31 Ağustos 2014 Pazar

YALNIZLIĞIN BİÇİMLERİ





RAHMİ ÖĞDÜL

29.08.2014

Bir mekânı tıka basa doldurmakla tamamen boşaltmak arasında bir fark var mı? Paris’te bir galeri iki yıl arayla hem bomboş hem de tıka basa dolu olarak sergilenmişti. Yeni Gerçekçi sanatçılardan Yves Klein 1958 yılında Paris’teki Galerie Iris Clert’in duvarlarını beyaza boyamış ve galeriyi her türlü nesneden arındırarak beyaz bir küpe dönüştürmüştü; sergisinin adı "Boşluk"tu. İki yıl sonra sanatçı Arman, Klein’in sergisine nazire olsun diye, bu kez aynı mekânı sokaklardan topladığı atık malzemelerle, çöplerle ağzına kadar, tıka basa doldurmuştu. "Tıka Basa Dolu" adını taşıyan bu sergiyi izlemeye gelenler galeriye girememiş, sergilenen çöpleri galerinin vitrin camından izlemek zorunda kalmışlardı. Aynı mekânın iki farklı kullanımı: Her türlü nesneden, uyarandan arındırılmış, bembeyaz duvarlarıyla bir tecrit hücresi ve tıka basa doldurularak içine girilemeyecek, girseniz bile hareket edemeyeceğiniz ve herhangi bir nesneye dönüşeceğiniz bir mekân. Her ikisinde de çok yalnız hissedeceğinizden eminim.

Foucault toplumda üç tür yalnızlık biçimi tanıdığımızı söylüyor. “iktidar tarafından dayatılan yalnızlığı tanıyoruz. Yalıtılmışlığın, anormal olanın yalnızlığıdır bu. İktidar sahiplerini korkutan yalnızlığı tanıyoruz. Bu, düş görenin, homme revolté’nin yalnızlığıdır; başkaldırının yalnızlığı. Ve nihayet, iktidarla hiçbir ilişkisi olmayan bir yalnızlık daha var… Bu üçüncü türden yalnızlık; başkalarının arasında, ötekilerin yaşamlarının yansımasından daha fazla bir şey olan iç yaşama sahip olmanın sezgisidir.”(Dostluğa Dair, Söyleşiler, çev. Cemal Ener, Hil Yayın)
 
YALNIZLIĞIN DA BİR TARİHİ VAR!
Başkaldıran insanın yalnızlığı ve bir iç dünyaya sahip olma sezgisi olarak yalnızlığı bir kenara bırakacak olursak, hepimizin hilafsız yaşadığı birinci tür yalnızlıktır, yani iktidar tarafından dayatılan, yalıtılmışlığın, anormal olanın yalnızlığıdır. Yalnızlıkların da bir tarihe sahip olduğunu söyledikten sonra Foucault ekliyor: “İktidar tarafından çarptırılan yalnızlık Eskiçağ’da sürgündü; 17. yüzyıl Fransası’nda taşraya gönderilmekti. Modern bir işyerinde, iktidarın yarattığı yalnızlık, kitlenin ortasında yalnız olma duygusudur.” Hücrede tecrit edilmek ile kalabalığın ortasında yalnız olmak arasındaki fark giderek eriyor.
Yaşam tecridi sevmez, iktidar sever. Yaşam, bir kadının iğnesi ve ipliğiyle hep ortadan başlayarak büyüttüğü dantelalar gibi kendi mekânını örerken, iktidar bu ince ince işlenmiş ağımsı yapının ipliklerini koparır. İplerini kendi elinde tuttuğu, birbiriyle ilişkisi olmayan, tecrit edilmiş bireylerden oluşan bir toplum vardır kafasında. Kendi aralarında ördükleri ilişkilerle yan yana gelerek karşısına dikilecek bir canavarı daha oluşmadan yok etmek üzere geliştirir stratejisini.
 
İKTİDARIN DOĞASI!
Tecrit iktidarın doğasında vardır. Cezalandırma yöntemi olarak tecrit ile dayatılan hayat tarzı arasında ayrım giderek siliniyor. Kendilerine dayatılan mekânsal örgütlenmeyi gönüllü olarak kabullenen bireyler tecride mahkûm edildiklerinin farkına varmıyorlar bile. Kapalı site, rezidans ve AVM tarzı örgütleme bize tecridi dayatırken reklamlar arzulayan bir öznenin diliyle konuşur: “Bir asansörle evden alışveriş merkezine inebildiğim bir ev hayal ediyorum.” Rezidansın alt katındaki alışveriş merkezine girmek isteyen, giysilerinde ve bedeninde yaşamın kirini pasını taşıyan bir işçinin içeri alınmadığını öğrendiğimizde hiç de şaşırmıyoruz. Bedenleri ayrıştıran ve yalnızlaştıran bir iktidar örgütlenmesi olarak tecrit yaygınlaşıyor. Yalıtılan bedenler tüm duyarlıklarını yitirerek hem kendilerine hem de başka bedenlere yabancılaşıyorlar.
 
