31 Ağustos 2018 Cuma

YARASINI ARAYAN ANNELER

Guercino, "Kuşkucu Thomas", 1621, detay

Fotoğraf: Bahadır Altan
RAHMİ ÖĞDÜL
31.08.2018

Çocukluktan kalma yaramız var; çoktan kurumuş, izi kalmış sadece. Bir de sürekli kanayan yaramız; durmadan kabuğunu kanırttığımız. Çocukluk yarası bize çocukluğumuzu, yitirdiğimiz yeryüzünü hatırlatır. Diğeriyse dünyaya açık olmanın yarası; evi terk edip yollara düştüğümüzde açılan yara; yolda oldukça hep kanayan, bir türlü kabuk bağlamayan. Richard Sennett, Oidipus’un iki yarasından söz ediyor: “Oidipus’un bedenindeki iki yaradan biri gizlenemeyen bir köken yarası, diğeri de iyileşmiyor gibi görünen gezgin yarasıdır” (Yabancı, Metis). Oidipus ülkesinden ayrılıp uzaklara gittiğinde kökeniyle ilişkisini yitirmiştir. Ama kimliğini öğrenmek isteyenler, bedenini incelemek zorunda kaldıklarında aradıkları kanıtı ayak bileklerinde bulurlar. Ayak bileklerinde çocukluktan kalma bir yara izi vardır. Oidipus, Yunancada “ayak bilekleri deşilmiş” anlamına geliyor.

Bedeni bir ağaç gibi, hiyerarşik katmanlardan oluşmuş yerleşik bir yapı gibi düşünenler var; onlara kalsa ayaklar, gövdeden çıkan ve bedeni toprağa bağlayan köklerdir. Oysa beden yürür, yürüdükçe kendi yolunu açar ve yürürken yaratır kendini, köklerini yitirmiştir; bir rizom, ayrık otu. Ayaklar, bedenler arasında bağlantılar kuran bağlaçlardır. Oidipus yeryüzünde dolaşırken ayakları bağlaca dönüşmüş ve kökenini yitirmiştir. Fakat ille de kökenini öğrenmek isteyenler, kök diye tutturanlar ayaklarına bakınca bileğindeki yara izini görmüşler. Kökler, kimliklendirmeye yarıyor. Devletler için bedenler ağaçlardır ve toplum soyağaçlarından oluşmuştur; bedenler kök salmak zorunda: “Çoğu kişi kimlik kriterine önem vermez, hatta bunun farkında bile değildir. Hitler öncesi Almanya’sında, kimileri Yahudi olduklarının dahi bilincinde değildi; ta ki Naziler onları buna zorlayana kadar” (J. Sémelin, Arındırma ve Yok Etme, İletişim). Soyağaçları en çok soykırıma yarıyor. Soykırım, bahçıvanın bahçesini zararlı bitkilerden arındırma yöntemi. Ayrık otlarına ise hiç tahammülü yok; yatay bağlantılar kurdukça tekilleşen ve bahçesinin düzenini bozan ayrık otları.

Ayaklar kök değil ki saksıya dikesin. Ayaklar, yersiz yurtsuzlaşmaya meyilli. Yürüyen, yürüdükçe olmadık şeyler arasında bağlantılar kuran ayaklar. Çocukluktan kalma ayak bileğindeki yara izi bir kökeni, kimliği gösterebilir mi? Çocukluk, yitirdiğimiz ortak ülkenin adıdır, yani yeryüzü. Çocukluktan kalma yara izleri, bir etnisiteye, bir dine, bir mezhebe, bir kimliğe aidiyeti değil, bir zamanlar yeryüzüne, oyuna, oyulcul bir yaşama, çocukluk ülkesine ait olduğumuzu gösterebilir ancak. Biz de çocukluk yaralarımıza bakıyoruz ama devleti değil, yitirdiğimiz yeryüzünü hatırlıyoruz. Çocukluk izleri belleklerdir, yeryüzünü hatırlatır. Çocukların kökeni yoktur, köksüzdürler; şeylerin arasında devinen ve her şeyi her şeyle ilişkilendiren ayrık otları. Ya da Nietzsche’nin deyişiyle “kendiliğinden dönen tekerlekler”. Çocukluk yarasından köken çıkarmak, devletçi zihniyetlerin işidir.

