parçadan oluşan işinin bir parçası, müstehcenlik suçlamasıyla sansüre uğradı. Müstehcen sınırla ilgili bir kavramdır, iktidarın koyduğu sınırla, yani ‘nomos’la. Bir kadın bedeninin müstehcen olup olmaması, tamamen bu sınırların aşılıp aşılmamasıyla ilgilidir. Kadın bedenini haritalandıran giysinin sınır çizgileri, eril iktidarca belirlenmiş mülkiyet sınırlarını, ‘nomos’u ihlal ettiğinde müstehcenlik giriyor devreye. Ve bu ‘nomos/namus’, kadın bedeninin temsillerine de uygulanacak ve sanatçının işi müstehcen diye suçlanacaktır. Yine öyle oldu. Kadını parçalara ayırarak tüketen eril bakışı ve anlayışı eleştiren Korkmazgil’in işi, mahalle baskısına yenik düşen TÜYAP Sanat Fuarı yetkililerince sergiden kaldırılmak ya da +18 ibaresiyle kapatılmak istenmiştir. Sanatın ve sanatçının tek bir sınırı vardır oysa: Durmadan kaçan ufuk çizgisi. Sanatçı, ufuk çizgisine doğru yönelerek serüvene atılandır. Ama sanata yapılan bu müdahaleyle hem sanat ve sanat kurumu hem de kadın imgesi bir kez daha ‘nomos’un sınırlarına yenik düşmüş ve tecavüze uğramıştır. Dedim ya, tecavüzcüyle evlenmişsiniz!

20 Kasım 2016 Pazar

SESSİZLİĞE KARŞI SESSİZLİK: KONTRA SESSİZLİK


RAHMİ ÖĞDÜL
18.11.2016

Mültecilerin anısına sessiz sedasız bir sergi açıldı geçen hafta; tıpkı yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış insanların göç yollarında sessiz sedasız canlarını yitirmeleri gibi. Ne açılış vardı ne de sergilenen işin bir mekânı: “Akdeniz’de Herhangi Bir Yerde.” Ölülerinin şimdi nerede olduklarını bilmiyoruz; onların anısına gerçekleştirilen sualtı yerleştirmesinin yerini de. Elimizde sadece videosu var. Mültecilerin çığlıklarına kulaklarını tıkayan dünyanın sessizliğine, kontra sessizlikle yanıt veriyor bu video. Kontra sessizlik, sessizlikle aynı şey değildir. Sessizliğe karşı sessizlik, kulak zarlarını parçalayan bir sessizlik. Nefes alış verişlerin duyulduğu videonun sessizliği, yaşama tutunma çabasının çığlığıdır, yaşamın isyanı. Var olan sessizlikse ölü taklidi yapanların sessizliğidir, korkudan nefeslerini tutup ölüme yatanların. Kontra sessizlikte nefes alış verişler, zamanı hızlandırıp yavaşlatarak sessizliği bir patlama eşiğine doğru sürükler. Bir şeyler olacaktır; zaman, yeni şeylere gebe. Ve her soluk, şiddetli bir darbe olarak iniyor ölü taklidi yapanların durmuş kalbine.

Bu video bir kalp masajı
Bu video, yaşanan trajedi karşısında susarak ölü taklidi yapanları hayata döndürme çabasıdır, bir kalp masajı. Su içinde canlarını yitirenlerin son nefeslerini temsil eden cam baloncuklara, soluk alma sesi eşlik ediyor, derinden. Ölü taklidi yapanlara, nefesini tutanlara unuttukları bir eylem olan soluk almayı hatırlatıyor, öğretiyor, yaşama tutunmanın direngen tavrını. Evrenin rüzgârı geçiyor içimizden, tüylerimiz ürperiyor. Yaşam üzerine bir meditasyon. Ölümün yüceltildiği bir dönemde yaşamın soluğunu, özgürlüğün kanatlarını duyumsatıyor bizlere.

Mülteciler adlarını ve kimliklerini veren kentlerini, ‘polis’lerini yitirmekle kalmadılar, taşlara kimliklerinin yazıldığı mezarlıkları, ‘nekropolis’leri de yok şimdi, kimliksiz ve yersiz yurtsuz. Sualtı Sanat Çalışmaları (UWAW) kolektifinin ürettiği “Akdeniz’de Bir Yerde” adını taşıyan yerleştirme, denizde canlarını yitirenlerin anısını yaşatıyor. Denizin dibindeki çayırların arasına iplerle bağlanmış cam balonlar ya da ağızlarından çıkan son nefesleri. Cam balonlar, dip akıntılarıyla birlikte salınırken mültecilerin tutunmaya çalıştıkları yaşamdır vurgulanan. Bu yerleştirme ve videosu, ölümü yücelten bir ölüm kültünü değil aksine, her şeye rağmen yaşama tutunmaya çalışanların suda asılı kalmış yaşam sevinçlerini geçiriyor bize. Fonda soluk alma sesleri. Mültecilerin trajedisini, medyadan devşirdikleri hazır ölü imgelerle istismar eden üretimlerden farklı; videoyu izlerken kadim yaşama sanatına, nefese, evrenin soluğuna odaklanarak yitirdiğimiz biyosfere, yaşam küresine yeniden yerleşiyoruz.

