21 Aralık 2019 Cumartesi

KENTİN İÇİNDE GÖĞÜN MAVİSİ BİRİKİYOR


Steve Cut, "Happiness"

Steve Cut, "Happiness"
RAHMİ ÖĞDÜL
20.12.2019

Bir şeyin yüz çizgilerine bakıp içinde ne sakladığını ya da içinden ne çıkacağını yorumlamaya kalkışanlar yanılabilirler. Della Porta 16. yüzyılda hayvanların yüzleriyle insan yüzleri arasında benzerlikler kuruyor ve benzediği hayvanın mizacını o kişiye yüklüyordu. Aslana benzer bir fizyonominiz varsa aslanın mizacını taşıyorsunuz ya da tilkiye benziyorsanız, demek ki tilkinin karakteri var sizde. Kentler de, içlerinde çok sayıda bedenin birbirine eklemlendiği devasa bedenlerdir ve yüzleri vardır. Ve bir fizyonomist gibi bir kentin yüz çizgilerine bakıp mizacını, karakterini tespit etmeye çalışırsanız yanılırsınız. Kentin şimdiki yüzü karanlık dehlizdeki farenin yüzünü andırıyor, ama yüz çizgilerinden içinde ne sakladığını kestiremezsiniz. Kentin içinde ne sakladığını bir kâhin görebilir ancak. Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabındaki kâhin, Marozia kentine baktığında iki kent görüyor; şimdiki yüzü fareye benzese de içinde kırlangıçları gizlediği kehanetinde bulunuyor. “Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirlerinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün; ama herkesin kırlangıçlar gibi gergin kanatlarla döne döne gösteriler yaparak, havayı sivrisinek ve minik sineklerden temizleyip, bir oyundaymışçasına birbirine seslenerek göklerde uçacağı bir çağ başlamak üzere Marozia’da” (çev. Işıl Saatçıoğlu, Remzi Kitabevi).

Kenti şimdiki yüz çizgilerine göre yargılamayın, içinde uçuşlar biriktiriyor, kanatlı varoluşlar. “Gerçekten de farelerin o kötü ve düzeysiz egemenliği altındaki en silik insanlar arasında bile, ...kırlangıçlara özgü bir hamlenin için için biriktiği hissediliyordu (Calvino). Füruğ Ferruhzad’ın “Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla” şiirinde dediği gibi, “Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım”. Karanlık dehlizlerde koşuşturan farelerin kentine rağmen, kuşların gergin kanatlarıyla uçup, birbirlerine seslenecekleri, göğün mavisinin kenti hatıralarda saklı. Henüz ne kırlangıç var ne de göğün mavisi, şimdilik dehlizlerde farelerin egemenliği sürüyor. Ama kuşlar ya da uçuşlar dehlizlerden çıkmalı, açık havaya. Kuşlar şiirdir, şiir birikiyor içimizde ve şiir bize uçuşu hatırlatıyor. Yunanca şiir anlamına gelen ‘poiesis’ sözcüğü, Agamben’in Platon’dan aktardığı tanımıyla, “Bir şeyi var-olmayıştan var-oluşa geçiren herhangi bir neden” anlamına gelir; henüz gizil olan bir şeyin bir biçime bürünmesi (İçeriksiz Adam, Monokl). Henüz yokuz, bizi varoluşa taşıyacak kuşlardır. Kırlangıçlar, gizlendikleri yerden çıkıp şimdi ve burada var-oluşa geçtiklerinde, biçime büründüklerinde ‘poiesis’ gerçekleşecek ve göğün mavisinin çağı başlayacak.

Yine Agamben Aristoteles’e dayanarak iki türlü var-oluşa geçme, biçime bürünme olduğunu belirtiyor. Biri, varlık kazanma ilkesi ve kökenini kendi içinde barındıran şeylerin biçime bürünmeleridir. Doğa böyledir; bağrında taşıdığı her şey, içindeki gizil kuvvetlerin açığa çıkmasıyla kendiliğinden biçim kazanır. Diğeri ise, kendi ilkesini kendi içinde barındırmayan, dışsal bir kalıba göre biçim kazanmadır. Yunanlıların ‘tekhne’ dediği, bizim teknoloji dediğimiz teknik üretimin ürünleri böyledir. Distopik bir teknolojiye göre tasarlanmış kentin kurşun dehlizleri, “dişleri arasından dökülen artıkları birbirlerinin ağzından kapan” fareler üretebilir ancak. Var-oluş ilkesini iktidara devredenlerin, başlarına geleceklerden habersiz, karanlık dehlizlerde koşuşturmak dışında yapabilecekleri bir şey yok. İçine yerleştirildikleri kalıba göre biçimlenirler; iktidarın ham maddeleri. Kalıpları değiştikçe biçim değiştirirler ve biçimleriyle övünürler. Kalıbının adamları.

Doğa kalıba sığmaz. Devletin park ve bahçelerinde budanarak olmadık biçimlere sokulanların, çok geçmeden kalıplarından taştıklarına tanık olmadınız mı hiç? Doğa, taşıdığı var olma kudretine göre içeriden dışarıya doğru kendini biçimledikçe kendi mekânını yaratır. Tekno-kente yerleşenler, varoluş kudretini unutmuşlar; sadece kalıpları biliyorlar. Oysa içimizde kırlangıçlar birikiyor, karanlık dehlizlerden gün ışığına çıkıp mavi gökyüzünde kanatlanacak şiirler. “Sen Uçuşu Hatırla!”

15 Aralık 2019 Pazar

ZAMAN İFFETSİZDİR, KAPILAR YALAN

Angelo Musco
RAHMİ ÖĞDÜL
13.12.2019

Kapılar, bir mekânı bir başka mekândan ayırıyor. Sadece mekânları mı? Mekânlara yüklediğimiz anlamları da. Tutsaklığı özgürlükten, kıtlığı bolluktan, sufli olanı kutsal olandan, özel olanı kamusal olandan. Kapılar geçitlerdir. Kapılara ne çok umut bağlamışız: Ekmek kapısı, umut kapısı. Ama bir eşikten atladığınızda kendinizi olmak isteyeceğiniz yerde bulamayabilirsiniz: “Bir kapıdan gireceksin/Neler neler göreceksin”. Göreceğiniz, gördüklerinizden farklı olmayabilir, hatta daha da beteri. Ve kapılara yüklenen umutlarla birlikte kapı satan tacirler vardır; kapı tacirleri. Hele ki bu kapı ülkeleri ayıran sınırdaysa, kapıya yüklenen umutlarla birlikte kapıdan geçme vaadi satın alanlar kendilerini sınırın öbür tarafında bulamayabilirler. Rusya’da insan kaçakçıları göçmenleri kandırmak için Rusya-Finlandiya sınırına sahte kapı kurduklarına dair haber geçen hafta BBC News’te yayınlandı. Şaşırdınız mı? Şaşırmayın, kapı ve sınır dekoru kurup da bizi sınır atlatacakları vaadiyle kandıranlarla dolu yaşadığımız toplum. Kapılara yüklediğimiz anlamlar süslenip püslenip bize satılıyor.

Kentlerin de kapıları var, kozmozu kaostan, uygarlığı doğadan ayıran. Babil kenti de kaosun sularını ayıran kapının üzerinde kurulmuştu; Bab Apsi, yani Apsu’nun Kapısı. Apsu, yaratılış öncesi kaos sularının adıydı. Ve her bahar Fırat ve Dicle taştığında kaosun suları Babil’in duvarlarını yıkardı ve içerideki toplumsal piramidin tepesine yerleşmiş tanrı-kral her seferinde mitolojiye sığınır ve düzenlediği ritüellerle hep aynı olanı durmadan geri getirirdi; yani kendisini. Böylelikle zamana özgü kaotik suların içeri girmesine izin verilmezdi. Zamandan muaf bir toplum, tanrı-kralın torno tezgâhında ürettiği bir nesne gibi, değişime kapalı. Ve kaos-kozmoz oyunlarıyla tanrı kral hep geri geliyor. Topluma kapılar yerleştirmişler. Bir kapıdan geçeçeksiniz ve zaman ve mekân değişecek. Değişmiyor. Ve değişmediği gibi daha da beter oluyor, çürüyoruz. Ama bize durmadan yeni kapılar satıyorlar. Zaman kapıdan girmez, boş yere kapı önlerinde beklemeyin. Duvarlardaki incecik çatlaklardan sızar içeri. İçeride hep aynının geri gelmesi için tekrarlanan ritüeller aksamaya başladığında, bastırılmış olan fark açığa çıkmış ve kente bahar gelmiştir.