Bir de anneler vardır. Çocuklar, annelerin kanayan yarasıdır, asla kapanmaz; kapanırsa yürekleri kurur sonra. O yüzden gözlerinin önünde olsun isterler, yaralarına dokunmak, yaralarını iyileştirmek için. Anneler çocuklarını yaralarından tanır. Ama çocukları, gecenin karanlığında kaybeden devletler vardır. Bir gece yaralı çocuk, yarasıyla birlikte ortadan kaybolur. Anne yarasını ve yarasını taşıyan bedeni yitirmiştir. O geceden sonra yitirdiği yarası yüreğine yerleşir. Cumartesi Anneleri, kanayan yürekler. Yürekler, sızılarla birbirine bağlanan ayrık otları. Anneleri, yaraları birleştirir. Yara, umut demektir. Yara, yitirdiği bedenine bir gün kavuşabilme umuduyla kanar durmadan. Kanayan yürekleriyle çağırırlar çocuklarını. Çocuklar, bir gün karanlıktan çıkıp gelecek. Çocuklar mutlaka gelmeli; onlar geleceğimiz. Çocuklarla birlikte özgürlük gelecek. Ve birlikte yeryüzü şarkıları söyleyeceğiz.

24 Ağustos 2018 Cuma

ŞİMDİ CANAVAR OLMAK VARDI!



RAHMİ ÖĞDÜL
24.08.2018

Canavarı düşman bellettiler bize, yedi başlısı vardı, ağzından ateş çıkaranı. Ve öldürdüğümüzde kahraman olacaktık. Canavarlar icat ettiler, öldürdük. İktidar kendi bekası için canavarlar icat etmek zorunda. Ama canavarlarını öldürerek tüketemezsiniz, asıl mesele canavar üreteni ortadan kaldırmak. Canavar da biziz, kahraman da. Canavarları bizden yaratıyor ve sonra bizi bize kırdırıyor. Niye yatay bir düzlemde yan yana gelerek biz bir canavara, canı olana dönüşemiyoruz ki? Canavarın canı vardır; iktidarın üretmediği, dolayısıyla yok edemeyeceği canlı bir bedene dönüşmek. Aradan iktidarı çıkarın, geriye kalan toplumsal beden canavardır ve çok güzeldir.

Canavarı ‘uyumsuz öğelerin birleşimi’ olarak tanımlayan Alfred Jarr klasik güzellik anlayışını reddetmiştir: “Ben kendine özgü, tükenmez her güzelliği canavar olarak tanımlarım.” Klasik güzellik, bütün ile parça arasındaki sayısal simetriye, uyuma dayalı kanonik bir beden anlayışıdır. Ve bedenin kanonlaşması, akışkan olan bir şeyin kalıba sokulması. Kanonik beden anlayışında parçaların kendi başlarına bir değeri olmadığı gibi, güzel de değillerdir. Ancak bütünün içinde, bütüne orantılı ve uyumlu bir şekilde katıldıkları ölçüde değer kazanırlar.

Hükümdarın baş, işçilerin ve köylülerin ayaklar olduğu hiyerarşik bir toplum kanonik bir bedendir. Ayaklar kendi başlarına hiçtir. İktidar açısından ‘ayaklar baş olursa kıyamet kopar’, muhalefete göreyse ‘akılsız başın cezasını ayaklar çeker’. İktidar için hiyerarşik bütün güzeldir. Bu yüzden aynaya baktığında kendini güzel buluyor. Oysa canavar öyle mi? Canavarın bedeni uyumsuz parçalardan oluşmuştur, tek tek parçaları da güzeldir ve değerli, bütünü de. Kadim zamanların canavar imgelerine bakın! Doğanın tek tek parçaları birleştirilmiştir.

Yunanlıların Chimera’sının gövdesi aslandır, sırtında keçi kafası vardır, kuyruğu yılan. Ya da Çin ejderhasının gövdesi yılandır ve yine uyumsuz öğelerin birleşimidir: kartal pençeleri, geyiğin boynuzları, devenin başı, boğanın kulakları, kaplanın bacakları ve yarasa kanatları. Ve iktidarın aynasından baktığımız için canavar çirkindir. Bakışımız, uyumlu parçalardan oluşan bir bütünü güzel olarak algılayacak şekilde evcilleştirilmiş. Ve modern toplumlarda biçim, norm ile yargılandığında, uyumsuz parçalardan oluşan bedenler norm dışı ilan edilecektir.

