28 Nisan 2011 Perşembe

KÜLTÜREL KODLARI ÇÖKERTMEK



RAHMİ ÖĞDÜL

28 Nisan 2011

Kültürel kodları ters yüz ederek, bozarak, bize dayatılan mesajların arkasında yatan politik gerçekliği görünür kılmaya çalışan eylemcilerin eylemlerine tanıklık ediyoruz son zamanlarda. Eski bir taktik olsa da hâlâ iş görüyor. Ankaralı Küf Project ekibinin, alt geçitlerle kenti köstebek yuvasına çeviren, insanlar için değil de taşıtlar için bir kent tasarlayan belediye uygulamalarını gözler önüne serdikleri eylem ana haber bültenlerine taşınmıştı. Kuğulu Park alt geçidinin girişindeki belediye logosunun tam üstüne (belki de Duchamp’tan esinlenerek) bir pisuar yapıştırmış ve Büyükşehir yazısının tam karşısına “Küçük 1 Lira” yazısını eklemişlerdi. Ankara’nın, son yıllarda yapılan dönüşümlerle kanalizasyon kenti görünümü alması, bundan daha iyi ifşa edilemezdi herhalde. Yine geçtiğimiz günlerde Emek Sineması’nı geri almak için İstiklal Caddesi’nde eylem yapan ve eylemlerini Demirören Avm içinde sürdüren grubun taşıdığı bir döviz kültürel kodları ters yüz ediyordu. Beyoğlu Güzelleştirme Derneği’nin semti pazarlamak için icat ettiği “Beyoğlu Lavanta Kokuyor” reklam mesajı, eylemciler tarafından “Beyoğlu Avanta Kokuyor” a dönüştürüldüğünde, bir semti ya da bir kenti estetize etmeye, markalaştırmaya yönelik tavrın arkasındaki ticari pis kokular görünür hale geliyordu.

SEMİYOTİK BOYUN EĞDİRME
Devlet ve şirket iktidarının kendi ücretli semiyotikçilerine (reklamcılarına) hazırlattıkları bu tür mesajların, imajların bombardımanı altında yaşıyoruz. Felix Guattari, günümüzde kapitalist iktidarın semiyotik boyun eğdirmeye dayandığına işaret ediyor: “Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor” diyordu bir söyleşisinde. Yerden göğe kadar haklı. Kamusal alandaki reklam panolarından, TV ekranlarından durmadan, tek taraflı mesaj akışına maruz kalıyoruz. Bize bir şeyler satmaya çalışan, kimlikler dayatan bu mesajlar aslında bir hayat tarzının, kapitalist hayat tarzının yerleşmesi konusunda, şiddet kullanmadan ikna etme gücüne sahip. Çoğumuz bu mesajları verili bir gerçekmiş gibi hiç sorgulamadan kabul ediyor, dayatılan bu dilin içinde hareket ediyoruz. Kısacası, gündelik hayatta şirket gibi, devlet gibi konuşur, düşünürken buluyoruz kendimizi.

Oysa yazının başında sözünü ettiğim eylemciler, bu mesajları içeriden bozarak, bize gösterilen ile bizden saklanan arasındaki boşluğu görünür kılmaya çalışıyorlar. Arzularımızı kapitalist ilişkiler doğrultusunda kodlamaya çalışan mesajları, semiyotiği içeriden çökertmeye girişerek bir tür semiyotik terörizm yaratıyorlar. Batı’da bu tür eylemlere ‘Culture Jam’ adı veriliyor. ‘Jam’ sözcüğünü, artık gündelik hayatımıza girmiş olan, dinlenmeyi önleyen sinyal kesici araçlar, jammer’lardan hatırlayacaksınız: bir alıcı-verici sisteminde aradaki iletişim ortamını kesen, vericiden alıcıya gönderilen sinyalleri bozan, karıştıran bir alet. Culture Jam’in isim babası, San Franciscolu ses kolajı grubu Negativland; Jamcon’84 albümlerinde “ustalıkla yeniden düzenlenen reklam, izleyiciyi, şirketin asıl niyetini dikkate almaya yönlendirir” diye yazıyorlardı. Culture Jam eylemine girişenler de hedef kitleye gönderilen bu tek taraflı akışı bozmaya, reklam dilinde küçük oynamalarla bize dayatılan kültürel kodları çökertmeye çalışıyorlar. Reklam panolarındaki mesajlar üzerine yaptıkları eklemeler ya da reklam filmlerini yeniden çekerek gerçekleştirdikleri anti-reklamlar bir tür détournement olarak işlev görüyor. Bu yüzden bu kültürel kodları bozucu tavrın 1950’lerdeki Sitüasyonist Enternasyonal hareketinden kökenlendiği söyleniyor.