“Ostiarii, kapıcılar, Eski Ahit’te Tapınağa iffetsiz olanların girmesini engelleyen kişilerdir” (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Engellenen zamandır. Zaman, iffetsizdir çünkü. O pek özenle koruduğunuz nomos’u, eril iktidarın sınırlarını ihlal etmekle kalmaz, sınırlarla birbirinden ayrılmış bedenleri de birbiriyle karıştırır ve kudretli toplumsal iksirler icat ettiğinde kristal yapı çöker. O yüzden kapılar, zamanın girişini engellemek içindir, içeride değişmeden sürüp gitmesi istenen bir hayat vardır. Ve kapalı sitelerin kapılarındaki güvenlik görevlileri tapınak kapıcıları gibi zamanın, içeri girmesi ile birlikte şeyler düzenini değiştirecek olanın girmesini engelleyenlerdir. Tapınakta kapalı odalarda tekrarlanan ayinlerle hep aynı olan yeniden inşa edilir, kokuşma. İşçiyi kirli tulumuyla içeri almayan AVM’nin kapısındaki görevliler de, tapınak kapıcılarıdır; meta tapınağının. Tapınakta zaman durmuştur ve saatler hep metaları gösterir. Ve işçi, üretim hattıyla vitrindeki metalar arasındaki bağlantıyı kurandır, yani zamanı içeri sokarak parlak yüzeyleri kirleten. Metaların parlak yüzeylerinin gizlediği, sömürü ve yoksulluktur. Tapınakta eksik olan zamandır, yani beden.

Bedenleri birbirine bağlayan, içlerinden geçen görünmez zaman geçitleri vardır, çatlaklar. Ve her insan bir başkası için umudun çatlağıdır. Ve her insan kendi üzerine kıvrılmış bir labirent; toplum, görünmez çatlaklarla birbirine bağlanan labirentler çokluğu. Çatlaklardan zaman girer içeri ve bedenleri birbirine bağlar. Zaman içeri girdiğinde mekân, yani beden oluşun mekânı olur ve kıvrımlar açıldıkça bedenlerin kabuk değiştirme zamanı gelmiştir. Zaman iffetsizdir; insanın kabuğu altında gizlediği, mahrem diye kimseyle paylaşmadığı, belki de varlığından bile habersiz gizil kuvvetleri açığa çıkarır ve insan kozasından çıktığında mekân değişmiş, iklim Bahar olmuştur. Sahte kapılara umut bağlamayın boş yere; bedenlerdeki çatlakları keşfedin, geleceğe ve özgürlüğe açılan.

6 Aralık 2019 Cuma

LÜKÜS CAMERA'DA KİMLER OTURUR?


RAHMİ ÖĞDÜL
06.12.2019

Kamaranızın lombozundan baktığınızda kenti görebilirdiniz ya da tam karşıdan, kentten bakıldığında geminin denize paralel uzanan lomboz ışıkları şeridi görülüyordu. Kent ile göz göze gelmekten ürktünüz. Kent, böcek gözü gibi milyonlarca gözüyle bakıyordu size. Bakışları o kadar yabaniydi ki sizi yerinizden edebilirdi. Işığı kapattığınızda kamaranın duvarına lombozdan vuran kentin gölgeleri yansıyordu. Kente doğrudan bakmak yerine yansılarını tercih ettiniz. Duvara yansıyan görüntüler astın üstüne boyun eğmesi gibi size boyun eğdikçe kenti imgeleştirdiniz. Kamaranıza buyur ettiğiniz imgelerle kenti, kentin insanını, canlısını, cansızını tanıdığınızı sandınız. Evcil imgelerden kuramlar, kent kuramları, sanat kuramları, kuramın kuramlarını icat ettiniz. Ama kent hâlâ orada duruyor ve size bakıyor. Bakışlarındaki yırtıcılık kâğıttan kaplanlarınızı yırtabilir, korkuyorsunuz. Siz de yırtılabilirsiniz, kâğıttan kaplan sizsiniz çünkü. Ama kâğıttaki yırtıktan yeniden doğabilirsiniz. Fakat bu sefer kentin bakışı gibi, yırtıcı bakışlarla. Ve sizi kamaralarınızda kıstıran iktidara bakabilirsiniz. O düşünsün artık, kendini bir kamaraya kapatmayı. Kent sizsiniz ve bakışlarınız kentin bakışıdır, yabani. Yitirdiğiniz sokaklar ve meydanlar sizindir. Ve her gün karnavaldır size.

Kamaranız ‘camera obscura’dır. Hani o çok eski zamanlardan beri bilinen optik alet. “Karanlık ve kapalı bir iç mekâna küçük bir delikten ışık girdiğinde, deliğin karşısında duran duvarda ters bir imge oluşacağı en azından iki bin yıldan beri bilinmektedir” (Crary, Gözlemcinin Teknikleri, Metis). Her ev bir camera obscura’dır. Duvarlarındaki ekran denilen yassı bir yüzeye yansıyan imgelerden tanıyorsunuz dünyayı. Ya da kitaplara, sanata gömülüyoruz. Ve kurmaca imgelerle bir kez daha dışarısı bizden uzaklaşıyor. Yeryüzü orada duruyor ve yırtıcı bakışlarına tahammül edemediğimiz için gözlerimizi kaçıyor ve bakışlarımızı evcil imgelere çeviriyoruz. Camera obscura’nın duvarına yansıyan imgelerden dünyalar kuruyoruz ama hepsi de kâğıttan kaplan. Kâğıttan kaplanlar, kâğıt gibi, yassı bir yüzeyde beliren iki boyutlu figürlerdir. Ancak kâğıt yırtıldığında geçebilirler üçünçü boyuta. Üçünçü boyuta geçmek de yetmiyor, bir de zaman denilen dördüncü boyut var. Ve zaman, ekranlarda, yassı yüzeylerde hakikat diye inandığınız kavramları bir kâğıt gibi buruşturup çöpe attı bile.

Sokağa çıktığınızda bu sefer camera obscura sizsiniz. Dış dünyanın imgelerini seçerek, işinize gelenleri alıyorsunuz içinize. Ve işinize gelmeyenler kamaranızın dışında kalıyor. Kadınlar, çocuklar öldürülüyor, görmüyorsunuz, kayıtsız. Simmel metropol insanının duyarsızlığını “blase” olarak tanımlamıştı. Aslında yok olan sizsiniz, bedensiz. Yabani bakışlar teninize dokunmuyor. Bakışlardan kaçmak için giderek daha fazla içinize kaçıyor, büzüldükçe büzülüyorsunuz. Bakanlar, yoksullardır, göçmenlerdir, ötekiler. Ve camera obscura’lar bir araya geldiklerinde durmadan onlardan şikayet ediyorlar birbirlerine. Nezih semtlerini kirletiyorlarmış. Çok titizsiniz. Temizlik meselesi masum değildir, faşistlerin gerçekleştirdiği soykırımlar toplumu kirli bedenlerden arındırma projeleridir. Henüz soy kıramıyorsunuz, ama kırılacak soylar için hazırsınız demek ki.

Şimdi kentten bakıldığında, artık geminin lomboz ışıkları şeridi deniz yüzeyine paralel uzanmıyor. Kendinizi son zamanlarda aynanın yassı yüzeyinde gördünüz mü hiç? “Korkunç açı” güzelliğinizi bozuyor. Gecenin karanlığında bir kurtarma filikasından Titanik’e bakıldığında da gemi çok güzel gözüküyordu, ama deniz yüzeyiyle lomboz ışıkları şeridinin oluşturduğu o “korkunç açı” bozuyordu güzelliğini. Öklidçi paralel çizgiler yasasının ihlali dışında geminin yara aldığını gösteren başka hiçbir şey yoktur (Stephen Kern, Zaman ve Uzam kültürü, İletişim). Kâğıt çoktan yırtıldı, batıyorsunuz. Yırtıktan ete kemiğe bürünmüş olarak yeniden doğabilirsiniz. Camera’nız su alıyor ve kaptan çoktan terk etti gemiyi. Zaman, kentin sokaklarından akan denizdir. Siz hâlâ kendinizi güvende sanıyorsunuz. Toplum çoktan ısındı, sular yükseliyor. “Görmüyor musun, her yanda hürriyet; yelken ol, kürek ol, balık ol, su ol; git gidebildiğin yere...” (Orhan Veli).

BİLİNCİNİZDEN SAKININ!

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
29.11.2019

Gérard de Nerval parkta ıstakozunu gezdirirmiş, başkaları köpeklerini. Ben sokaklarda sürülerimi gezdiriyorum. Yalnız değilim, başkaları da var; herkes sürüsünün peşinden koşturuyor. Aman dikkat edin! Sürüler birbiriyle karışmasın. Ne kadar dikkat edersek edelim, sürüler birbirlerine karışıyor. Ve sorular başlıyor: Ben kimim? Fikirlerim bana mı ait? Yoksa başkaları tarafından mı biçimlendiriliyor? Bir karşılaşma bir başka karşılaşmayı, bir fikir bir başka fikri izliyor, karşılaşmalarla oradan oraya savruluyorum. Kendimle ilgili bir fikrim var mı, yoksa sürüler rastgele karıştıkça, fikir sahibi olduğumu mu sanıyorum? Sorular, birbirini kovalıyor. Fernando Pessoa’nın da aynı dertten mustarip olduğunu öğrenince yalnız olmadığımı anlıyorum: “Kendimle ilgili net bir fikrim yok; hatta fikir sahibi olma fikrinden bile yoksunum. Kendime dair bilincimin bir göçebesiyim. Uykudan ilk uyandığım gün, içimdeki servetin bir parçası olan sürüler dağılıp gitti” (Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları).