Doğa, tüm zamanların canavarı. Üst paleolitik dönemdeki canavar imgesi (teriantrop), doğanın bedenleştirilmesidir; insan, doğanın tekil parçalarını yan yana getirerek doğayı bir canavar olarak imgeleştirmiş. Baykuş gözleriyle, geyik boynuzlarıyla, ayı pençeleriyle, iki ayağı üzerinde duran bir yaratık. Hıristiyanlıkta Aziz George’un öldürdüğü yedi başlı canavar da doğadır, insan doğası. Doğa topyekûn düşmandır, öldürülmeli. Ve doğa, modern zamanlarda akılla yenilmesi gereken baş düşmana dönüşmüştür.

İktidar doğaya karşı kendisine müttefik ararken kapitalist üretim bandında bir başka canavar ortaya çıktı. Burjuvazi, feodal bütünü parçalayıp parçalarını kentlerdeki fabrikalarda bir araya getirdiğinde proletaryayı yaratmıştı. Mezarlıktan toplanan ceset parçalarından yaratılmış Frankenstein canavarı. Ve burjuvazi kendi yarattığı canavarın kendisini öldürmesinden korktuğu için bu canavarı ortadan kaldırmış ama bu sefer de zombileri yaratmıştır. Artık zombiler yürüyen cesetlerdir: “Anlamsız fakat doymak bilmez açlıklarıyla” her şeyi “silip süpürmek... isteyen” zombiler (Luckhurst, Zombiler, Koç). İktidar, ayrıştırıp hiçleştirdiği parçalardan beyinsiz ve belleksiz zombiler üretti, düşünmeden tüketmeleri için. Oysa Jarr canavarı ‘tükenmez güzellik’ olarak tanımlamıştı, ‘uyumsuz öğelerin birleşimi.’ Ayrı düşürülmüş doğal ve toplumsal parçaların yatay düzlemde kendiliğinden yan yana gelişlerini bir düşünsenize; o tükenmez güzelliği. Şimdi canlanma, canavar olma zamanı.

23 Ağustos 2018 Perşembe

KONUŞANLAR YAŞAMAYANLARDIR

RAHMİ ÖĞDÜL
17.08.2018

Kasaba meydanındaki kahvede oturuyorum. Arkadaki masadan aralara ‘amk’lerin sıkıştırıldığı konuşmalar geliyor. Dönüp bakmıyorum. Yüzlerin ne önemi var ki tabii ki konuşanlar, kasabanın eril toplumsal bedenidir. Ama erilliğin seslerini de bir müzikal dinler gibi dinliyorum. Konuşulanlar kasabanın sıradan, gündelik olaylarıdır ama olaylar âdeta bir müzikalde geçiyor. İstanbul Türkçesinde yitirilen dilin melodisi buradaki konuşmalarda hâlâ devam ediyor. Ağızlar, bir melodiyi birlikte icra eden enstrümanlardır.

Dil, birlikte icra edilen ve her icra edildiğinde değişikliklerle yeniden üretilen çok sesli bir müzik ama melodisini yitirince dil de kurudu ve dil ile birlikte bizler de. Dil kalabalık bir orkestrayla icra edilirken orkestra dağıldı ve yapayalnız kaldık. Ve sololarımız giderek yavanlaştı ve sonunda sadece kakofoni üretir olduk. Ağzımızdan çakıl taşlarının çarpışmasını andıran gürültüler çıkarabiliyoruz ancak ama bu dil değildir. Dil, doğal ve toplumsal ritimler eşliğinde bedenlerini bir enstrüman gibi kullanan, birbirlerini dinleyip birlikte çalan ve doğaçlama diyaloglar üretenler tarafından icra edilir, bir tür ‘jazz session’. Kimseyi dinlemiyoruz artık, sadece kendi kakofonimizi seslendiriyoruz. Ve kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. 

Dil hapishaneyse, bizlerin yaşadığı tecrit hücresidir. Oysa konuşarak dilin duvarlarını çatlatmış ve dili birlikte zenginleştirmiştik. Sözcükler gözenekli ve geçirgendi, olmadı kırardık. Şimdi sözcüklerimiz kalın kabuklu, içlerinde tutsak kaldık. Kapatıldığımız dil iktidarın dilidir, ayrıştırmanın ve nefretin dili. Sözcüklerin dört duvarı içinde biz bize kaldık. Sözcükler bir bıçak gibi, bizden olmayanlara saplandıkça yaralıyor, öldürüyor da. Sözcükler hem silahımız hem tecrit hücremiz. Başkalarını dışlamakla kalmıyor, kendimizi de tecrit hücrelerinde toplumsal ölüme mahkum ediyoruz. Sözcükler mezarlarımız bizim.