Türkçeye saptırma ya da yoldan çevirme olarak çevrilebilen détournement, Sitüasyonistlerin kullandığı oyuncul taktiklerden biri. Kapitalizmin kendi söylemini tersine, kapitalizmin aleyhine dönüştürmek olarak tanımlanabilir. Ellilerde sitüasyonistlerin kullandığı bu taktik 1970lerde punklar tarafından yeniden kullanıldı ve 1980lerdeCulture Jam eylemcilerine esin kaynağı oluşturdu.

SİSTEMDEKİ ÇATLAK
Karşı-reklamlar üreten Adbusters dergisinin editörlerinden Kalle Lasn ‘Kültür Bozumu (Culture Jam), Sonumuzu Hazırlayan Tüketim Çılgınlığından Kurtulmanın Yolları’ başlığını taşıyan kitabında “Şirketler reklam yapar, kültür bozucuları ise karşı reklam” diye belirtiyor (çev. Cem Pekman ve Ahmet Ilgaz, Bağımsız Yayınlar, 2004). Kültür bozucuları, tek taraflı mesaj akışı karşısında, reklamların dilini saptırarak, kapitalist mesajlara yine reklam diliyle yanıt verdikleri bir diyalogu sürdürüyorlar. Dil içinde gerçekleştirdikleri parodik, oyuncul dönüştürmelerle, saptırmalarla sistemde bir çatlak yaratmaya, kodlanmış arzuları serbest bırakmaya çabalıyorlar. Ne var ki kültür bozucuların ürettikleri bu karşı reklamların çoğu kez şirketler tarafından yine kendi reklamları olarak kullanıldığı da bir gerçek. Sadece dil içerinde, dil oyunlarıyla yapılan muhalefetin sistem tarafından evcilleştirildiği, saptırmanın, şirketler tarafından yeniden saptırıldığı ve bunun sonu gelmez bir oyuna dönüştüğü görülüyor. İktidar odaklarının semiyotik boyun eğdirmeyle iş gördüklerini bilmek ve bu semiyotiği çökertmek önemli olsa da yeterli olmadığı, Barbara Kruger gibi Culture Jam hareketinden etkilenmiş sanatçıların işlerinden malum.