VAY HALİNİZE

Kentin sokaklarında sürülerini güden göçebeleriz. Uykudan uyandığımız gün, hayata atıldığımız gündür. Uykudan uyandığımız gün içinizdeki sürülerinizin dağılıp gittiğine göre kötü hissediyorsunuzdur kendinizi. Sürülerinizi yeniden toplayıp bir araya getiremiyorsanız kaygılanmayın; sürülerinizi yönetmeye talip olan çobanlar olacak her zaman. Bakın, sizi yönetecek bir çoban demiyorum, sürülerinizden bahsediyorum. Tabi toplumun çobanı olduğunu iddia edenler lafı dolandırmadan, doğrudan sizi koyun, toplumu da sürü yerine koyabilirler. Onların sorunu, kendilerini çoban, toplumu da güdülecek bir sürü sanmaları. Ama asıl sorun, bizim onlara inanmamız. Toplumsal bir sürü olmadan önce içimizde sürülerimiz vardı. 'Bilincin göçebesi' olmaktan yorgun düşüp de sürülerinizi bir çobana teslim etmişseniz vay halinize! Toplumun sürüleşmesi, bireyler içlerindeki sürüleri bir çobana teslim ettiğinde başlar.

‘BİLİNCİN GÖÇEBELERİYİZ’

İçimizde sürüler var, çokluk. Pessoa, içimizdeki sürülerden bahsederken, isim vermeden Spinoza’ya dokunuyor. Bir bedenle karşılaştığımızda neler olur?
İçimizdeki sürüler, o bedenin sürüleriyle karşılaşır ve kimi zaman sürülerimiz birleşir, genişlediğimizi, uzamda yayılıp birlikte güçlendiğimizi hissederiz. Ama böyle karşılaşmalar nadirdir, çoğu kez sürülerimiz bir başka bedenin sürüleriyle karşılaştığında dağılıp gidiyor ve kendimizi b.k gibi hissediyoruz.“Bilinç doğal olarak bir yanılsamanın yeridir. Bilincin doğası öyledir ki, sonuçları ya da etkileri toplar ama nedenleri bilmez” (Deleuze, Spinoza, Norgunk). Kendimizi karşılaşmaların rastlantısallığına bıraktığımızda, 'bilincin göçebeleriyiz' demektir; nedenleri bilmeden sadece sonuçlarla oyalanıyoruz. Sürülerimiz çoğaldığında sevinçli tutkular, dağılıp gittiğinde kederli tutkularla duygulanıyoruz. Dolayısıyla biz fikirlere sahip olmuyoruz, fikirlerdir bize sahip olan. Ve bilinçli varlıklar olarak 'ben kimim?' sorusuna vereceğiniz yanıtlar kendinize, doğanıza ait değildir, başkaları tarafından şekillendirilmiştir. Tutku (passion) ile edilgen (passive) sözcükleri yakın akrabadır; her ikisi de Latince ‘acı çekmek’ (passio) sözcüğünden türemiştir. Doğamızdan kaynaklanan eylemlerin aksine tutkular edilgendir, dışarıdan biçimlendirilen, tepkisel bir yaşamın belirtileri. Ve bilinç dediğiniz ve sahip olmakla övündüğünüz şey tutkuların eseridir. “Bilinç, genelde, ancak bir bütün kendini daha üstün bir bütüne tabi kılmak istediğinde ortaya çıkar” (Nietzsche).

Ve bilinçli varlıklar olarak bilinçten yorgun düştüğümüzde, yani sürülerimizle baş edemediğimizde, sürülerimizi bir çobana teslim etmemizi bize söyleyen de bilincimizdir. Bu çoban bir yaşam koçu olabilir ya da peşine takıldığınız bir lider. Ve her çoban aslında bir kösemendir. Kösemen, sürünün önünde giderek ona kılavuzluk eden ve çobana yardımcı olan koçtur. “Ben çobanım” diyenler, bir başka çobanın kösemenleri olabilir. Ve mezbahada kesilmeye giden koyun sürülerini peşinden sürükleyen de kösemendir. Hegel tarihi, mutluluklarımızın kurban edildiği bir mezbaha olarak tanımlıyor. Yoksa bilinciniz sizin kösemeniniz mi? Uyandığınızda kendinizi mezbahada bulabilirsiniz. Bilincinizden sakının!

BİR DİPSİZ GÖL MASALI

RAHMİ ÖĞDÜL
22.11.2019

Çok eski zamanlarda Dipsiz Göl dedikleri bir göl varmış. Gölün içinde Dipsiz Göl halkı yaşarmış. Bildiğiniz göl halkı işte; kimisi su içindeki akıntılarla sürüklenir, kimisi dip ve kıyıdaki kayalıkların, sert zeminlerin üzerine yapışarak yerleşik bir yaşam sürer, bir kısmı da dip çamurunda açtıkları oyukların içinde yaşarmış. Mevsimler, mevsimleri takip eder, durgun sular yerini çalkantılı sulara bırakır ve göl halkı her seferinde yeniden doğarmış. Yaz ayları durgun zamanlardır; gölde yaşayanlar, sabit sıcaklığa bağlı olarak su içinde oluşan tabakaların arasında sıkışıp kalırlarmış. Yaz ayları aynı zamanda yoksulluk zamanıdır. Tabakaların arasında sıkışıp kalan sadece göl halkları değildir, göllerin zenginliği olan maddelerin su içindeki dağılımı da tabakalar tarafından engellenir. Üst tabaka hava ile temasından dolayı oksijen bakımından zengin, besin maddelerince yoksuldur. En alt tabaka ise oksijen bakımından yoksul, ama organik kökenli maddeler gölün dibinde biriktiği için besin maddelerince zengindir. Dipsiz Göl halkı yaz aylarında durgun sulara katlanırmış, ardından baharın geleceğini bilirlermiş çünkü. Bahar çalkantılı suların zamanıdır, iklim koşullarına bağlı olarak tabakalar bozulur ve göl halkı oksijene ve besin maddelerine aynı anda kavuştuklarında şenlik zamanı başlarmış.

Mevsimler mevsimleri, durgun sular çalkantılı suları izlerken, bir yaz günü başını sudan çıkaranlar, gölün hemen kıyısında, karada inşa edilmiş muhteşem bir saray ve sarayın penceresinde bir hükümdar gördüler. Hükümdar onlara, kendisine itaat ettikleri takdirde suya, suyu devindiren kuvvetlere inanan göl halkını yaşadıkları yanılsamadan kurtaracağını söyledi. Dediğine göre hakikat göklerdeymiş ve kudretini göklerden aldığını iddia eden hükümdar, göl halkını yaşadığı sefil hayattan kurtarma sözü verdi. Ve kendisini dinleyenler, hükümdarın sözlerini suyun içinde yaydılar. Sözleri, dipte çamurun içinde yaşayanlara kadar ulaştı. En çok da onlar inandı. Hükümdardan haber beklemeye koyuldular. Başını sudan çıkaranlar, hükümdarın mevsim değişimlerini yasakladığını ve bundan böyle gölde hep yaz mevsimi yaşanacağını duyurdular göl halkına. Yaz, durgun suların, tabakalaşmanın zamanı. Ve böylelikle göldeki hiyerarşik yapı kalıcılaşmıştı. Ama çok geçmeden durgun sular daha da kokuşmaya başladı. Eski güzel günleri hatırlayanlar, baharı beklemeye başladı ama nafile. Bahar yasaklanmıştı.

HÜKÜMDARIN DERDİ BAŞKA
Başını sudan çıkaranlar, suya her geri döndüklerinde hükümdarın sözlerini taşıyorlardı göl halkına. Dediğine göre göl çürümüş bir hayattır, bir yanılsamadır ve bu yanılsamadan kurtulmak için öte dünyadaki, göklerdeki hakikate, yani hükümdara boyun eğmeleri ve şükretmeleri gerekecekti. Şükredenler, kokuşan gölde yaşamayı kabullendiler ve itaatkâr bir hayat sürdükleri takdirde özledikleri mutluluğa ölümden sonra kavuşacaklarına inandılar. Hükümdarın derdi başkaydı; onun için Dipsiz Göl, dipsiz zenginlik demekti. Gölün ekonomik değerlerini canlı ve cansız kaynaklar olarak listeledi önce. Başını sudan çıkaranlar, gölün kaynakları için çalışanlara hükümdarın çok para vereceğini söylediler. Artık göl bir kaynak deposuydu; gölde yaşayanlar bile birbirlerine kaynak gözüyle bakıyordu. Ve göl halkı birbirini pazarlamaya başladı; balıklar, yengeçleri; yengeçler su bitkilerini vb.