Hayata baktığımız yer
İngiliz şair William Blake “bir kum tanesinde bir dünya görmek”ten ve “sınırsızlığı avucun içinde tutmak” tan söz ediyordu. Biz de hava baloncuklarının içinde yaşamın yeşerdiği bir dünya görüyor ve evrenin sınırsızlığını bir solukta içimize çekiyoruz. Hava kabarcıkları, pamuk ipliğiyle yaşama bağlananların, yaşamın akıntılarıyla salınan yaşam sevinçleridir; ve soluduğumuz sürece umudun, uçan balonlar gibi hep yukarı yükselmeye teşne hava kabarcıklarında saklı olduğunu biliyoruz.

Hava baloncuklarının içinden baktık hayata, bakıyoruz. Her insan, yaşadığı sürece bir hava kabarcığıdır çünkü; her kabarcık bir yaşam alanı. Bir düşünsenize yan yana geldiğimizi; hava kabarcıklarımızı birleştirdiğimizi ve engin bir hava sahasında düşüncelerimizin ve bedenlerimizin kanatlandığını. Oysa şimdi yaşam kürelerimiz, hava kabarcıklarımız birer birer patlatılıyor. Canlarımız, yuvalarımız, kentlerimiz, kurumlarımız, yaşam alanlarımız yok edilirken, ölü taklidi yapanların hala canlı olduklarından nasıl emin olabiliriz ki? Ama yaşam derinlerde, giderek hızlanan soluk alışlarla yeni bir olay hazırlıyor bizim için. Nefes alıp vermek bir olaydır. Dirilmeye ve ayağa kalkmaya hazır mısınız?

Not: Alp Çağpar, Bengiz Özdereli, İnci İyibaş, Nezir İçgören ve Saner Gülsöken’den oluşan UWAW’ın gerçekleştirdiği sualtı yerleştirmesinin videosuna, www.uwawworld.com sitesinden erişebilirsiniz.

11 Kasım 2016 Cuma

SOYTARICA BİR ŞEY YAPALIM, KAFA ATALIM

RAHMİ ÖĞDÜL
11.11.2016

Boğazımızda düğümlenmiş kalmış, çıkaramıyoruz. Kan ter içinde uyanıyoruz derin kâbuslardan ve kekelemeye başlıyoruz. İçinde yaşadığımız, ama bir türlü kendimize bile itiraf edemediğimiz karmaşadan, anlamsızlığın derin çukurundan bizi yüzeyin ferahlığına taşıyacak sözcük, bir türlü çıkamıyor ağzımızdan. Bir şeyler yapmalı. En iyisi kitaba başvurmalı, kekemeliğimizi çözecek bir çare buluruz belki: Grotesk Yerginin Tarihi (1894). G. Schneegans, “soytarıca, bürleks ve grotesk” olarak üç tür komikten söz ediyor. “Soytarıca komik” için verdiği örnek, bir türlü ifade edemediğimiz ve kekeleyip durduğumuz trajik durumumuza komik bir çözüm olabilir.

İtalyan ‘commedia dell’arte’den bir sahne aktarıyor yazar: “Kekemenin biri Arlekino ile konuşmaktadır, zor bir kelimeyi bir türlü telaffuz edemez; büyük bir çaba sarf eder, nefesi kesilir, kelime boğazına takılır kalır, terler, ağzını dahi kapatamaz, titrer, tıkanır. Yüzü şişer, gözleri pörtler; sanki doğum sancıları, kasılmaları çekmektedir. Sonunda beklemekten sıkılan Arlekino sürpriz bir hareketle kekemeyi derdinden kurtarır; ona doğru hızla koşup karnına bir kafa atar. Zor bir kelime sonunda doğmuştur” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, çev. Çiçek Öztek, Ayrıntı).