21 Nisan 2011 Perşembe

ALLA BENİ PULLA BENİ: GÜNDELİK GERÇEKLİK VE SANAT



RAHMİ ÖĞDÜL

21 Nisan 2011

İstiklal Caddesi’nin başında, vitrin içinde kocaman bir kadın ayakkabısı heykeli tüm cazibesiyle karşılıyor bizi; İstanbul Shopping Fest’in kentimize armağanlarından; bu fetiş nesnesine tapınmamak için zor tutuyoruz kendimizi. Tüketim çılgınlığını körüklemek üzere düzenlenen bu sözde festivalden habersiz biri, bu nesneyi kolaylıkla bir sanat yapıtı sanabilir. Haksız da sayılmaz; zira sanat nesnesi ile kullanım nesnesi arasında fark giderek silindi. Duchamp’ı ve hazır nesnelerini yeniden keşfeden kavramsal sanatçılardan Hollandalı Stanley Brouwn, 1960 yılında, Amsterdam’daki tüm ayakkabı mağazalarının vitrinlerini kendi sergisi olarak ilan etmemiş miydi? Artık tüm kullanım nesneleri ya da hazır-nesneler birer sanat nesnesi muamelesi görmeye başlamıştı. Oysa icat ettiği hazır-nesneyle estetik olgusunu yerle bir etmeyi amaçlayan Duchamp, ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik, Pop Sanat, Asemblaj gibi adlarla anılan bu yeni-dadacıların hazır-nesnelerde estetik güzellik bulmasına çok bozuluyordu: “Şişeliği ve pisuarı meydan okumak için suratlarına fırlatmıştım, ama bak onlar bunları estetik açıdan övüyorlar” diye yakınıyordu bir dostuna.

SİSTEMİN ÜRETTİĞİ HAZIR İMGELER
Avangardın yıkıcı etkisinden arınan Yeni Dadacılar tamamen kitle kültürü içinde hareket ederken buldular kendilerini. İngiliz pop akımının öncülerinden Richard Hamilton, “güzel-sanat-olarak-pop, kitle kültürünü temellük etmesiyle aynı zamanda sanat karşıtıdır da. Bu anlamda dada gibi yıkıcı değil, yaratıcıdır; Pozitif Dadadır” diye ilan ediyordu. Mevcut gerçekliği onaylayan, hayal güçlerini bir anlamda iptal eden ya da mevcut gerçekliğin hizmetine sunan yeni avangardlar, eski avangardların bir özgürleşme projesi olarak tasarladıkları sanat-hayat bütünleşmesini gerçekleştirmişlerdi; ne var ki bu proje, özgürleştirici amaçlar doğrultusunda değil, kapitalist anlayışın koşullandırdığı kültür endüstrisinin dayatmaları doğrultusunda hayata geçirildi. Reklam estetiğini, sistemin ürettiği hazır imgeleri işlerinde kullanan pop sanatçılar, kullanım nesnelerini fetişleştirerek tüketici öznenin inşasına büyük katkı sağladılar.

Pozitif Dada olarak pop sanat ya da Donald Kuspit’in daha kapsayıcı terimini kullanırsak post-sanat, tamamen sıradan olanın sanatıdır. Kuspit post-sanatı, ne kiç ne de yüksek sanat olarak, bu ikisinin ortasında duran, gündelik gerçekliği çözümlermiş gibi yaparak aslında onu allayıp pullayan sanat olarak tanımlıyor (bkz Sanatın Sonu, Metis). Post-sanat gündelik gerçekliğe eleştirel yaklaştığını iddia etse de, aslında farkında olmadan gündelik gerçeklikle gayet uyum içinde kalıyor. Post-sanatta, yaratıcı hayal gücü ile malzeme olarak kullanılan sıradan gerçeklik arasındaki fark bulanıklaşıyor. Toplumsal malzemenin, gündelik gerçekliğin mekanik bir röprodüksiyonunun yapılması, hayal gücünün bir başarısı sanılıyor. Gelgelelim, araç olarak kullandığı şeye benzemekten yakasını kurtaramıyor postsanat. Buna en iyi örnek, Barbara Kruger’in “Alışveriş yapıyorum, o halde varım” ifadesini taşıyan, sentetik kumaş üzerine serigrafi tekniğiyle ürettiği işi olsa gerek. Medyadan seçtiği hazır imgeleri, reklam dilini kullanarak tasarladığı mesajlarla yeniden dolaşıma sokan Kruger, Dekart’ın bilinçli özne tanımını ters yüz ediyor, tüketim toplumunun parçalı, tükettikçe kendini inşa eden bilinçsiz öznesini ironik biçimde sorguluyordu işinde. Oysa bu ifade ironik olarak değil, gerçek bir ifade olarak anlaşılmış, çok geçmeden alışveriş torbalarının üzerinde yerini alarak tüketim toplumunun sloganı haline gelmişti.