BİR ÇAMUR YIĞINI
Ve başını sudan çıkaranlar, hükümdarın göl için bir mega proje hazırladığını duyurduklarında gölde bir sevinç dalgası yayıldı. Gölün dibinde Romalılardan kalma çok değerli bir hazine varmış ve bu hazine çıkarılacakmış. Gölde ekonomik sıkıntılar baş gösterdiği ve işsizler çoğaldığı için göl halkının neredeyse tamamı bu projede çalışmak üzere baş vurdu. Önce suların boşaltılması gerekiyordu. Sular tamamen boşaltıldığında su içinde yaşayanların öldükleri fark edildi. Dip çamurunda yaşayanlar, gölün dibini kazma işini sürdürdüler. Dipsiz Göl’ün dibine ulaşıldığında gölden geriye bir çukur ve çukurun kenarında yükselen bir çamur yığını kalmıştı. Şimdi Dipsiz Göl, bir kuru kafanın boş gözleriyle bize bakıyor; Dipsiz Göl halkı ise çukurun hemen yanı başında yükselen atıkların içinde cansız yatıyor. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

TOPLUMUN BEDEN ÖLÜMÜ GERÇEKLEŞTİ Mİ?

RAHMİ ÖĞDÜL
15.11.2019

Önce tek tek intiharlar görüldü. Çıkış yolu, bir kaçış çizgisi icat edemeyecek kadar kopkoyu bir kederin içine gömülü bedenler, yaşamsal bağları zayıflamış ve dünyadayken yavaş yavaş ölenler, acı çeken bir biçim olduklarını deneyimleyenler, dünya katlanılmaz hâle geldiğinde kendi elleriyle canlarına kıyıp ölümün hiçliğini gömüldüler. Sonra toplu intiharlar görüldü. Toplumsal bağları birer birer koptukça ev denilen biçimin içine kapananlar, kederleri duvarların içinde yoğunlaştıkça daha fazla ölmemek için toplu hâlde bir kerede öldüler. Münferit olaylar diyenler olacak. Her koyunun kendi bacağından asıldığı bir toplumda ‘münferit’, can yakıcı bir sözcük. Münferit deyip işin içinde sıyrılmanın kolaylığı hepimize bulaştığında, herkes kendi bacağından asılmayı bekleyen koyunlara dönüşmüştür. Ve asılmayı bekleyenler, yaşayan ölülerdir. Kendinizi bedeninizin anatomik biçimi içine kapatmış ve bekliyorsanız, beyin ölümünüz çoktan gerçekleşti bile. Ve ruhunuz durmadan keder üretecek, bedeniniz ise kederinizi yoğunlaştıran bir lahite dönüşecek. O zaman, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söyleyen Platon’a hak verecek ve sonunda bedeninizden bir an önce kurtulmak isteyeceksiniz. Gerçekleşen, toplumsal bedenin ölümüdür.

“Ellerimin, ayaklarımın sınırlarından taşmak istedim... Öldüm, şimdi kendi sınırlarımı biliyorum artık” (D. H. Lawrence, Ölen Adam, Can). Lawrence’ın kahramanı yaşarken bedenin sınırlarından taşmak istemiş, öldüğündeyse bedenin anatomik sınırlarına kapanmıştır, sınırlarını bilir. “Sınır, biçimin hudududur, ... biçimin hududuna her durumda sınır denilecektir” (Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, Öteki). Kendinizi bir biçim olarak tanımlayabilir misiniz? Yaşam biçimin içine kapatılamaz; sınırlarından taşacak, mevcut biçimi bozacaktır. Yaşarken kendilerini bir biçim olarak tanımlayanlar ve norm biçime bürünmek için kendilerini kalıba sokanlar ya da sokturanlar çoktan ölmüş olabilir. Ve biçimlerin yüceltildiği bir kültür, olsa olsa ölüler kültüdür; biçimlere tapınıldığı, bedenlerin salt bir biçim olarak görüldüğü nekropolis kültürü. Kültür sözcüğü, tarımsal faaliyetleri tanımlayan Latince ‘cultura’ sözcüğünden geliyor. İktidar, arazisinde yetiştirdiği topluma tanımladığı sınırlar içinde bir biçim dayattıkça toplumsal bedenin ölümünü gerçekleştiriyor. Ve elbette despot için en iyi toplum, ölü bir toplumdur.

Ölüyoruz, önce birer birer; ardından toplu hâlde. Birey denilen çok sayıdaki parçaçıktan oluşmuş toplumsal bedenin, parça parça ölümü gerçekleşiyor. Deleuze, Spinoza üzerine derslerinde, “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar?” diye soruyor. Ve ekliyor “kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur.” Spinoza despot ile rahibi birbirine bağlayan derin bağı keşfetmiştir: Her ikisi de kederli bir tebaaya ihtiyaç duyuyor. Keder ya da üzüntü, sıradan bir duygu değil, aksine varolma kuvvetinin, eyleme gücünün azalması. Bacaklarından asılmak üzere bekleyenler, sadece keder üretir. Despotun istediği de bu, toplumsal kudretin sıfırlanması. Münferitleştirdiği topluma dayattığı biçim, bize hep ölümü tattırıyor. Kendimizi münferit bir biçim olarak tanımladıkça asla yaşamın kudretini tadamayız. Ve eyleme gücümüz giderek zayıflıyor, ölüyoruz.

Bir beden asla bir biçim değil; kudrettir, biçiminden taşandır; yaşamın kudreti. Biçim olsaydı, despot için her şey çok kolay olabilirdi. Spinoza’ya göre, bedenler başka bedenlerle karışan ve ortak mevhumlar altında birleştiklerinde birlikte güçlenen parçaçıklardan oluşmuşlardır. Olay aramızda gerçekleşir, etkiler ve etkileniriz. Parçalarımız sayesinde başka bedenlerle karışarak yeni karışımlar, toplumsal kuvveti arttıran iksirler icat edebiliriz. Toplumsal bedenin sınırının nerede sonlanacağını ancak kudreti belirler. Ve bu kudret, dalganın kudretidir, toplumsal dalganın. Kudretimizi azaltmak için bize biçim dayatan iktidar, “bedenleriniz hapishanenizdir, ölümü tadın” diyor. Sakın kanmayın, toplumsal bedenin cenazesini kaldırmak istiyor.

VE OLAY TABLONUN DIŞINDA GERÇEKLEŞİR


Edouard Manet, "Demiryolu", 1873

Edouard Manet, "Balkon", 1868-69

Rene Magritte, "Balkon", 1950
RAHMİ ÖĞDÜL
08.11.2019

Temsil etmedikleri halde bizi temsil ettiklerini iddia edenlerin, dekoruyla, ışığıyla tasarladıkları bir sahnede sergiledikleri temsillerin sadık izleyicileriyiz. Yerimizden kalkabilseydik, kendimizi temsil edebilir ve temsillerini bozabilirdik. Olmuyor, kendi hayatımızı değil, ekranlardaki görüntülerin hayatını yaşıyoruz. Kalkabilirdik ama kalkamıyoruz, sanki koltuklarımıza çivilemişler bizi. Platon’un mağara meselindeki tutsaklarız; ekranlara yansıtılmış görüntülerle köleleştirilmiş ve efendinin efendi olmadığını bildikleri halde köleliği bir yaşam biçimine dönüştürdükleri için durmadan yeni efendi arayışında olan ve kataloglardan kendilerine efendi beğenenleriz. Yerimizden kalkabilseydik, yansıtıldıkları ekran gibi efendilerin de hiçbir derinliği olmayan yassı varlıklar olduklarını anlardık. Oturduğumuz yerden her şey derin gözüküyor, ekrandaki iki boyutlu varlıkları çok boyutlu algılıyoruz.

Derinlikten bahsetmediklerinde bile sesleri derinden geliyor. Derinlik yanılsaması; görüntülerin sahte doğasından kaynaklanıyor. Merkezi perspektifle düzleme yansıtılmış görüntülerin sahte derinliğine sadece sabit bir noktada duranlar inanabilir. Doğrusal perspektifin yarattığı sahte derinliği tiyatro dekoru olarak kullanan Antik Yunanlılar, temsil sona erdiğinde yerlerinden kalkar ve derinliği birbirlerinde keşfetmeye çalışırlardı. Yerimizden kalkamadığımız için bizim için temsil hiç bitmiyor. Efendilerin yansıtıldıkları ekran gibi iki boyutlu, yassı, sığ figürler olduklarını fark etsek de, bir sonrakinin derin olacağını umut ediyoruz. Belki de beklemek, ekranlarla örülü bir bekleme odası içinde tutsak olmak hoşumuza gidiyor. Güvendeyiz, kulağımıza efendinin kim olduğunu durmadan fısıldayan, ne yapmamız gerektiğini emreden bir sahibimiz var. Sesi derinlerden geliyor ve ekranlardaki derin sohbetleri seyrettikçe derin olduğumuz sanısına kapılıyoruz. Sahte derinlik, seyredenleri de iki boyutlu figürlerin iki boyutlu dünyasının içine çekiyor.