Birbirimizi doğurtmaktan başka çaremiz var mı? Bir söyleyebilsek o zor sözcüğü, ağzımızdan bir çıkarabilsek, inanın hep birlikte kurtulacağız. Bizimkisi zor gebelik; çocuğumuzu, kendi sözümüzü doğuramazsak, doğmamış sözümüzle birlikte bizi de kaybedecekler hiçliğin karanlığında. Söylersek hem sözümüz kurtulacak hem bedenimiz, ferahlayacağız. Marx’ın ‘Gotha Programının Eleştirisi’nin sonuna eklediği o meşhur cümle geliyor aklıma: “Dixi et salvavi animam meam”, “söyledim ve ruhumu kurtardım.” Söyleyemediklerimizin altında sadece ruhumuz ezilmiyor, bedenimiz de. Ezildikçe değersizleşiyor, değersizleştikçe hiçleşiyoruz ve hiçleşenler için bir tek çözümsüzlük kalıyor geriye: var olabilmek için varlıklarını iktidara armağan etmek. Birbirimizin karnına kafa atarak, dokunarak doğurtalım, doğuralım şu zor sözcüğü ve anlamsızlığın, hiçliğin dipsiz kuyusundan çıkalım; yüzeyin yataylığında sözcüklerimizle örelim direnişi. Sadece sözcük değil, biz de doğacağız, unutmayalım. Hiçlikten varoluşa, kaostan kozmosa doğru bir yolculuk olacak bizimkisi, bir doğum yolculuğu.

Sözü doğurtmak için karna kafa atmak, bir diyaloğu başlatmaktır. Karnımıza kafa atan, bizim sözümüze muhtaç; onun karnına kafa attığımızda biz de ağzından çıkaracağı sözcüğe. Sözcüklerimiz birbirini dölleyecek. Evet, kekeleyelim, hatta daha fazla kekeleyelim ve daha fazla kafa atalım birbirimize. Eril, despotik dilin dengesini bozmak gerek. Kekelemek, dili çatallandırarak dengesini bozmaktır. İktidar zihinlerde ve mekânda despotik bir düzen ve denge yaratacağını, dolayısıyla dili de değişmez öğeler ve ilişkilerle sabitleyebileceğini sanıyor. Kekeleyelim, bozalım dengesini ve yeni kavramlar doğuralım.

Ne zaman kekeleriz? Bildik düşünce kalıplarının ve bu kalıplarda kullanılan sözcüklerin, gramer kurallarının artık işe yaramadığı durumlarda. Kalıpların ifade ettiği gerçeklik ile yaşadığınız gerçeklik arasındaki derin uçurumu, dilin yetersizliğini duyumsadığınızda, diliniz tökezlemeye başlar ve dil anlamsıza doğru kayarken düşe kalka yeniden dengesini, anlamı kekeleyerek bulacak. Yürürken sürekli dengenizin bozulması ve yeniden denge kurmak için çabalamanız gibi, konuşurken yaşamın denge ile dengesizlik arasındaki geçişlerini düşünce ve dile yansıttığınız durumdur kekelemek. Kapalı ve korunaklı bir yerden çıkıp yaşama katıldığınızda, yaşamın akışkan kuvvetlerine rağmen anlam devşirmeye çalıştığınızda, kekelemek kaçınılmazdır. İktidarın kendi konumunu meşrulaştırmak için dilde kurduğu dengeli yapıyı, temellerine dek sarsmak ve yıkmaktır ve yıkarken tüm değişkenleriyle birlikte yeni bir dil icat etmek. Evet, kekeliyoruz ve kekelemek yaratıcı bir edimdir, yeni doğumlara gebe. Kralın soytarısı olmak yerine birbirimizin soytarısı olalım, ne dersiniz? Karınlarımıza kafa atarak doğurtalım sözümüzü; söyleyelim ve hem sözümüzü hem de bedenlerimizi kurtaralım.

5 Kasım 2016 Cumartesi

YÜREKLERİN VURUŞU ÖLÇÜYE SIĞAR MI?

RAHMİ ÖĞDÜL
04.11.2016

Sınırların, ölçünün ve yasanın alanındayız. Sınırları aştığımızda ölçüyü ve yasayı ihlal etmekle kalmıyor, kalıbımızı, dolayısıyla kimliğimizi de yitirebiliyoruz. Ama unutmayın, bizi sınırların içine kapatıp, tek bir yer ve işleve sahip kimlikli formlara dönüştürmedikçe egemenlerin içi rahat etmez. İstemezler sınırımızı, haddimizi aşmamızı, formumuzu yitiriyoruz çünkü ve ortalıkta tanımadıkları, adlandıramadıkları, sınıflandıramadıkları tuhaf oluşlar dolaşmaya başlayınca birden kaygılanmaya başlıyor, huzurları kaçıyor, huysuzlaşıyorlar. Aristoteles’in ‘Politika’ kitabında bahsettiği ve her türlü sınıflandırmadan kaçan, çok işlevli “Delphoi bıçağı” gibi tedirgin edicidir kalıplarını parçalayanlar.

