30 Kasım 2013 Cumartesi

PANDORA’NIN KUTUSU’NDAN KAÇAN BOĞA: GAYRİMEŞRU İLİŞKİLER



RAHMİ ÖĞDÜL

28.11.2013

Adı üstünde, muhafazakâr iktidar; şeyleri muhafaza kaplarının içine yerleştiriyor. Her türlü nesneyi ve özneyi ait oldukları kutuların içine yerleştirirken, aralarında kuracakları her türlü ilişkiyi de engellemek için elinden geleni yapıyor. Yenmesi mekruh ile helal olan yiyecek içecekleri ayırır gibi toplumsal cinsiyetleri, toplumsal sınıfları da yine ayrı ayrı kutuların içine tıkarak kızlı erkekli, gayrimeşru ilişkileri önlemeye çalışıyor. Adı üstünde, muhafazakâr iktidar; buzdolabındaki muhafaza kaplarına yerleştiriyor her şeyi.

Oysa Pandora’nın Kutusu açıldı bir kere ve buzul çağı geçeli epey oldu. Modernite her şeyin yerinde durduğu ve sabit bir işlevi olduğu geleneksel özneleri ve nesneleri yerlerinden koparmış ve kentlerde yeni bağlamlara, yeni ilişkilere zorlamıştı.  Sanat üzerinden de bu değişimi izleyebiliriz. 17. yüzyıldaki Bernini’nin Davut heykeli ile 16. yüzyıldaki Michelangelo’nun Davut heykeli arasındaki fark, modern olan ile geleneksel olan arasındaki farktır. Davut’u alabildiğine büken Bernini, artık Michelangelo’nun Davut’unda olduğu gibi yeri sabit bir özneyi değil, sürekli hareket halindeki ve hareket ettikçe yorumlamak zorunda kaldığı görünümle birlikte işlevi de değişen özneyi amaçlamıştı. Yerinden koparılan öznenin durumudur aslında Bernini’nin Davut’u. 19. yüzyıla gelince öznenin sürekli farklı konumlar alarak başkalaştığını vurgulayan Edouard Manet’nin “Folies-Bergeres’teki Bar” tablosuna rastlıyoruz. Kişi barın arkasındaki aynada artık kendini göremez ve tekçi, çizgisel perspektifin optik yasaları da burada geçerli değildir; optik açıdan olmadık bir yerde görür başkalaşan imgesini.

20. yüzyılda Picasso Avignon’lu Kadınlar tablosuyla Bernini’nin heykelde yaptığını, etrafında dolaştıkça kendini farklı şekilde ifşa eden heykel yerine, tuvalin iki boyutlu düzlemine nesnenin farklı açılardan görünümlerini yan yana getirerek gerçekleştirmiştir. Öznelerin ve nesnelerin anlık görünümlerine bağlı olarak parçalandığı, ayrışık parçalardan oluşmuş kübizmin kırık düzlemine vardık böylece. Kübizm burada da kalmadı, hayatın içindeki farklı konum ve işlevlere sahip nesneleri yerlerinden koparıp tuvalin iki boyutlu düzlemine yapıştırdığında kolaja ulaştı. Modernite tarafından yerlerinden koparılmış öznelerin kentlerde birer kolaj gibi yeni ve farklı ilişkilere girdikleri toplumsal düzlemi kolaj, sanatın düzlemine taşımıştı. Artık nesneler ve özneler ait oldukları yer ve işlevden bağımsızlaşarak gayrimeşru ilişkiler kurmak üzere yan yana gelebiliyor. Dolayısıyla çerçevenin parçalandığı, şeylerin alabildiğine yayılıp olmadık ilişkiler kurdukları bir dönemde sanatsever iktidarın Bedri Baykam’ın boş çerçevesine sığınması da anlamını koruyor.

Kadıköy, Altıyol’daki Boğa heykeli tüm toplumsal yan yana gelişlerin merkezinde duruyor. Kendisi de bir kolaj nesnesi olarak yeryüzünde dolaştıktan sonra Kadıköy’e yapıştırılmıştı. Boğa sembolüne baktığımızda farklı kültürlerde farklı anlamlar yüklendiğini görüyoruz. Pagan bir geçmişe sahip boğanın yaşamın kudretini simgelediğini söyleyebiliriz. Modernite nesneleri yerinden ve işlevinden koparıp başka bir bağlama yerleştirdiğinde yeni ilişkilerle birlikte yeni anlamların doğmasına yol açıyor, tıpkı resimdeki kolaj gibi. Boğa heykeli de geçmişte taşıdığı tüm anlamların yanı sıra toplumsal kudretin simgesi gibi duruyor artık Kadıköy’de. Sınıflandırmacı iktidarın muhafaza kaplarının içine tıkmaya çalıştığı özneler Boğa’nın etrafında yan yana gelerek iktidarın hiç de tasvip etmediği kızlı erkekli gayrimeşru ilişkiler yaşıyorlar. İktidar karşıtı ilişkilerle giderek kudretlenen öznelerin kesintisiz yaşam enerjisinin, yaşam severliğin simgesidir Boğa heykeli.