İki boyutlu bir dünyadan üç boyutlu gerçek dünyaya geçebilmek, derinlik yanılsamasından kurtulmayı gerektirir önce, ekranın düz bir duvardan başka hiçbir şeyi temsil etmediğini anlamak. 15. yüzyıldan beri Batı resminde gelenek haline gelmiş olan merkezi perspektif, resmin düz bir yüzey üzerine yapıldığını gizlemeye, resmin düz mekânı yerine, o mekânı inkâr eden temsili bir mekân geçirmeye çalışmıştır. Göz yanılsamasına dayalı bu temsili mekânda iktidar kendi temsillerini sergiliyor. Ama Manet ile birlikte sanat hükümdarın hizmetinde olmaktan, akademik kuralların zorlamasından kurtulmuştur. Foucault’ya göre Manet’nin resmi Batı geleneğinden radikal bir kopuştur, resim düzleminin derinlik yanılsamasını yerinden ederek, bizi düz bir yüzeyle karşı karşıya bırakmıştır. Manet’nin resmindeki figürler bakışlarını, görünmez olana çevirmiştir; bakışları olayın, temsil edilemez olanın tabloda değil, tablonun arkasında ya da önünde, yani bizim aramızda gerçekleşeceğine işaret ediyor. Demiryolu (1872-73) resminden söz ederken Foucault, “burada da Manet ... tabloda sunulmamış olan şeyi görebilmek için bizde tuvalin etrafında dönme, konum değiştirme arzusu uyandırıyor” diyor (Manet, Velazques ve Estetik Modernizm, İletişim).

Duvarın arkasında ne olduğunu merak etmiyor musunuz hiç? Ekranlarda sunulmamış olan şey, sizde konum değiştirme arzusu uyandırmıyor mu? Düz duvara yansıtılmalarına rağmen, üç boyutlu, derinliği olan bedenlerin bir duvarda belirmesini mi bekliyorsunuz hâlâ? Boşuna beklemeyin, mümkün değil. Bunun için medya değiştirmeniz gerekecek. Medya denince, çoğunlukla derinlik yanılsaması yaratan iki boyutlu ekranlar geliyor akla. Medya, Latince ‘medium’un çoğul biçimi; ara, ortadaki, aradaki şey, aracı, araç anlamlarına geliyor. Ekranların arkasındaki üç boyutlu gerçek ortama geçtiğinizde hep aradasınız artık, medya sizsiniz. Ve ekranlarda sunulmamış olan ve keşfedeceğimiz şey, hep arada duran bedenlerin kendi aralarında kuracakları ilişkilerdir. Bedenlerin, kuracakları ilişkilerle boyutları artıyor. Çok boyutlu bedenler, iki boyutlu bir ortamda temsil edilebilir mi? Yerinizden kalktığınızda temsil bozulmuştur. Ve olay...

2 Kasım 2019 Cumartesi

BEDENLERİ KULLANMA KILAVUZU


RAHMİ ÖĞDÜL
01.11.2019

“Avucumun içi gibi bilirim”. Bu cümleyi yaşadığımız mekânlar için kaç kez kullanmışızdır, kim bilir? Peki soruyorum: Avucunuzun içini ne kadar biliyorsunuz? “Avuç içi”, aynı zamanda bir şeyin çok küçük olduğunu belirtmek için kullanılıyor. Bir mekânı avucunuzun içi gibi biliyorsanız, bir deneyim alanı olarak içinde yaşadığınız uzamı tamamen keşfetmiş, tüketmiş ve zihninizde, avuç içine sığacak kadar küçük bir haritaya indirgemişsiniz demek ki. Ama avucunuzun içini bilmediğiniz gibi, yaşadığınız mekânı, mekânı dolduran şeyleri de bildiğinizi pek sanmıyorum. Avuç içini okumanın, bilmenin çeşitli yöntemleri var. En bilineni, avuç içi çizgilerini astrolojik bir haritandırmaya göre okuyarak hayatınıza dair çıkarımlarda bulunmak. Bedenlerinizin üzerindeki yıldızların işaretlediği izleri birleştirip yazgınızın haritasını çıkardığınızda, nasıl bir hayat süreceğinizi önceden bilebilirsiniz. Ve bir kenti avucunuzun içi gibi bildiğinizi iddia ettiğinizde bu sefer, bir kentin haritalandırılmış düzlemini, yani bir kentin yazgısını önceden biliyor ve kabulleniyorsunuz demektir.

Yeryüzünün çokluğunu, öngörülemezliğini gökyüzü haritalarıyla düzene sokan mitolojik anlatılara inanıyoruz hâlâ. Mitolojik zamanlardaki gibi, yeryüzündeki yazgımız yıldız kümeleri tarafından belirleniyor; kendilerini yıldızlaştırıp, yeryüzünün, kentlerin ve insanların yazgısını kendi çıkarları doğrultusunda haritalandıran iktidar kümeleri tarafından. Ve bizler de, bu haritalar içinde hareket ettikçe, iktidarın tasarımı olan öngörülebilir hayatlar yaşıyoruz. O yüzden avuç içi çizgilerinizi ya da kentin haritasını bildiğinizi iddia ettiğinizde, bildiğiniz tek şey, göklerde ya da gökdelenlerde tasarlanmış bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğidir. Beden ya da kent haritaları; belirli bir yazgı içine kapatılmış hayatlar için bedenleri kullanma kılavuzları. Hepimiz başka bir hayatı özlediğimiz halde, ısrarla, mevcut kullanma kılavuzlarında yazılı olanlara boyun eğiyoruz. Yazıya boyun eğmenin medeniyet olduğu öğretildi bize çünkü. Oysa başka bir hayat istiyorsak, göksel haritanın yazgımızı belirleyen çizgilerini bozmamız gerekecek önce. Biliyorum, bu hiç de medeni bir davranış değil; kutunuzun içinden çıkan beden kullanma kılavuzunu hiçe saymak ve bedenlerinizi hiç de hesapta olmayan bir şekilde kullanmak.

Bedenlerimiz bir eşya değil, ama eşya muamelesi yapan iktidar, kanun hükmünde beden kullanma kılavuzları yayınlıyor. Yanlış kullanıldıklarında bedenler cezalandırılacak. Bir bedenin nasıl kullanılması gerektiğine dair yazılı ve yazılı olmayan metinleri var. Kullanma kılavuzları, yeri ve işlevleri önceden saptanmış nesneler içindir. Ve her nesne, tasarlanmış bir düzenin uyumlu parçası olmak üzere üretilir. Bedenlerimizi de iktidar, tasarladığı sahnenin modüler parçaları olarak üretmek istiyor. Medeni insanlar olarak sizden beklenen, bedenlerinizi kullanma kılavuzuna göre kullanmanız. Tabi kılavuz denince ilk akla gelen, “Kılavuzu karga olanın burnu b.ktan çıkmaz” sözü. Burnumuzun b.ktan çıktığı yok. Acaba diyorum, bedenlerimizi başka türlü kullansak neler olur? Hiç de medeni olmayan bir şekilde. Ve burnumuzu b.ktan çıkarıp, çürümekte olanı değil de doğmakta olanı, yaşamı koklasak.

Ama yaşamın kokusunu almak çok zor; havada kesif bir çürüme kokusu. Algı kapıları temizlenmeden yaşamın kokusu duyulmaz; metinden, kullanma kılavuzlarından kurtulmak. Kullanma kılavuzları, kokuşan düzenin kokuşan bedenleri içindir. Yaşamın çok ince ama çok güçlü bir kokusu var, çürümekte olanları diriltiyor. Yeryüzünün farklı coğrafyalarında halklar birer birer dirilirken, burunlarını kullanma kılavuzlarından çıkaramayanlar, olanları seyretmekle yetiniyor. Avuç içi çizgileri ya da kent haritaları; iktidarın dayattığı yazgılar değil, yeryüzünün kudretini, çokluğunu saklayan kıvrımlardır. 1995’te Gülbekian Komisyonunun toplum bilimleri üzerine yayınladığı raporun çağrısı, “Sosyal Bilimleri Açın”dı (Metis). Peki, toplumun dirilmesi gerekmez mi önce? O halde bizim çağrımız: Bedenlerin kıvrımlarını açın!

27 Ekim 2019 Pazar

GÖZLERİME İNANAMIYORUM!