Tüketim toplumuyla kol kola ilerleyen kültür endüstrisinin İstiklal Caddesi boyunca yerleştirdiği vitrinler ve devasa alış veriş torbaları arasında yolumu bulmaya çalışırken, sanat galerilerinin de bu festivale katkı sağladığını düşünmeden edemiyorum. Arter’in vitrininde, bir yer söylencesiyle pekiştirilmiş kadın şapkaları satışa sunuluyordu uzun zamandan beri. Galatasaray’daki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nin vitrininde de rengârenk kadın çantaları dikkatli gözlerden kaçmıyor: Handan Börüteçene’nin 16 Nisan’da başlayan ve 24 Nisan’da sona erecek sergisinin son ürünleri. Sanatçı savaş olgusuna dikkat çekmek için 2002, 2003 ve 2004 yıllarında gerçekleştirdiği üçlemesini, bu sergiyle sona erdirecek. Sentetik kumaş üzerine bastığı, tarihin farklı dönemlerindeki savaşları gösteren savaş tablolarının röprodüksiyonlarına, medyadan devşirdiği hazır imgeleri, günümüz savaş görüntülerini teyellemiş. Savaş görüntülerinin yayını sırasında TV ekranlarının altından akan finans ve borsa verileri de bu reprodüksiyonların bordürlerini oluşturuyor. Daha önceki sergilerinde bu işlerini yemek masası örtüsü, yatak örtüsü, koltuk ve sandalye kılıfı olarak sergileyen Börüteçene, savaş olgusunun tüm şiddetine rağmen görünmezleştiğini, sıradanlaştığını, ekonominin ve dolayısıyla gündelik yaşamın bir parçası haline geldiğini vurguluyordu. Son sergisinde ise galeri mekânına getirdiği iki çanta ustası, duvarlarda asılı duran bu işlerini parçalara ayırarak, tezgâhlarında kadın çantalarına dönüştürmekle meşgul ve çantalar satılmak üzere galerinin vitrininde sergileniyor.

MEVCUT GERÇEKLİĞİ ÇÖZÜMLERKEN
İlk bakışta savaş karşıtı, politik bir sanatsal tavır olarak algılansa da, aslında mevcut gerçekliği olumlayan, çoğaltan bir yanı var bu serginin. Savaş tabloları röprodüksiyonları üzerine iliştirilen hazır savaş imgeleri estetik nesneler üzerinden dolaşıma girdikçe, eleştirel tavrın gözden kaybolacağı, yerini çantaların piyasa değerine bırakacağı kesin. Mevcut gerçekliği çözümlerken, onu allayıp pullamaktan kaçamıyoruz galiba. Kollarında sanatçının imzasını taşıyan çantalarıyla şık kadınlarımız, savaş görüntülerini estetikleştiren bir tavrın kurbanına dönüştüklerinden habersiz, hem sanatsever hem de savaş karşıtı oldukları sanısına kapılacaklardır kolaylıkla.

Not: Handan Börüteçene’nin ‘Sessizlik Bozulmasın Diye Çiçekler Kokularını Salmadı” sergisi bu Pazar günü sona eriyor. Sona erdiğinde tüm işler çantalara dönüşmüş olacak.

15 Nisan 2011 Cuma

BEDENİN EV HALLERİ



RAHMİ ÖĞDÜL

14 Nisan 2011

Ev, tüm yaşanmışlığıyla, barındırdığı tarihle kirli bir mekândır; anılarla, kişisel eşyalarla, duvarlardaki lekelerle, bedensel döküntülerle zamanın izlerini çoğaltır durmadan. Bedenin bir protezi, bir eklentisi gibidir; mekânları tamamen bedensel işlevlere göre örgütlenmiştir. Ev içi mekânların örgütlenmesinin tarihi, aynı zamanda bedenin kirli tarihidir. İnsanların yerleşik düzene geçişlerinden bu yana beden-mekân ilişkisi üzerinden tüm bedenin toplumsal tarihini okumak mümkündür. Her tarihsel dönem, kendine özgü beden anlayışı ve bu bedene denk düşen konut tipine göre ayırt edilebilir. Günümüzde, uzmanların tasarladığı bir giysi gibi, hazır-giyim ya da haute couture evlerden söz edebiliyoruz mesela.