Ölüm sever iktidar artık gerçekleştirmesi mümkün olmayan bir hayalin peşinde. Modernitenin açtığı Pandora’nın Kutusu’ndan kurtulan özneler olmadık yan yana gelişlerle gayrimeşru ilişkileri çoğaltırken, kutudan çıkıp yeryüzüne dağılmış özneleri tekrar toparlayıp ait oldukları yerlere, çerçevelerin içine tıkabileceği sanısına kapılıyor. Melankolik bir iktidar var karşımızda. Freud, melankoliyi yitik bir nesneye yönelik bastırılmış bir saldırganlık olarak tanımlamıştı. Melankolik kişilik, yitik nesnenin yasını tutmak yerine gerçeği kabullenmeyi reddeder ve yine Freud’a göre kimi zaman işi intihara kadar vardırır. Muhafaza kaplarının, çerçevelerin içinden kaçan özneler ve nesneler karşısında politik bir intihara mı kalkışıyor iktidar?


21 Kasım 2013 Perşembe

İÇİMİZDEKİ YABANCILAR: KUSURA BAKMAYIN ÇOK DEĞİŞTİM!


RAHMİ ÖĞDÜL

21.11.2013

Piyasanın dışı var mı? Dolayısıyla piyasa dışı sanat mümkün mü? Bu soruyu soran bir panel düzenlendi geçen hafta Kadıköy Taksav’da. Katılımcıları arasında ben de vardım. Önce piyasanın ne olduğunu tanımlamak gerekiyor galiba.  Günümüzün mevcut kapitalist ilişkilerine bir bütün olarak piyasa diyebiliriz; pazar ilişkilerinden tutun da ev içlerine, insan ilişkilerine dek sızmış her türlü kapitalize olmuş ilişkiyi tanımlamak için kullanabiliriz piyasayı. Şirketleşen bireylerin her biraya gelişleri, ister evlilik olsun ister başka türlü birliktelikler olsun piyasanın yeniden üretildiği bir ortam yaratıyor. Foucault tanımı genişletip dispozitif olarak adlandıracaktı tüm bu ortamı, yani özneleri üreten makine.  İktidarın davranışlarımızı, beden dilimizi, düşüncelerimizi yararlı olduğunu düşündüğü bir doğrultuda yönetmek, denetlemek ve yönlendirmek için pratikler, bilgiler, önlemler bütünü. Bu ilişkilerin dışında bir başka yaşam mümkün mü? diye de sorabilirdik soruyu. Ertuğrul Akgün’ün moderatörlüğünde düzenlenen panel ister istemez bir bütün olarak piyasanın nerelere sızdığı, sadece sanatı değil, tüm yaşamı nesneleştiren ve metaya dönüştüren bir ortamın sorgulanmasını gerekli kılıyor. Panele katılan Kamusal Sanat Labaratuarı’ndan Niyazi Selçuk, sanatın parlak yüzeyinin altında yatan kirli kapitalist ilişkileri açık eden eylemlerinden söz etti.  İpek Çankaya içinde yer aldığı, hiç bir kuruma dayanmayan, kâr amacı gütmeyen bağımsız bir sanat girişimi olan halka sanat projesi'nin nasıl ortaya çıktığını ve bağımsız sergiler, atölyeler, sanatçı rezidans programlarıyla bir “dışarısı” yaratmanın mümkün olabileceğini anlattı.