Mezar taşlarımızda kimliklerimiz yazılı. Ya da kimlikler, mezar taşlarıdır. Konuşanlar yaşamıyor, çoktan ölmüşler. Baksanıza kullandıkları sözcüklere; yaşama, oluşa, birlikte yaşamaya dair hiçbir şey barındırmıyor. Sadece ölümden ve öte dünyadan söz ediyorlar. Ölüler konuşuyor. Herkes kendi mezarından sesleniyor birbirine. Ve hücrelerin içinde sadece ölüm yankılanıyor, ölümü çoğaltıyoruz.

Oysa dili ölüler değil, yaşayanlar icat etmişti, birlikte yaşamak ve yaşamı çoğaltmak için. Ama dil, ölülerin dünyasından sesleniyor şimdi. Dil de ölüdür, fosilleşmiş. Fosil yakıtlar gibiyiz, mezarların içinde için için yanıyoruz. Şairin “Sen yanmazsan/biz yanmazsak/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerini yanlış anladık. Yanmayı fosil yakıtların yanması sandık. Yeryüzünü aydınlatmak isterken kararttık ve tükettik. Ama güneş gibi yanabileceğimizi, ışıdıkça yaşamı çoğaltan mekânlar yaratacağımızı hiç düşünmedik. Çünkü yanmayı bize iktidar öğretmişti, kendi üzerine kapanıp için için yanmayı, tıpkı kor gibi. İçin için yanmak ölümdür. İçin için yandıkça arzularını gerçekleştiremeyen, kendini tüketen kederli varlıklara dönüştük. İktidarın istediği de buydu, çünkü rahip ve despot kendi iktidarları için kederli bedenlere muhtaçtır (Spinoza).

Dil kendi üzerine kapandıkça kudretini yitirir ve keder üretirir sadece. Dil de bir yanmadır, ya mezarına kapanıp için için yanar ve ölümü çoğaltır ya da bir güneş gibi ışıyarak yaşamı ve neşeyi çoğaltır. Dilin duvarlarını birlikte konuştukça çatlatabiliriz ancak ve sınırını ufka doğru genişletebiliriz. Ama konuşanlar, mezarlarındaki ölülerdir. Oysa dil bir mezarlık değil, içinde bin bir türlü canlının yaşadığı bir coğrafyadır. Marx’ın İsa’ya atfen söylediği gibi, “Bırakın ölüleri, kendi ölülerini gömsünler!” Biz yaşamdan, yaşamı çoğaltmaktan ve birlikte yaşamaktan konuşalım.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

SIRTIMIZDAKİ SİNİR DÜĞÜMÜ

RAHMİ ÖĞDÜL
10.08.2018

Suda yaşayan kimi canlıların, insanın yeryüzündeki serüvenini andıran hayat evreleri vardır. Göçebe olarak başladıkları yaşamlarını yerleşik olarak bitirirler. Türkçede deniz fıskiyesi olarak bilinen omurgasız canlı da böyledir. Yumurtadan çıkan larvalar suda hareketli, göçebe bir hayat sürerken, daha sonra kaya yüzeyine yapışarak yerleşik yaşama geçer ve hayatlarının sonuna kadar yapıştıkları yerde kalırlar. Göçebe evrede gelişmemiş olsa da beyinleri vardır; beyin, kuyruğa kadar uzanan ilkel bir omurilik vasıtasıyla hareketlerini olanaklı kılar. Yerleştikleri andan itibaren beyne ihtiyaçları kalmamıştır, beyinlerini saniyeler içinde yer ve sindirirler. Beyin yerine sırtlarında sadece bir sinir düğümü kalmıştır.

Çok tanıdık bir hikâye. Kaya yüzeyine tutunur gibi kimliklerine tutunanları ve tutundukları kimliklerle kendilerine getto inşa edenleri getiriyor akla. Ama biliyoruz ki kimlik denilen şey iktidarın yakalama aygıtlarıyla inşa ediliyor.

Muhalefet de iktidarın ürünüdür
Kullandığımız, yediğimiz her şeyle yakalıyor iktidar bizi ve bunlarla kendimizi kimlikli özneler olarak kurdukça iktidarı yeniden üretiyoruz. Ve öznenin tutarlı olması gerekiyor. Fakat tutarlı olalım derken iktidarın siyasal hamleleriyle oradan oraya savruluyoruz. Ve kendimizi portakalları bıçaklarken, Çinli yerine tüm çekik gözlüleri döverken ya da dolarları yakarken bulabiliyoruz. Bunlar normal şeylerdir. İktidarın üretildiği norm alanından sıradan görüntüler.