Oysa ev, doğal olanla, hayvani olanla bağlantılar içeren, içeriden dışarı doğru bedenlerimizle gerçekleştirdiğimiz bir inşa sürecidir aslında. Küçümsediğimiz, dönüştürmeye çalıştığımız gecekondular tam da böyle bir süreci gösteriyor bize. Bedenin gereksinimlerine göre içeriden dışarı doğru gelişen yapısıyla gecekondu, Michelet’in anlattığı kuşun yuvasını yapmasına nasıl da benziyor: “Kuş, hiç aleti olmayan bir işçidir… Onun kullandığı tek gerçek alet kendi bedenidir; malzemeleri bastırıp sıkıştıran, onları bütünüyle uysallaştıran, ortaya çıkan bütüne baş eğdiren göğsüdür” diye yazar Michelet (aktaran Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, Kesit yayıncılık). Erkek kuşun dışarıdan topladığı çeşitli malzemeleri dişi kuş kendi bedeniyle, göğsüyle bastırarak keçeleştirir. Yuvanın içinde bir merdane gibi sürekli dönerek içeriden dışarı doğru biçimlendirir yuvasını. Yuva bedenin biçimini alır. “Ortaya çıkan ev, kuşun kendisidir, kendi biçimi ve dolayısıyla çabasıdır; çektiği acıdır” diye ekler Michelet.

Hazır bulduğumuz kabuklara benzeyen günümüz konutlarıyla kurduğumuz ilişki düşünüldüğünde, kuşlardan daha çok keşiş yengeçlerine yakın duruyoruz galiba. Keşiş yengeçleri, bedenlerinin yumuşak arka kısımlarını korumak için buldukları boş deniz kabuklarının içine yerleşir ve kabuk dar geldiğinde, yeni ve daha geniş bir kabuğa taşınırlar. Keşiş yengeçleri gibi, bedenlerimizin gelişen gereksinimlerine göre yeni kabuklara taşınıyoruz durmadan. Bize dayatılan bir dış kabuk olarak evleri yine de olabildiğince içeriden, bedenlerimizle uysallaştırıyor, dışarıdan toplayıp eve getirdiğimiz malzemeleri bedenlerimizle ezerek keçeleştiriyor, bu kabuğu bir yuvaya dönüştürmeye çabalıyoruz. Ev, bedenlerimizin izini taşıdığı, bedenlerimizle keçeleştiği, kirlendiği ölçüde yuvaya dönüşüyor.

Terk edilmiş konutlarda geçmiş yaşamların gölgeleri, kokuları sinmiştir her tarafa. Eve yeni taşınanlar, eski sahiplerine ait beden izleri silmek için büyük çaplı tadilata girişirler hemen. Başka bedenlere ait yazıları silmek, kendi bedenleriyle yeniden yazmak isterler evlerini. Başka bedenlerin halden hale geçtikleri mekânları kendi halleriyle yeniden kurmaya, kendi bedenleriyle keçeleştirmeye çalışırlar.