RAHMİ ÖĞDÜL
25.10.2019

İnanmayın zaten, gözleriniz sizi aldatıyor. Gördüğünüzü sandığınız şeyler hiç de görüldükleri gibi değil. Gözleriniz sizi başkasıyla aldatıyor. Başkasının bakışıyla görüyoruz her şeyi. Keşke bu bakış ötekilerin, perspektiften dışlanmışların, mazlumların bakışı olsa. Ama değil, zalimin şeyleştirici ve soyutlayıcı bakışıyla seyrediyoruz olup bitenleri. Ve her yer, geometrik olarak örgütlenmiş soyut bir düzleme dönüşüyor. Bu bakış seçicidir, istenmeyen bedenler çerçevenin dışına itilir. Perspektif kuramcısı, Rönesans insanı Alberti’nin dediği gibi, “Bir dörtgen çiziyorum... resmetmek istediğim şeye, açık bir pencere olarak düşünülmüş bu dörtgenin içinden bakıyorum” (Aktaran Erwin Panofsky, Perspektif, Metis). Kameralar da bir dörtgen çiziyor ve resmetmek istedikleri şeyi bu pencerenin içine yerleştiriyorlar. Ama durun, çerçevenin içinde bir şeyler oluyor! Resmetmek istedikleri şeyle uyuşmayan, ters giden bir şeyler var; hemen müdahale etmeli! Pencerenin içine giren ve egemen bakışla uzlaşmayan bedenler, derdest edilip çerçevenin dışına çıkarılıyor. Uzak, çok uzaklarda gerçekleşen savaşa, inşa edilmiş çerçeveden baktığımızda coğrafya, bir satranç oyununun gerçekleştiği geometrik bir düzleme dönüşüyor. Yaşamları için mücadele eden, acı çeken, kanayan ve ölen bedenleri değil, sadece satranç taşlarını görüyoruz. Perspektif bize, tamamen rasyonel, sabit, homojen bir mekân konstrüksiyonu sunarken, yaşayan her şey şeyleşiyor.

Panofsky’nin belirttiği gibi, merkezi perspektif iki temel öncüle dayanıyor: Hareketsiz tek bir gözle görüyor olmamız ve doğrusal perspektifin, optik imgemize muadil bir reprodüksiyon olması. Her ikisi de sorunlu. Merkezi perspektif, tek doğru, nesnel görme biçimi olarak dayatıldıkça, bizi sabitliyor, bakışımızı evcilleştiriyor ve merkezle uyumlu hâle getiriyor. Merkez baktığında, yeryüzünü geometrik, matematiksel, ölçülebilir bir düzlem olarak görebilir, peki bize ne oluyor? Yeryüzünü soyut bir ölçü mekânı olarak görmesi, yeryüzünü sömürülecek, parsellenebilir, satılabilir ve bir mülk hâline getirmesiyle gayet uyumlu. Bu bakışa göre bizler de, yeryüzünün bedenleri olarak, bu düzlem üzerine yerleştirilmiş şeyleriz. İşin tuhafı, bizi şeyleştiren bakışı mülk edinip yeryüzüne bu bakışla bakmamız. Şeyleştirilmiş olanların şeyleştirmesi; katmerli şeyleştirme. Şeyleştirmeyi o kadar içselleştirdik ki piyasada kendi bedenlerimizi bile şey olarak pazarlayabiliyoruz.

Merkezi perspektif bizi kötürümleştiriyor. Tek gözlü, ayakları olmayan bir varlık. Tek gözle gören ve yürüyemeyen varlıklar olarak gördüklerimize inanmakla kalmıyor, bir de “gözlerimle gördüm!” diyerek başkalarını da gördüklerimize inandırmaya çalışıyoruz. Kötürümlük bulaşıcıdır. Yalnız değilsiniz; Kepler de doğrusal perspektifin kurbanı olmuştu. “Doğruların her zaman düz göründüğü savını ortaya atarken Kepler, resimsel perspektif kurallarının kendisini etkilemesine izin verdiğini, gözün aslında düz resim levhasına değil, göz küresinin iç yüzeyine projeksiyon yaptığını göz önünde tutmadığını söylüyordu” (Panofsky). İç bükeydeki eğrileri reddetmiş olmasının nedeni, doğrusal perspektif eğitiminden geçmiş olmasıydı. Demek ki doğrusal perspektifin ikinci öncülü, yani perspektifin optik imgemize muadil bir reprodüksiyon üretmesi hiç de doğru değil. Ve bizler de Kepler gibi, doğrusal perspektifin tek doğru görme biçimi olduğu konusunda eğitildik. Bakışımız doğrusal olarak inşa edildikçe, yeryüzünün eğri mekânı, matematiksel, ölçülebilir, soyut bir düzlem hâline geliyor. Ve yeryüzünde yaşayanlar birden buharlaştı, geriye manipüle edilecek şeyler kaldı. Doğrusal perspektif, iktidarın istediği güçsüz bedenleri üretiyor.

O da ne, gözlerime inanamıyorum! Çerçeve kırılıyor; Şili, Cezayir, Hong Kong, Lübnan, Sudan, Katalonya ve diğerleri. Perspektiften dışlananlar, yeryüzünün eğri büğrü kıvrımları arasından çıkıp, çerçevenin soyut mekânını doldurdukça yeryüzü yeniden eğri görülüyor. Birbiriyle kesişmeyen paralel çizgiler eğilip birbirine dokundukça, kötürüm bırakılmış bedenler yeniden kudretleniyor. Gözler, ruhun aynasıdır; aynada yeryüzünün asi ruhu yansıyor. İnanmıyorsanız, aynaya bakın!

GÖSTERGELER KABUĞU ALTINDA İNSAN NE SAKLAR?



RAHMİ ÖĞDÜL
18.10.2019

“Şuraya bakın!” diyorlar, bakıyoruz. Ve baktığımızda şeyleri değil, şekiller görüyoruz. Ve şekilleri, zihnimize yükledikleri anlamsal karşılıklarıyla eşleştirdiğimizde şeyleri anladığımızı sanıyoruz. İnsanları gösteriyorlar, insanı değil, üzerine iliştirilmiş şekilleri görüyoruz. Ve şekillerden anlamını çözebileceğimizi sanıyoruz. “Düşmana bakın!” diyorlar, baktığımızda insanı değil, bir böcek gibi ezebileceğimiz ucube bir form görüyoruz. Zihnimize yükledikleri kavramlar, şeyleri belirli şekillere indirgiyor. Ve yeryüzünü tamamen anlamı bilinen şekiller olarak gördüğünüzde, artık yeryüzünde değil, inşa ettikleri anlamlar dünyasında yaşıyorsunuz demektir. Calvino, “Göz şeyleri görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait şekiller görür” diye yazdığında, bir kentten söz ediyordu (Görünmez Kentler). İnsan da bir kent gibidir, şeklinden tanıdığınızı sandığınız insan, içinde meydanları, sokakları, evleri ve içlerinde yaşayan yabancıları saklar. Bu karmaşık yapıyı ve içindeki yabancıları görünmez kılmak için insanı göstergelerle kaplamışlar, kolayca okunabilsin diye. Ama Calvino ile birlikte sorabiliriz: “Bu kalın göstergeler kabuğu altında kent gerçekte nasıldır, ne içerir ya da ne saklar...” Ya da kabuğunun altında insan içinde ne saklar?

Zor bir zoru; binlerce sayfa yazılsa da yanıtını bulacağımızı sanmıyorum. Ama insanı bir bakışta tanıdığını iddia edenler, onu sabit bir doğa ile donatmışlar ya da tam tersi, insanı sabit bir anlamla donatmak zorundaydılar, inşa ettikleri hiyerarşik toplumsal mimaride onu, yeri ve işlevi tanımlı bir yapı elemanı olmaya ikna etmeleri için. Bu mimari yapı aynı zamanda sabit kavramlar dünyasıdır. İnsan, inşa edilmiş kavramlar dünyasına hapsedilmiş. Havada asılı kalmış kavram dünyasında yaşadıkça durmadan dolduruşa geliyor; boşlukta asılı çünkü; boşluk, iktidarın icat ettiği kavramlarla dolduruluyor ve sonra da dünyayı ve varlığı tanıdığını iddia edebiliyor. Oysa bir insan yerleştirildiği yapıyı terk etmediği sürece asla kendini ve dünyayı tanıyamaz. Uzam içinde devindikçe ve öteki bedenlerle ilişkiye girdikçe, göstergelerle kaplı bedenin altındakileri, içerideki yabancıları ve bedenin nelere muktedir olabileceğini keşfedebilir ancak; bitimsiz bir süreç. Bu süreçte tanıdığı tüm şekiller anlamlarını yitirir ve ilişkiler değiştikçe anlam durmadan şekil değiştirir.

Modern zamanlardan farklı olarak günümüzde beden, birbiriyle çelişen göstergelerle, alıntılarla donatılmış bir yapıt. Mimariyi tutarlı bir yapı olarak kurmaya çalışan modern anlayış yerini, alıntılardan oluşan bir mimariye bırakınca, bedenler de alıntılardan kurulmuş, çok parçalı postmodern bir metne dönüştü. Hâlâ yapıyı ve bu yapı ile tutarlı olanı arayan modern zihniyet, bir bedene baktığında, o bedeni tutarsızlığı yüzünden eleştirebiliyor. Ve insan sormadan edemiyor: Diyelim ki, baş örtülü bedenler mi yoksa bu bedenleri, baş örtüsüyle çelişen başka göstergeler taşıdıkları için eleştirenler mi muhafazakâr? Beden, farklı tarihsel bağlamlardan sökülmüş alıntılarla kurulsa da, modern zihniyet, ısrarla alıntılardan bir tanesini seçip bedenleri bu alıntı üzerinden yargılamakta diretiyor. Oysa alıntılar yıkıcıdır; alıntılanan geleneği, alıntılayanı ve alıntıyla karşılaşanı yüklerinden arındırıyor.