Mevcut ilişkilerle örülmüş bir şimdinin içerisinde dışarısını hayal etmek giderek güçleşiyor. Çemberin içi ya da dışı tartışmalarını İ.Ö. 5. yüzyıla, Parmenides’e kadar uzatmak mümkün. Parmenides sadece akıl yoluyla ulaşabileceğimiz bir hakikat çemberi tasarlamış ve bu çemberi bölünmez, hareket etmez bir varlık olarak düşünmüş ve “Bir” adını vermişti bu ontolojik hakikat çemberine. İktidarın tekçi anlayışıyla karşılaşıyoruz burada. Varlığı tekleştiren anlayışla. Tüm çokluk, değişim, dönüşüm çemberin, yani varlığın dışına sürülmüştü, yani sanıların dünyasına. Tekçi anlayışa göre tasarlanmış çemberin dışındaki her türlü olası yaşamı bir sanı olarak düşünen iktidarın uygulamalarıyla örtüşüyor bu. Kendi ilişkilerini çemberin içinde sonsuza kadar dondurduğu sanısına kapılan iktidardır oysa.

Çemberin dışına sürdüğümüz çokluk, değişim, dönüşüm içimizde olmasın sakın! Kendimizi de hakikat çemberine göre yeniden üretirken, barındırdığımız her türlü çokluğu bastırdık ve tekçi bir anlayışla kurduk kendimizi ya da iktidarın çemberini geçiriverdik sırtımıza. Julia Kristeva, ‘Strangers to Ourselves’ (Kendimize Yabancılar) kitabında tam da bu noktaya değiniyor; içimizdeki yabancıyı ya da çokluğu dışsallaştırarak dışarıdaki bir yabancıya dönüştürdüğümüz bir bilinçdışı süreçten söz ediyor Kristeva. Tekçi bir anlayışla kurarken kendimizi, içimizdeki tüm yabancıları çemberin dışına öteledik (bkz R. Kearney, Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, Metis).

İçimizdeki tanıdık yabancıları çemberin dışına ittik, dolapların içine tıktık. Ve bu biçimsiz lekeler saklandıkları dolaplardan firar edince çok korkutuyorlar bizleri. Soyut dışavurumcu ressam Mark Rothko’nun ölümünden önceki son tuvallerinde özgürce süzülen, bulutumsu, biçimsiz figürler görünmeye başlamıştı. “Sanatçı artık kapitalist sistemi yüceltme isteği duymaz ve bilinmeyene gizemli bir yolculuktan başka bir dileği yoktur” diye yazıyordu Vernon H. Minor Sanat Tarihinin Tarihi kitabında (Koç Üniversitesi Yayınları). Ve içindeki tanıdık yabancılara doğru çıktığı bu tehlikeli yolculuğu sanatçı, bileklerini keserek sona erdirdi. Tehlikeli doğumlarda doktor doğum yapanın yakınlarına şu soruyu sorar: Anneyi mi yoksa bebeği mi kurtaralım? Rothko’nun durumunda anne ölmüş, bebek kurtarılmış oldu.

Bazen de içimizdeki tanıdık yabancılardan kendimizi doğururuz, eski kimliğimizi deri değiştirmiş bir yılan gibi geride bırakırız ve Oscar Wilde’ın durumuna düşebiliriz: “Kusura bakmayın çok değiştiğim için sizi tanıyamadım.” Wilde’ın bu deyişini halka sanat projesi, Orhan Cem Çetin’in editörlüğünde hazırladıkları bir serginin başlığına taşımış. Sergide, Sezgi Abalı Attal’ın “M.G.’nin Unuttuğu Hayatı” adlı yerleştirmesiyle, Yaşar K. Canpolat’ın sekiz parçadan oluşan “İsimsiz” adlı fotoğraf serisi ve Gözde Güngör’ün “Mono No Aware” üst başlığını taşıyan üç fotoğraf çalışması yer alıyor. Sergi bellek teması etrafında dönse de hangi bellek sorusunu soruyoruz ve içimizdeki tanıdık yabancılarla temasa geçmenin yaratıcı yolculuğunu hissediyoruz. “Huzursuzluk verici yabancılık aklın huzurlu topraklarına ayak basar… Bu andan itibaren kendimize yabancı olduğumuzu fark ederiz; başkalarıyla birlikte var olmayı deneyebileceğimiz zemin tam da budur” diyordu Kristeva. Dışarısının içeri sızarak hakikat çemberinin parçalandığı âna dikkat çekiyor.

Not: Orhan Cem Çetin editörlüğünde düzenlenen “Kusura Bakmayın Çok Değiştiğim İçin Sizi Tanıyamadım” adlı fotoğraf ve yerleştirme sergisi Kadıköy halka sanat/ galeri’de Aralık ayına kadar açık kalacak.