MEKANA SİNMİŞ GEÇMİŞ YAŞAMLAR
Asmalımescit’teki Asma Sanat Galerisi’nde ‘Beden ve Halleri’ başlığını taşıyan ve küratörlüğünü Özlem Ekin Teker’in yaptığı bir sergi yer alıyor. Genç bir küratörün genç sanatçılarla kotardığı bu sergide beden temsilleri, mekânın içine sinmiş geçmiş yaşamların izleriyle karışıyor. İdeal galeri mekânıyla, Brian O’Doherty’nin deyişiyle “beyaz küp” ile hiç uyuşmayan, ev olma durumundan, eski bedenlerin mekânda bıraktıkları izlerden henüz kurtulmamış bu galeride sergilenen yapıtlar, hesapta olmayan duygulanımlara yol açabiliyor. O’Doherty’nin vurguladığı gibi ideal galeri mekânı, sanat yapıtının “sanat” olarak algılanışına engel oluşturan her türlü öğeyi dışlayan mekândır. Bedenin ve zamanın her türlü izi yok edilmiştir burada; bembeyaz duvarları, pürüzsüz, temiz yüzeyleri olan estetik, steril bir mekanla karşılaşırız. Sergiyi izlemeye gelen insanların bedenleri bile bir fazlalık gibi durur. Gözlerin ve zihnin girmesine izin verilir ama bedenin kendisi, yapıtların sanat statüsü kazanmasında bir engel teşkil eder gibidir. Yapıtlarla gözün arasına giren başka bedenler yapıtın tüm anlamını değiştirebilir. Asma Sanat Galerisi’nde ise araya giren bedenler dışında, mekâna eski bedensel deneyimlerin kirliliği sinmiş. Bu yüzden sanat yapıtlarına, mekânın yaşanmışlığı, tarihi bulaşıyor ve sergi kavramıyla birlikte yapıtları çok farklı düzeylerde algılamaya başlıyoruz. Beyaz küp içinde pürüzsüz yüzeyler olarak kurulan beden temsilleri, bu sergide mekânla birlikte pürüzleşiyor.

EVİN MAHREM ALANININ TEMSİLİ
Sergide yer alan sanatçı Güneş Bulut ‘iki adet vesikalık fotoğraf’ adlı yağlı boya tablosunda, fizyognomistin didik didik ettiği, bize kimliğimizi kazandıran vesikalık fotoğraflarımızın dışladığı beden kısımlarını görünür hale getirerek, tersten bir vesikalık yaratmış. Kameranın karşısında poz veren birey, yüzüne en katı, donuk ifadeyi yakıştırırken, fotoğraf karesi dışında kalan beden parçalarına gerekli özeni göstermez aslında. Vesikalıkta beliren yüz kamusalı, bedenin görünmeyen kısımları ise evin mahrem alanını temsil ediyor. Kıymet Daştan, ‘Gidiyorum’ adlı işiyle yer alıyor sergide. Perdeye vurmuş iki insan gölgesi, mahrem hayatı bir gölge oyununu olarak sunuyor dışarıya. Küçük bir valiz olarak tasarladığı ev ise her an taşınabilecek geçici meskene vurgu yapıyor. Gülsün Toker, serginin inşası sırasında kaydettiği çekiç sesleriyle bir ses yerleştirmesi gerçekleştirmiş. Dilan Bozyel’e ait, yarı çıplak yatağa uzanmış ve kafasına kese kâğıdı geçirmiş kadın fotoğrafının altında ‘ben bir hiçim’ yazıyor. Yuşa Yalçıntaş’ın tavana astığı kâğıt çocuk figürlerinin gölgeleri duvara vuruyor. Ayrıca Güneş Güven, Nurgül Öztürk, Seda Aytar, Serpil Odabaşı, Sezer Arıcı’nın yine bedenin hallerini yansıtan işleri yer alıyor sergide.

Henüz ev olmaktan çıkmamış, hala evin izlerini taşıyan bir mekânda yapıtlar beyaz küpte olduğu denli sanat statüsüne ulaşıyor mu gerçekten? Modernizmin yarattığı beyaz küp tamamen zamansız ve bedensiz bir mekân olarak, içine konulan her şeyi otomatikman bir sanat yapıtı statüsüne ulaştırma gücünü taşıyor. Oysa yaşanmışlıkların odalardan, duvarlardan sızarak mevcut sanat yapıtlarına bulaştığı bir ortamda sergilenen beden temsilleri, evi bir zamanlar işgal etmiş ev ahalisinin bedenleriyle karışarak tüm mekânı geçmişiyle birlikte bir sanat yapıtına dönüştürüyor.