Asıl şaşırtıcı olan kendilerini muhalif olarak adlandıranlar ve iktidarın hamleleriyle ordan oraya savrulanlardır. Ama şaşırmamak gerek. Muhalefet de iktidarın ürünüdür; her ikisi de insanların iradelerini gasp ederek işliyor ve her ikisi de irade ticareti yaparak hayatta kalabiliyorlar. İrademizi hiç tanımadığımız temsilcilerine devrettikçe kudretsiz kalıyoruz ve kaderimizi onlar belirliyor. Bu oyunda oyun kurucu iktidardır, muhalefet de oyun kurucunun kurduğu oyuna göre oynuyor. Başka bir oyunun mümkün olabileceği ne yazık ki gelmiyor aklımıza: Kudretimizi hiç kimseye devretmediğimiz, kudretli varlıklar olarak birbirine dokunan, birbiriyle konuşan, birlikte düşünüp birlikte karar alanların oyunu. Ve kudretli varlıklar olarak kendi mekânlarımızı örgütlemek zorundayız.

Mekân, şeylerin dağılımına yarıyor. İnsanların ve nesnelerin bir mekân içindeki dağılımları politikadır. Ve iktidar durmadan mekânı düzenleyerek, şeyleri yerinden edip yeniden yerleştirerek işliyor, çünkü oyun mekânda geçiyor: “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hâkim olmayı amaçlar” (Henri Lefebvre). Ve bizler iktidarın kurduğu mekân düzenlemesinde edilgin nesneleriz, modüler parçalar. Konutlarımızdan tutun da sokaklar, caddeler ve meydanlar iktidarın oyun alanlarıdır. Ve günümüzde aynı olanların bir araya getirildiği ve farklı olanlarla temasın kesildiği bir mekân örgütlemesinde yaşıyoruz; ilişkisizliğin mekânları. Ve koliler gibi her yere taşıma bantlarıyla (taşıtlar, yürüyen merdivenler, asansörler) taşınıyoruz; yürümeyi ve yürürken olmadık şeylerle karşılaşmayı ve aralarında yeni bağlantılar kurarak anlam dünyamızı genişletmeyi unuttuk.

“Yürüyelim arkadaşlar!”
Yerleştik ve kudretimizi temsilcilere devrettik; ne bedensel ne de zihinsel olarak yürüyebiliyoruz artık. Yerleşince, tıpkı deniz fıskiyesi gibi hem kendi beynimizi hem de toplumsal bedenin beynini yiyip sindirdik. Geriye sırtımızda bir sinir düğümü kalmıştır. Bu sinir düğümü doğrudan oyun kurucuya, iktidara bağlı, düşünemiyoruz. Oysa beyin, beyindeki sinir hücreleri arasında henüz var olmayan bağlantıları kurdukça, yürüdükçe gelişir. Toplumsal bedenin beyni de şeyler arasında henüz var olmayan yatay bağlantıları icat ettikçe ve birlikte düşündükçe gelişebilir ancak. Her ikisi de şeyler arasındaki yürüyüştür ve toplumsal mekân da yürüyerek kurulur. O zaman “Yürüyelim arkadaşlar!”

3 Ağustos 2018 Cuma

UFKUNUZ NE KADAR DA GENİŞ!

RAHMİ ÖĞDÜL
03.08.2018

Ufkunuz ne kadar geniş? Sosyal medyada böyle bir test ile karşılaşmış olsanız hemen çözeceğinizden ve sonucunu paylaşacağınızdan eminim. Kim istemez ki ufkunun genişliğini bilmeyi, genişliğiyle övünmeyi? Ama “Hangi filozofsunuz?” ya da “Hangi ünlüye benziyorsunuz?”, “Ne kadar şahanesiniz?” gibi sosyal medya kullanıcılarını tuzağa düşürerek ipliklerini pazara çıkaran bir test değil bu. Ve hazır sorular ve hazır şıklarla da bir sonuca ulaşamazsınız. Bir kere her soruyu kendinizin inşa etmesi gerekecek, yani hayatınızı durmadan problem haline getirmenizi. Hayat problemlerle doludur, problemleri göremiyoruz; sadece iktidarın önümüze koyduklarını çözmekle yetiniyoruz. Hayatı problemleştiremediğimiz için ufkumuz dar bizim; gettoda yaşıyoruz. Dolayısıyla bu, çoktan seçmeli bir test değil, gettonun duvarları dışında çokluğu, farklı olanı, tekili keşfedecek algılarımızı test etme meselesidir. Hazır şıklardan birini seçerek değil, bizzat yaşayarak yanıtlarını keşfedeceğimiz bitimsiz bir soru. Ve ufuk çizgisinin sizden hep kaçacağını da unutmamanız gerekiyor.