Benjamin alıntıları, yoldan geçenleri gasp eden soygunculara benzetir: “Eserlerimdeki alıntılar, yolda pusuya yatmış, yoldan geçene saldırıp onu kanılarının yükünden kurtaran silahlı soyguncular gibidir.” Alıntıların gücü, “Geçmişi iletme ve yeniden canlandırma kapasitelerinden değil, aksine kökünü kazıma, bağlamdan çıkarma ve yok etme kapasitelerinden kaynaklanır” (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). “Hayatı boyunca, sadece alıntılardan oluşan bir eser yazma tasarısını gerçekleştirmeye çalışan” Benjamin’in hayalini, günümüzde bedenler gerçekleştirmiştir. Alıntılardan oluşan bir beden, alıntıladığı geleneklerin altını oymakla kalmıyor, baktığında sadece şekiller gören ve bu şekiller üzerinden anlam üretenleri de anlamlandırma aygıtından yoksun bırakıyor. Alıntılar, egemen düşünce şemalarını elimizden alan silahlı soyguncular. Ama hâlâ geriye bir soru kalıyor: İnsan içinde neyi saklar?

15 Ekim 2019 Salı

BOŞLUKTA ASILI KALMIŞ ÇÖP BEDENLER

Amy Casey, "Ottavia"
RAHMİ ÖĞDÜL
11.10.2019

“İnsan, kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır” (C. J. Geertz). Anlam ağları çökünce boşluğa düşüyor. Günümüzde sık sık ruhsal bunalım yaşamamız, asılı kaldığımız anlam ağlarının yırtılması ve kendimizi yeryüzünde bulmamızdan. O yüzden ağlarımızı onaracak anlamlar bulmamız gerekiyor. Tüketim toplumunda anlamlar metalara iliştirilmiş. Her yer tıka basa nesne dolu. Ellerimizde tığlar; nesnelerle örüyoruz anlam ağlarımızı ve yıpranan yerlerini yenileriyle değiştiriyoruz. Gel gelelim her nesne anlam dünyamıza dâhil olduğu an hızla anlamını yitirip eskiyor. Ve boşluğa düşmemek için yeni nesnelerin peşine düşüyor ve bıkmadan usanmadan anlam arayışımızı sürdürüyoruz. Başka çaremiz yok; anlamsız bir dünyada yaşamak, cehennemde yaşamaktır. Yeryüzü bizim cehennemimiz. Yeryüzünden kurtulmak için, anlam ağlarımızı hep daha yükseğe örmedik mi? Anlamı yeryüzüne değil, yükseklere yerleştiriyoruz.

Anlam ağlarını, dibi zar zor görülen bir uçurumun tepesine, iki sarp dağ arasına örenler de var, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabındaki örümcek kent Ottavia’nın sakinleri gibi. Ottavia’nın sakinleri bir doruktan ötekine bağlanmış halat, zincir ve tahta köprüler üzerinde yaşamak, küçük tahta traversler arasındaki boşluklara basmamaya dikkat ederek yürümek ve kenevir ilmiklere tutunmak zorundadırlar. Calvino, Ottovia anlatısını şu cümlelerle bitirir: “Ottavia sakinlerinin boşluğa asılı yaşamları diğer kentlerdekine oranla çok daha güvenli. Herkes biliyor ki ağ artık fazlasını taşımayacak.” Havada asılı küçük anlam dünyalarında yaşayanlar, kendilerini güvende hissediyor. Ama çok kırılgan bir dünya bu. Anlam ağları çoktan çürümeye başladı bile, farkında değiller; uçuruma ha düştü ha düşecekler. Düşmemek için daha fazla asılacaklar ağlara, ama boşuna. Ağlarını onarmak için nesnelere ihtiyaç duyduklarında bilecekler ki her nesne ağa fazladan bir yük bindirecek. Ve her nesne ağa dâhil olduğu an hızla anlamını yitirecek. Yükseklerdeki anlam ağlarında yaşamayı diretenler, anlamını yitiren nesnelerini aşağıya atmak zorunda. Yeryüzü çoktan çöplüğe çevrildi bile.

Çöp; anlamını yitirmiş nesneler yığını. Bir zamanlar hayatımıza girmiş, hayatımızı değiştirmiş nesneler çok geçmeden kendilerini çöplükte buluyor. Okyanus’da yüzen, ıskartaya çıkarılmış nesnelerden oluşmuş adalarımız bile var. Bu gidişle kıtalardan geriye çöp adaları kalacak. Ayaklarımızın üzerinde durmayı başarıp yürüdüğümüzde yeryüzü, baş edilemeyecek kadar karmaşık gözükmüştü gözümüze ve gözümüzü gökyüzüne çevirmiştik. Kaostan bakıldığında gökyüzü, kozmik düzeni, mutlak ve kutsal hakikati yansıtan bir ekran gibiydi ve göklerden haber getirdiğini iddia eden ulakların anlattıklarına göre anlamlı hayatlar kurduk. Yeryüzüne değil, göklere inandık ve yeryüzünü değersizleştirdik. Şimdi mecburen havada asılı kalmak zorundayız. Çünkü çöp dağları Leonia’da olduğu gibi kentlerimizi kuşatıyor. Görünmez Kentler kitabının bir diğer kenti olan “Leonia’nın zenginliği hergün üretilen, alınıp satılan eşyalardan çok yenilerine yer açmak için kaldırılıp atılan eşyalarla ölçülür.” Ve kentin sakinleri hergün yepyeni nesnelerle başlarlar güne. “Dünün çöpleri, önceki günün, tüm önceki günlerin, yılların, on yılların çöpleri” üst üste yığılır. Çöp yığınları çok geçmeden kenti yutacak. Ve bizler de çöpe karışacağız; çöp yığınlarındaki nesneler gibi, geri dönüşümü bekleyeceğiz.

Iskartaya çıkarılmış ve geri dönüşümü bekleyen sadece nesneler değil; giderek büyüyen işsizler kitlesi, savaşlarla yerinden yurdundan edilmiş mülteciler ve diğerleri; anlam ağlarından atılmış, çöpe dönüşmüş bedenler. Gündelik hayatta yeniden dolaşımına girmeyi, anlam ağlarına takılmayı bekleyenler. Birilerinin anlam ağlarına takıldığımızda dünya anlamlı hâle geliyor. Oysa o birileri, ağlardaki bedenleri iliklerine dek sömüren ve enkaza dönüştürenlerdir. Bedenler enkaza dönüştüklerinde artık geri de dönemeyecekler. Çok geç olmadan anlamı yeryüzüne yerleştirmeyi neden denemiyorsunuz; kendi anlam ağlarınızı yeryüzünün öteki bedenleriyle birlikte örmeyi, yeryüzünü ve kendinizi anlamlı kılmayı? Yukarıdan kurtarıcı mı bekliyorsunuz? Gelmeyecek!

5 Ekim 2019 Cumartesi

YAZI, BOYUN EĞDİRMEK İÇİNDİR

Cyril Vouilloz

Keith Haring
RAHMİ ÖĞDÜL
04.10.2019

Sokrates yazıyı kuşkuyla karşılayanlardandır; canlı diyaloğu, ölü metne tercih edenlerden (bkz D. Allen, Platon Neden Yazdı? İletişim). Yazılı söz, kişinin canlı, nefes alan sözünün sadece bir imgesi. Yazı yazmak, resim yapmaya benzer. Resimler nasıl canlı varlıkların yerine ölü imgeleri geçiriyorsa, yazı da sürekli gelişip büyüyen, gelişip serpilen diyalektik sözün yerine ölü harfleri geçiriyor. Sokrates, söz için ‘enargeia’ terimini kullanır. Homeros da enerji anlamına gelen aynı terimi, tanrıların gözle görünür hale geldiği durumlar için kullanmıştır. Sözcüklerimize hayat verenin, nefesin gücü olduğunu hatırlayın; yaşam enerjisiyle dolular. Yaşamın soluğu görünmez olanı, kavramları, düşünceleri yaşamın akışı içinde görünür hale getirir. Sokrates’e göre filozof, ancak yaşlandığı zaman anımsamak, kendini oyalamak için yazmalıdır. Felsefi açıdan kabul edilebilir bir metin sözel diyalektiğin bir anımsatıcısı olmalı. Aksi takdirde bir hatibin ya da kanun yazıcısının metni olacaktır.