Not: Beden ve Halleri sergisi 24 Nisan’a kadar Asma Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

8 Nisan 2011 Cuma

LATİN AMERİKA'NIN KILCAL DAMARLARI



RAHMİ ÖĞDÜL

07 Nisan 2011

Eduardo Galeano’nun ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı okumayan ya da hiç değilse adını duymayan yoktur sanırım. Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde bugün açılacak Resiliencia/Esneklik başlıklı serginin Latin Amerika temalı fotoğraflarını gördükten sonra, Galeano’nun kitabına atfen bu serginin adı Latin Amerika’nın Kılcal Damarları olmalıydı diye geçirdim içimden. Tarih boyunca bu topraklarda yaşayan halkların ana damarları, doğal ya da toplumsal kuvvetler tarafından kesilse de, her halk gibi kendi aralarında ördükleri kılcal damarlarla hayata tutunmayı başarmışlar. Doğal felaketler ya da felaket gibi yaşanan toplumsal dönüşümler karşısında, her halk gibi kendilerini kısa sürede toparlayabilme güçleri var. Çağdaş Latin Amerika fotoğrafçılığı konusunda uzman olan serginin küratörü Claudi Carreras fotoğrafları düzenlerken, serginin kavramsal dayanağı olarak ‘resiliencia’yı tercih etmiş. Hoş, resiliencia kavramı, kılcal damarların içten içe, fizyolojik olarak gerçekleştirdiği şeyi, dıştan göründüğü haliyle, morfolojik olarak anlatıyor bir bakıma. Türkçeye esneklik olarak çevrilse de kavramı tam olarak anlamak için sözlük tanımına başvurmak gerekiyor galiba. Bir fizik terimi olan “resiliencia”, dış kuvvetler tarafından biçimi ve boyutu bozulan katı bir cismin, kuvvetler ortadan kalktığında tekrar eski biçimine, orijinal haline dönme yeteneğini gösteriyor ya da insani boyuta taşındığında, bir badireyi ya da değişimi kolaylıkla atlatabilme ve kendini toparlayabilme gücünü.

YIKIM VE DÖNÜŞÜME VERİLEN YANITLAR
Cervantes Enstitüsü ve PhotoEspana’nın işbirliğiyle düzenlenen ve dünyanın çeşitli kentlerini gezdikten sonra İstanbul’a da gelen bu sergide, Latin Amerika’nın gündelik yaşamına odaklanmış on genç fotoğrafçının yapıtları yer alıyor. Toplumsal ve doğal çalkantıların içinde yaşayan insanların her şeye rağmen nasıl hayatta kaldıklarını ve yıkımlara, dönüşümlere nasıl yanıt verdiklerini göstermesi açısından sergideki fotoğraflar izlenmeye değer. Üstelik, Latin Amerika’yı belirli görüntülerle stereotipleştiren anlayışın çok dışında duruyor hepsi. Kılcallaşarak kendi hayatlarını idame ettirmeye çalışan bu insanları, hayatın kılcal damarları içinde yakalamaya çalışmış fotoğrafçılar: yıkıntıların ve dönüşümlerin ortasında yıkılmayan ve hayata var güçleriyle asılmaya çalışan insanları.