Sadece burnunun ucunu görenler var
Soruyu şöyle sormalı: Ufkunuzu genişletmek ister misiniz? İnsan, ufku dar varlıktır ve ufkunu genişlettiğinde işlerin giderek karmaşıklaşacağını ve içinden çıkılmaz bir hâl alacağını bilir, kaotik bir durumla karşılaşmak korkutur çünkü. O yüzden olabildiğince daraltılmış zihinsel ve bedensel bir ortamda yaşamayı tercih eden geniş bir insan kitlesi var. Ufkunu genişletmek, algı yeteneklerini artırmakla ilgilidir, yani içinde yaşadığımız gettonun dışına çıkıp ufka doğru hep yolda olmak ve tüm bedenimizle algılayabilmek yeryüzünü. Görüş alanımız duvarlar, apartman cepheleri, vitrinler ve ekranlarla çevrili. Zihinsel görüş alanımızı ise kavramlar, dil belirliyor, iktidarın dili. Burnumuzun ucunda ekranlar ve iktidarın değerleri duruyor. Gökyüzünü yeryüzünden, denizden ayıran ufuk çizgisine baktığınız nadir anlarda bile ufkunuzun genişlediğini söyleyemezsiniz. Ufuk genişliği, zihinsel ve bedensel duyumsamayla ilişkilidir. Hapsedildiğimiz kavramların kabuklarını kırmadan düşünsel ufka doğru açılmak mümkün değil. Ufka baktığı halde sadece burnunun ucunu görenler var.

Yaşadığımız gettoyu, yani “umwelt”i sorgulamakla başlayabiliriz işe. Yeryüzü canlı ve cansız çok çeşitli aktörlerden ve bu aktörler arasındaki ilişkilerden oluşan bir sahne olarak açılır önümüzde. Bir de bunlara göremediklerinizi ekleyin, ortaya çıkan bu karmaşık ilişkiler ağını bir anda algılayabilmek, kapasitemizi aşabilir, dağılabiliriz. Ve dağılmamak için kendi üzerimize büzülüp korunaklı bir mikro dünya (unwelt) yaratırız, güvenlikli bir getto, tıpkı kene gibi. “Keneyi çevreleyen bütün o zengin dünya büzülerek, üç algılayıcı ve üç tepki verici ipucundan oluşan sınırlı bir çerçeveye indirgenmiştir; bu kenenin umwelt’idir. Ancak, kenenin dünyasının bu yoksulluğu, tam da eylemlerinin şaşmaz kesinliğini güvence altına alan şeydir; güvenlik, zenginlikten daha önemlidir” (Von Uexküll).

Algılarımızı yitirdikçe yeryüzünü de yitirdik
Güvenliğimiz arttıkça algılarımız yoksullaşıyor ve yeryüzünün zenginliğini duyumsayamıyoruz, tuhaf değil mi? Ve karşılaşma, bir araya gelme mekânları, sokaklar, caddeler ve meydanlar güvensiz hale geldikçe daha da büzülüyoruz. Algılarımızı yitirdikçe yeryüzünü de yitirdik. Çocukluk, yitik yeryüzüdür. Evcilleştirme sürecinde kaybettik çocukluğumuzu; gettolara kapatılan bedenlerin algıları köreldi. İktidar keneler yetiştiriyor. Bir çocuğu düşünsenize; her şeye dokunan, her şeyi ağzına sokan ve durmadan sorular soran çocuğu. Eğitim sürecinde çocuk, yeryüzüne açlığını ve açıklığını, hayatı tüm bedeniyle tanıma arzusunu yitirmiştir. Ve sonra kendimizi ve dünyayı tanıdığımızı iddia edebiliyor ve gettoların dışında uzanan yeryüzünün tüm zenginliğini iktidarın değerleriyle yargılayabiliyoruz. Halbuki burnumuzun ucunu görebiliyoruz sadece, tuhaf değil mi? Gettoyu terk edip ufuk çizgisine doğru yola çıkmadan ne kendinizi ne de yeryüzünü tanıyabilirsiniz. Hayatı problemleştirmek aynı olanı değil, aynılaştırılamayanı, tekil olanı görebilmektir. Ufuk çizgisi sizi duyumsamaya çağırıyor, duymuyor musunuz?