Buduyorlar bizi
O yüzden de sınırlarını aşıp olmadık şeylerle bağlantı kurmasınlar, çaktırmadan form değiştirmesinler diye budadıkça buduyorlar bizi. Yeryüzünün ayrıksı şeylerine bağlandığımız zihinsel ve bedensel uzantılarımız budandıkça güdükleşiyoruz. Bahçelerinde yetiştirmek istedikleri tam da böyle güdük bir nesildir. Ve budanmış, şekle sokulmuş bu güdük gövdeleri tepe tepe kullanabilirsiniz, nerede ve nasıl kullanacağınız artık size kalmış. İster savaşa sürün, ister tarlaya, ister fabrikaya; isterseniz şirketlerinizin masalarına oturtun; ister mavi yaka giydirin, ister beyaz yaka. Gıkları çıkmayacaktır; üstelik komutlarınızı kutsal bir kelammış gibi huşu içinde yerine getirecekler. Tükenecekler diye de üzülmeyin, ev içi imalathanelerde kadınlar yenilerini üretecek. Biyo-iktidarın üretim süreçlerini kontrol ederek yetiştireceği bu golem sürüleri, sürüler halinde sokaklarda dolaşarak üretim hatalarını, kaçakları, ölçüyü kaçıranları, sınırlarını aşanları, şeklini bozanları derhal imha edecekler. Biz ideallerimizin peşinden koşarken, distopya gerçekleşmiş ve faşizmin karabasanı yaşamı karartmış bile. Var olmayan, idealize edilmiş bir şimdinin içinde, yaşadığımızı sanırken gelecek, tekdüze ritimlerle uygun adım yürütülen güdük varlıklarca biçimlendiriliyor.

Korkmayın hemen. Kararan yüzeydeki yaşantılarımız, ama yüzeyin altında çarpan vuruşlar, yaşamın karartılamayacağının teminatı. Şairin dediği gibi: “Kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir.” Faşizmin tekdüze ritmini bozacak olan yaşamın yürek atışlarıdır. Ve yürek atışlarının nasıl da yüzeyi zangır zangır titrettiğini de biliyoruz. İstediğiniz kadar üretimi kontrol etmeye, hatasız güdük nesilller üretmeye çalışın, yürek vuruşlarının ritmini, despotik tonun ritmine uyduramazsınız. Mutlaka üretim bandından kaçanlar, Oscar’lar çıkacak, yüreklerinin tekil vuruşlarıyla, golemleri uygun adım yürüttüğünüz tekdüze ritimlerinizi bozacaklar.

Ve çökecekler
Günter Grass’ın aynı adlı romanından sinemaya aktarılmış ‘Teneke Trampet’in büyümeyi, üretim sürecine katılmayı reddetmiş kahramanı Oscar, çok sevdiği teneke trampetiyle golemlerin, Almanya’daki Faşist sürülerin tekdüze ritimlerle uygun adım yürütüldükleri resmigeçiti dağıtmıştır. Zorlama düzenin despotik ritimleri, yaşamın kaotik, bozuk ritimlerine ayak uyduramaz. Yaşam, sürekli dengeleri bozarak ilerleyen bir yürüyüştür çünkü, dengemizin bozulduğu ve yeniden denge kurmak zorunda kaldığımız. Yürürken, yaşamın kuvvetlerine maruz kalan bedeniniz, denge yitimine karşı dengeyle yanıt vererek yol alır uzamda. Attığımız her adım dengemizin bozulmasına yol açar ve bir sonraki adımda yeniden toparlanıp dengemizi kurmak için çabalarız. Rastlantısal tökezlemeleri de hesaba kattığınız da yürüyüş, denge ile dengesizliğin bitimsiz dansıdır, tıpkı yaşam gibi. Yürümek, yaşamın kaotik kuvvetleriyle dans edebilmektir. Ve golem sürülerini istedikleri kadar dengede tutmak için despotik adımlarla yürütsünler, yaşam vuruşlarıyla bozacak dengelerini. Ve çökecekler.

Şimdi yürek olup atmanın zamanı. Yüreklerin vuruşu ölçüye sığmaz. Donmuş bir göl yüzeyi, dipten gelen dalgaların kudretine dayanabilir mi hiç? Buzdan kalıplar da dayanamaz yüreklerin kudretine. Ne diyor Ezra Pound? “Köle, birinin gelip onu özgürleştirmesini bekleyendir.” Boşuna beklemeyin, kimse gelmeyecek. Çıkaralım yüreklerimizi, trampetlerimizi, özgürlüğün vuruşlarıyla çınlasın mekânlar!