YAZI İKTİDAR YÖNTEMİ
Sokrates yazıdan kuşkulanmakta haklı. İlk yazıcılar despotun gölgesinde yetişmiştir, yazı düşünmek için değil, boyun eğdirmek içindi. Yazı; yaşamın soluğunu, enerjisini surların içine kapatan ve yaşamı mülk edinmeye çalışan bir iktidar tekniği. Yazı, Mezopotamya’da erken devlet oluşumlarında bir yakalama aygıtı olarak icat edilmiştir. Kaçıp gitmekte olanı, yaşamı yakalayıp yerleştirmek, envanterini çıkarmak için. Yazının icadıyla birlikte insanlar, araziler, tahıllar, hayvanlar, eşyalar birer birer kayda geçirildi. Ve J.C. Scott kitabında, arkeolojik bulgulara dayanarak, “Mezopotamya’da yazının, onunla ilişkilendirdiğimiz görkemli uygarlık icatlarına yani edebiyata, mitolojiye, methiyelere, kralların soy ve secerelerine, tarih kayıtlarına ve dini metinlere aracılık etmeden önce, beş yüz yılı aşkın bir süre boyunca sadece muhasebe için kullanıldığını” belirtiyor (Tahıla Karşı, KÜY). Uruk’ta çıkarılan M.Ö. 3300-3100 tarihine dayanan en eski tabletler çoğunlukla tahıl, işgücü, vergiler, savaş esirleri, köleler hakkındaki listelerden ibarettir. İnsanlar, kelle vergisi almak, angarya işlerde çalıştırılmak ve askere alınmak için ikamet, yaş ve cinsiyetlerine göre tek tek sayılıp kaydediliyordu. Yazı, yaşamı standartlaştırma ve soyutlama yöntemidir; devletin istatistikler, sayımlar ve ölçümler kullanarak tebaasının bedenlerine, emeklerine ve ürünlerine el koyma yöntemi.

SEMİYOTİK BASKI
Felix Guattari, günümüzde de iktidarın yazıyla ilişkili boyun eğdirme yönteminden söz ediyor: “Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.” Semiyotik boyun eğdirme, göstergelerin gömülü olduğu bir metne göre işliyor; düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bu metindir. Gündelik hayatta kullandığınız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasına uydurmak zorundasınız. Aksi takdirde kendinizi özel kurumlarda bulabilirsiniz. İçine gömülü olduğumuz metni ihlal edenlere deli, sarhoş, anormal, meczup deniliyor.

YAZI BİR YAKALAMA AYGITI
Yazı iktidarın icat ettiği en erken dispozitiflerden biri. Foucault’nun dispozitif kavramını Agamben şöyle açıklıyor: “Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey” (Dispozitif Nedir? Monokl). Bir yakalama aygıtı olarak yazı, capcanlı sözü işaretlerden oluşan bir soyutlama sistemine dönüştürmüştür. Devlet, yeryüzünde dolaşan sözü surların içine kapatmış ve sözün yaşamla bağlantısını koparmıştır. Varlıkların envanterini çıkarma yöntemi olarak yazı, bürokratik bir tekniktir. Kabul edelim; yazının içine gömülü halde yaşıyoruz, yazıyor ve yazılanları okuyoruz. Ve durmadan yakalanıyoruz. Bir kaçış mutlaka olmalı, yazıyla birlikte kaçış. Yazıyı kaçırıp açık havaya çıkarmalı. Yazıya, göçebelerin kasırga gibi esen soluklarını bulaştırmalıyız:

“Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kateden bir Yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz” (Deleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk).

27 Eylül 2019 Cuma

CENNET AYAKLARIMIZIN ALTINDA!

Pieter Brueghel, "Köy Düğünü", 1567

"Göksel Merdiven", Azize Katherina Manastırı, Sina, Mısır, 12. yy.
RAHMİ ÖĞDÜL
27.09.2019

Masanın etrafında toplandık; üzerinde çeşitli mezeler, ara sıcaklar geliyor arada ve tabi ki içiyoruz. Kadehlerimizi, yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza kaldırıyoruz. Ama kimi kadehlerin birbirine dokunmadığını fark ettik. Masanın biçimi toplumsal mesafe dayatıyor. Dikdörtgen masanın kısa kenarlarında oturanlar, uzun kenardakilere nazaran daha az toplumsallaşıyor. Ama sorun değil, yer değiştiriyoruz. Yer değiştirdikçe toplumsal peyzajımız değişiyor, uzak olanlar yakınlaşıyor ve birbirimize dokunabiliyoruz, kadehlerimiz de. Ve kadehlerimizdeki sıvılar aramızdaki buzları çözüyor; birbirimizin içinde eriyoruz.

Masa aynı masa; ama bu sefer bırakın birbirimizin içinde erimeyi, birbirimize dokunamıyoruz bile. Her beden kendi konturları içine kapatılmış. Ve yerlerimiz toplumsal hiyerarşiyi gösteriyor. Yerinizi değiştirmeniz mümkün değil, çünkü protokole göre belirlenmiş. Lider baş köşede; kolları, hemen sağında ve solunda oturuyor. Ve masanın başı ile aralarındaki mesafe, diğerlerinin organsal konumlarını belirliyor; gözleri, kulakları, işkembesi, bağırsakları ve diğer organları. Ayaklar en uzak mesafede duruyor. Yer ve işlevleri tanımlı organlardan oluşan bir organizma olarak masa.

Masa gibi sıradan bir nesne ilişkilerimize biçim dayatabiliyor. Masa bir alegoridir; yani ‘allo agorenei’, ‘başka şey iletir’ (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). Masa aynı masa, ama biz yer değiştirdikçe anlamı değişiyor. Biçim politiktir ve yer değiştirerek biçimin politikasını değiştirebiliyoruz. Sorun da burada kilitleniyor: Oturtulduğumuz yerde kök salmak mı yoksa yer değiştirerek dayatılan biçimi bozmak mı? Biçimi bozdukça, birbirimize dokunduğumuza, ya da birbirimize dokundukça biçimi bozup kendi biçimimizi yarattığımıza göre biçimin politik olduğunda hemfikiriz. Yer ve işlevi sürekli değişenlerin masasının politikası mı, yoksa baş ve organlarından oluşan masanın politikası mı? Masa bir alegori. Nesneler ve biçimleri politiktir ama hareket etmemize bağlı olarak politik konumları ve anlamları değişiyor. Nesneler politikamızı değil, biz nesnelerin politik konumlarını belirliyoruz.

Baş ve organlarından oluşan masa, yatay bir düzlem olsa da bazı organlar kendi aralarında fısıltıyla merdivenden söz ediyorlar. Merdiven de bir nesnedir ve yüksek bir yere ulaşmaya yarıyor. Led Zeppelin’e göre merdiven cennete çıkıyor: ‘Stairway to Heaven’. Mısır’daki bir manastırdaki 12. yy’da yapılmış resimde cennete çıkan merdiveni görebilirsiniz. Yoldan çıkarıcı iblislere rağmen merdivenin son basamağına yükselmeyi başaranları, cennette İsa karşılıyor. Ve masadaki organlar merdivene tırmanmanın, başa ulaşmanın hayalini kuruyor. Oysa bir önceki masada merdiveni, mesanelerimizi ve bağırsaklarımızı üst katta boşaltmak için kullanıyorduk. Masa gibi yatay bir düzlemde, merdiven gibi dikey bir ilişki nesnesini hayallerimize yerleştiren iktidardır; yükselip başa ulaşmayı düşleyen organlar buna inanıyor. Oysa organlar yerlerinden bir kalkabilseler, başa dokunacak ve başı yerinden edeceklerdi, ama onlar hâlâ başa, merdivene ve iblislere inanmayı sürdürüyor.

Yeryüzünün bir cehennem olduğu ve iblislere rağmen cehennemden kaçıp göklerdeki cennete sığınma fikrine ikna olmanız için yeryüzünde yaşamanız yeterli. Ezilenler için yeryüzü, bir cehennemdir: İşçi kıyımları; tecavüz edilen ve katledilen çocuklar ve kadınlar; paraya çevrilecek kaynak olarak durmadan yağmalanan doğa ve insan doğası. Ardı arkası kesilmeyen felaketlere rağmen hayatta kalmaya çalışan felaketzedeler gibiyiz. Ama yeryüzünü yağmalayanlar, duvarlarla çevrili saray ve sitelerindeki yapay cennetlerinde yaşıyor. Ve ezilenlere gösterdikleri tek çıkış yolu, ‘hayali’ merdiven. Merdivene tırmanın, öte dünyada cennete ulaşacaksınız. Unutmadan; bir de bizim için yeryüzünde otoyollar inşa ediyorlar. Ama AC/DC, otoyolun bizi cehenneme götürdüğünü söylüyor: ‘Highway to Hell’. Kesişmeyen paralel şeritlerden oluşan otoyolda yazgımız, cehennemi yaşamaktır. Otoyolu terk etsek ve yürüsek, yollarımız kesişir ve yeryüzü cennetini keşfedebilirdik. Cennet ayaklarımızın altında. Cennet bir alegoridir, bize yitirdiğimiz yeryüzünü iletiyor.