14 Kasım 2013 Perşembe

AYNI MAHALLENİN ÇOCUKLARI: MARTILAR, KARABATAKLAR VE SİYAH KARE


RAHMİ ÖĞDÜL

14.11.2013

Doğaları bu kadar mı farklı olur? Hepsi de aynı mahallenin çocukları. Çoğunlukla Haydarpaşa Mendireği’ne takılıyorlar. Karabataklar ve martılardan söz ediyorum. Karabatakları ele alalım. Sadece suyu ve su yüzeyini biliyorlar ve dikine çizgisel bir yaşam sürüyorlar su dünyasında. Derinlere dalıp balık avlıyor, sonra su yüzeyinde, mendireğin, kayalıkların üzerinde soluklanıyorlar. Kapalı, dikine, çizgisel dünyalarının dışarısı yok gibi. Sadece kendi işiyle ilgilenen, konusu üzerinde, dört duvar arasında derinlemesine araştırmalar yapan uzmanları andırıyor karabataklar ya da başka dünyalardan habersiz, sadece kendini işine vermiş, kendi kapalı dünyasında yaşayan insanları.

Martılar ise çok farklı. Farklı dünyalar arasında yatay, verevine ve dikine hareket ederek çok yönlü, çok merkezli bir yaşam sürüyorlar. Kimi zaman simit atanlarla birlikte gemilerin arkasına takıldıklarına tanıklık ediyoruz. Sonra, kullanım dışı kalmış, birbiriyle ilişkisiz, ayrışık nesnelerin yığıldığı çöplükleri karıştırıp işine yarayacakları seçen, bu nesneleri ayırıp sınıflandıran Baudelaire’in paçavracısı gibi kent çöplüklerinde görüyoruz onları. Farklı dünyalar arasında gezinerek topladıkları nesnelerden kolajlar yapıyorlar kendilerine.

AYRI DÜNYALARDA YAŞAMAK
Hayvan davranış bilimci Uxeküll canlıların kendi algılama kapasitelerine bağlı olarak kendi dünyalarını oluşturduklarını, dolayısıyla ne kadar canlı türü varsa o kadar dünya olduğunu söylüyordu ve bu dünyaların tıpkı müzikte olduğu gibi kontrpuanlarla kesiştiklerini yazıyordu. Karabataklar, suyun içinde yaşayan balıklarla arasında sadece dikine kontrpuansal ilişki kurarken, martılar hem suda hem de karada, yani farklı dünyalar arasında çok yönlü kontrpuansal ilişkiler kurarak algı, dolayısıyla eylem dünyalarını genişletmiştir. Her canlının kendine has dünyası bir dizi anlam taşıyıcısından oluşuyor ve karabataklarla martıların anlam taşıyıcıları birbirinden çok farklı. Şimdi karabatakların martıları, mahallenin dışına çıktıkları ve algı, dolayısıyla eylem dünyalarını genişletikleri için gayrimeşru bir hayat sürdükleri için suçladıklarını farz edelim. Ve iktidarı ele geçiren karabatakların mahalleyi kendi algı dünyalarına ve anlam taşıyıcılarına göre yeniden örgütlemeye çalıştıklarını.