DEPREMİN ARDINDA KALANLAR
Küratörün de belirttiği gibi sergi kavramıyla en çok uyuşan fotoğraflar Perulu Ana Cecilia Gonzales Vigil’e ait. Peru’da 2007’de yaşanan 7.9’luk korkunç depremden bir yıl sonra, hala yıkıntılar arasında yaşamaya çalışan ve yaşama gücünden bir şey yitirmeyen depremzedeleri fotoğraflamış sanatçı. Geçmiş ile şimdi arasındaki, zaman-dışı bir aralıkta, koyu tonlarla kurguladığı fotoğraflarında melankolik bir hava hâkim olsa da, gündelik faaliyetlerini sürdüren insanların yüzlerinden ve jestlerinden umut sızıyor hala.

KUTULAR İÇİNDE YAŞAM
Livia Corona, Meksika’da yoksullar için inşa edilmiş ve dünyanın herhangi bir yerinde karşılaşacağımız türden bir toplu konut projesine odaklanmış. Bu kez, birbirine tıpa tıp benzeyen geometrik konutlarla ve tıkıldıkları bu kutular içinde hayata tutunmaya çalışan insanlarla karşılaşıyoruz. Birbirine özdeş geometrik formların içinde farklı olanı kurmaya çalışan insanların fotoğrafları, biçim ile biçimsiz olan arasındaki gerilimi yansıtıyorlar.

Şilili fotoğrafçı Tomas Munita, Peru’nun güneyindeki bir ada topluluğunun gündelik yaşamından görüntüler sunuyor. Deniz kuşlarının yaşadığı bu adada çevredeki dağ köylerinden gelen yerliler, doğal gübre olarak kullanılan ve guano olarak adlandırılan deniz kuşlarının dışkılarını topluyorlar kayaların üzerinden. Ağır çuvalların altında ezilen yoksul insanların, topladıklarını guanoyu yok denecek kadar düşük bir fiyata satacaklarından kuşku yok. Kuşların yuvalarına zarar vermeden özenle yapıyor işlerini.

DAHA İYİ BİR YAŞAMA ULAŞMA
Sergide günümüz Latin Amerika’sının kentsel ve kırsal hayatını belgeleyen başka fotoğrafçılar da yer alıyor. Daha iyi bir yaşama ulaşmak için ABD sınırına doğru çıktıkları tehlikeli yolculuk sırasında umutlarını ve bedenlerinin parçalarını yitirmiş insanların fotoğrafları, Amerikan rüyasının öteki yüzünü gösteriyor bize. Doğup büyüdüğü kasabanın sular altında kalan yapıları arasında geçmişinin izlerini arıyor bir başka fotoğrafçı. Metropol yaşamındaki farklı mekansal düzenlemelerin insan bedeni üzerindeki etkilerini yakalamaya çalışmış başkaları. Metropolde taksicilik yapan amatör bir fotoğrafçı ise kentin sokaklarından adeta anatomik kesitler çıkarıyor deklanşörüyle.

Yerel renklerini giderek yitiren bir dünyada her yerin birbirine benzediği göze çarpıyor: Aynı geometrik formlarla tasarlanan mekanlar ve bu mekanlara uyum sağlamış benzer metropol yaşamları. Sergi kavramının vurguladığı gibi, maruz kaldıkları onca kuvvete rağmen insan bedenleri tekrar eski biçimlerini alıyorlar mı gerçekten? Sanmıyorum. Üzerlerine çullanan toplumsal kuvvetlerce yeniden inşa ediliyorlar. Egemen küresel kuvvetler, kendi tahayyüllerindeki beden imgesine uydurulmaya çalışıyor bedenleri. Bunu donuk fotoğraf imgelerinde de görebiliyoruz. Oysa her beden dışsal kuvvetlere rağmen başka bir şeye dönüşme gücünü her zaman bünyesinde taşıyor. Ana arterle bağlantıyı koparmayı, başka bedenlerle içten içe kılcallaşarak başka bir yaşam biçimine dönüşmeyi hiç özlemedik mi?

Not: Resiliencia/Esneklik, Latin Amerika’dan Çağdaş Fotoğrafçılık sergisi, 30 Nisan’a kadar Teşvikiye Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açık kalacak.