Amacım, insan ilişkilerini hayvanlara yükleyip bir başka La Fontaine fablı üretmek değil, sadece farklı algı ve anlam dünyaları olan canlıların ayrı dünyalarda yaşadıklarını vurgulamak istedim. İnsanlarda tıpkı diğer canlılar gibi kendi algı kapasiteleri ve anlam taşıyıcılarıyla kendi dünyalarını kuruyorlar. Bir algı ve anlam dünyasının tüm zaman ve mekânlarda geçerli, ebedi bir hakikat olarak yeryüzüne dayatılmaya çalışıldığında sorun başlıyor. Ve böyle düşünen ve iktidarı ele geçiren bir grup insan yaşamı kendi algı kapasitesitesine göre daraltmaya çalıştığında müdahaleler başlıyor.
'
SİYAH KARE'NİN HABERCİSİ
Tüyap Artist Sanat Fuarı kapsamında düzenlenen “Müdahale var mı?” başlıklı sergide yer alan bir yapıt hakkında savcılık kararıyla soruşturma başlatıldı ve yapıt sergiden kaldırıldı. Bu müdahale karşısında sergide yer alan sanatçılar yapıtlarını siyah poşetlerle kapladılar. Sergi salonunda asılı tüm yapıtlar Kazimir Maleviç’in “Siyah Karesi”ni dönüşüverdi birden. Maleviç, Siyah Kare’nin kökeninin “Güneşe Karşı Zafer” adındaki futurist opera için 1913 yılında hazırladığı dekorda aranması gerektiğini vurgulamıştı. Beşinci sahnede Maleviç sahne alanını tamamen küçülterek, arka planı perdeyle bölünmüş bir dikdörtgen haline getirdi. Henüz bu aşamada tam olarak formüle edilmese de sanattaki öncü yeniliğinin, yani Siyah Kare’nin bir habercisiydi bu sahne. “O sahnede bir perde var, çok fazla kulandım bu siyah kareyi” diyordu Maleviç ve böylece meşhur Siyah Kare bir perde projesi olarak doğmuştu ilk önce.  “Bu perde, bir siyah kareyi, olası tüm güçlerin içinde şekillenip üreyeceği embriyonu temsil eder” diye ekliyordu. Siyah karede görünen dünyanın konturları, sevdiğimiz ve bildiğimiz her şey, yani alışkanlıklarımız, basmakalıp düşüncelerimiz, klişelerimiz gözden kaybolmuş, karanlığın içinde erimişti. “Artık görünene benzemek yok, idealize edilmiş imgeler yok – çölden başka bir şey yok!” diye yazmıştı manifestosunda. “Müdahale var mı?” sergisinde yer alan sanatçılar da kendi temsillerinin üzerini bir siyah perdeyle örterek yapıtlarını tüm olasılıkları, direnişin ve yaşamın yeni formlarını gizil güç olarak bağrında taşıyan bir embriyona dönüştürdüler. Görünenin ötesinde ve henüz temsil edilemeyen bir başka yaşamın da olabileceğini şimdi daha fazla hissediyoruz.

7 Kasım 2013 Perşembe

MARTILARIN ÇIĞLIKLARI: MÜDAHALE VAR MI?


RAHMİ ÖĞDÜL

07.11.2013

Martıların korkunç çığlıkları kulaklarımdan gitmiyor. Neydi onları böylesine korkutan? Balkona çıktığımda uzaktan gelen patlama seslerini duyunca birden hatırladım; 29 Ekim şerefine Boğaz’da havai fişek gösterisi vardı. Korkunç patlamalar ve göz kamaştırıcı ışımalar martıları dehşete düşürmüş olmalıydı. Boğaz kıyısında bu gösteriyi izleyen insanları düşündüm sonra; gözlerini gökyüzünden ayıramayan, gösterinin büyüsüne kapılmış ve tüm eleştirel yetilerini yitirmiş insanları: tam bir akıl tutulması. İktidar, kendisini yüce bir varlık olarak kurarken bu tür gösterilerle halkın aklını dumura uğratmayı çok iyi biliyor. 17. yüzyıldaki Barok kültürde kiliselerin kubbelerini resimsel yöntemlerle gökyüzüne çeviren, bulutların arasında  azizlerin uçuştuğu manzaraları seyreden insanlar da benzer bir akıl tutulmasıyla muhafazakâr iktidarın yüceliğine kaptırıyorlardı kendilerini. Gerçek ile gerçek dışı arasındaki ayrımı silen ve günümüzde sinemada kullanılan görsel efektleri andıran tavan resimleriyle gökyüzünde bir biri ardınca patlayıp çiçek gibi açan havai fişeklerin aynı amaca hizmet ettiğini kestirmek mümkün: göz kamaştırıcı bir iktidarın ihtişamına kapılmış insanların tüm eleştirel yetilerini yıkmak. Eleştirel yetilerini yitiren ve huşu içinde gösteriyi izleyen insanlar, iktidarın ihtişamına koşulsuz teslim oluyorlardı: İktidar ve ihtişam.

AKLI DUMURA UĞRATAN İHTİŞAM
Cumhurun, yani halkın bayramında halkın kendi kudretini kutlaması yerini, iktidarın aklı dumura uğratan ihtişam gösterisine bırakıyor. Halkın kendini var ettiği kamusal mekânlarda kendi kudretini kutlama çabalarının ise iktidarca engellendiğini gördük. İktidar kendini, görsel efektli gösterilerle durmadan aşkınlaştırıyor. Doğanın ve toplumun kendi kendini örgütleyebilme içkin gücü karşısında, kendisinin vaz geçilmez bir yüce varlık olduğunu kanıtlamak için düzenliyor bu tür gösterileri. Hayata durmadan müdahale ederek, kendisini hep araya sokarak tüm yatay ilişkileri dolayımlayan ve kendisini tepeye yerleştiren iktidar.


İktidar yücelik duygusu uyandıran gösterileriyle kendi hakikatini dayatıyor yukarıdan, halkın arasındaki farklı dillerin birbiriyle diyaloğa girdiği diyalojik ortamı geçersiz kılmaya çalışıyor. Akılları iktidarın ihtişamıyla kilitlenmiş kitleler suskunlaşıyor. Yüzleri sadece iktidarın yücesine dönmüş, iktidarın yüceliğini gösteren görsel efektlere kaptırmışlardır kendilerini.

MÜDAHALE KILCAL DAMARLARA DEK SÜRÜYOR
“Müdahale var mı?”, Gezi olayları sırasında twitlerde en çok sorulan soruydu. Artık pek rastlanmıyor. Oysa iktidar hiç ara vermeden yaşama müdahalesini sürdürüyor, hem de kılcal damarlara dek. Bir yandan kendi yüceliğini kanıtlayan gösteriler ve havai fişekler gibi patlayan çılgın projelerle, diğer yanda insanı ve  ilişkilerini yeniden düzenleyen müdahalelerle.  Gözlerimizi boyamak ve tüm ilişkilerimizi kendi üzerinden dolayımlamak için müdahalelerine ara vermemeli. Ve bu yıl 23’ncüsü düzenlenen ve 10 Kasım’a kadar açık kalacak Tüyap Artist Sanat Fuarı’nda bu soruyla bir kez daha karşılaşıyoruz: “Müdahale Var mı?” Sanat eleştirmeni Ali Şimşek’in küratörlüğünde farklı disiplinlerden yaklaşık altmış sanatçının katılımıyla gerçekleştirilen ve sanat, politika, kamusallık, direniş kavramlarının tartışılacağı panel ve forumların eşlik ettiği bu sergi, Gezi olaylarıyla birlikte uyanan direniş ruhunun ürünleri arasında gezintiye çıkarıyor bizi.

KAOS İLE DÜZEN İÇ İÇE
Gezi’de de gezintiye çıkmıştık. Koltuklarımızdan kalkmış ve eşiği atlayıp dışarı çıkmıştık. Eşik önemli. TV ekranlarından yayılan göz kamaştırıcı gösterilerle, görsel efektlerle iktidarın kutsal tapınağı haline getirilen evlerimizin eşiğinden yaşamın içine atladık. İki dünyayı ayırıyor eşik: Yaşamlarımıza durmadan müdahale ederek iktidarın kurduğu kutsal düzen ile bir kaos gibi gördüğü çokluğu, yani yaşamın ta kendisini.  Kutsal kent Babil de “Apsu’nun Kapısı” üzerinde kurulmuştu, apsu kaos sularının adıydı. Eşiği atlamış ve içimize giren yerin ruhuyla (Genius loci) birlikte kaosun içinde, çokluğun dünyasında gezintiye çıkmıştık. Yerin ruhu Roma mitolojisinde yılan ile resmedilir ve yılan Hint mitolojisinde kaosu temsil eder. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akarken kendi mecramızı açmıştık. Sergide yer alan Neriman Polat’ın fotoğrafında kaldırımın kenarında zafer işareti yapan bir bulaşık eldiveni görüyoruz; deri değiştirmiş bir yılanın ölü kabuğunu andırıyor. Ve bizler ölü kabuklara sarılıyoruz durmadan. Oysa yılan yaşamaya devam ediyor ve nerede, ne zaman ne tür bir kıvrımla kendini açacağını kestiremiyoruz. Kaos ile düzen, rastlantı ile zorunluluğun iç içe geçtiği bir oluş halinde, kıvrıla kıvrıla akan yılanın yeni açılımlarına hazırlıklı olalım.

Not: 10 Kasım tarihine kadar açık kalacak Tüyap Artist Sanat Fuarı’ndaki “Müdahale Var mı?” sergisi kapsamında paneller de düzenleniyor.

9 KASIM 2013 CUMARTESİ saat: 14.00
Sanat, direniş ve politikanın neresinde?-1: Denizhan Özer, Rahmi Öğdül, Foti Benlisoy, Osman Erden, Ayşegül Sönmez

10 KASIM 2013 PAZAR saat: 14.00

Sanat, direniş ve politikanın neresinde?-2: Feyyaz Yaman, B. Sadık Albayrak, Mustafa Kemal İz, Ali Şimşek, Rafet Arslan