TECRİTTE KENDİNE YABANCILAŞMA
Yirmi iki buçuk yıl gibi uzun bir süre cezaevinde ağır tecrit koşullarında kalan, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) ilk ekibinden Irmgard Möller, hücrede bedeniyle ilgili yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Hatırladığım, tecritte kendi vücuduma bile yabancılaştığımdı. Bugün tekrar kendi vücudumla ilgili normal duygulara sahibim. Mesela o günlerde dizimle kafam arasında inanılmaz bir mesafe varmış gibi geliyordu ya da bacağımın bana ait olmadığı hissine kapılıyordum. Böyle olmasının nedeni de sürekli olarak kapalı ve hiçbir değişikliğin olmadığı bir hücrede kalmamdı.” (Hüseyin Karabey, Sessiz Ölüm, Video Röportaj, Metis)

Hücredeki tek başınalık toplumdaki tek başınalıkla örtüşüyor. Bir mekânın her türlü nesne ve uyarandan arındırılıp tecrit hücresine dönüştürülmesi ile mekânların bedenleri ve zihinleri kilitleyen kurumlar ve yapılarla tıka basa doldurulması arasında farkın olmadığını görüyoruz ve işin tuhafı, kendimizi evimizde hissediyoruz: Rehavetin tutsaklığının yalnızlığı.
 

21 Ağustos 2014 Perşembe

YAŞAM BOŞLUĞU SEVER, İKTİDAR SEVMEZ


RAHMİ ÖĞDÜL
21.08.2014
Yaprak kıpırdamıyor, hava neme doymuş, ağır ve yapışkan.  Kıvamlı bir sıvının, giderek daha da koyulaşarak lastik gibi uzayan yapışkan bir maddenin içine gömülüyoruz.  Boğulacak gibi oluyorum. Nefes alabilmek için boşluk arıyorum, belki bir yerlerde asılı kalmış bir hava kabarcığı. Birden iktidarın sesi duyuluyor: “Taşlar yerine oturacak, siyaset boşluk kaldırmaz.” Tüm boşluklar, yapışkan ve ağır bir maddeyle dolduruluyor hemen. Biraz nefes alabileceğim, kımıldayabileceğim küçük bir boşluk bulabilseydim keşke; gömüldüğüm maddenin içinde boşuna çırpınıyorum.  Hareket edememekten yorgun düşüyor ve bir taş gibi olduğum yerde asılı kalıyorum. İktidar boşluğu sevmiyor.

SOKAKLAR VE MEYDANLAR
Boşluklardan nefret edenler, yerlerini gösteriyor iktidara. Yeni Şafak yazarı, ülkeyi dolduran ve tüm bedenleri ve zihinleri kilitleyen ağdalı, yapış yapış maddeye rağmen soluk alabileceğimiz, hareket edebileceğimiz hava keseciklerini sayıyor birer birer: ODTÜ, Boğaziçi ve Bilkent. Kımıldadığımız,  düşüncelerimizin kımıldadığı sanat ve kültür kurumları dolgu maddesiyle doldurulmuştu zaten. Gazeteleri ve televizyon kanallarını saymıyorum bile. Ve sokaklar ve meydanlar. Başka diyarlardan gelen hava akımlarının deli deli estiği, bedenler ve zihinlerde ferahlık yaratan sokaklar ve meydanlar, yani kamusal boşluklar cıvık cıvık tüketim maddeleriyle, zihinleri ve bedenleri kilitleyen yapılarla tıka basa dolduruldu; olası her türlü boşluğu değerlendirip bedensel ve zihinsel hareket imkânı bulabilenlerin ise kolluk kuvvetleriyle önleri kesiliyor. En küçük boşluğa bile tahammül edemiyor iktidar.

ÖLÜMDEN KAÇANLARIN SIĞINAĞI
Ağdalı madde kaynıyor kazanda; kaynadıkça taşıyor, sınırların ötesine; yayıldıkça tüm boşlukları doldurarak yaşamı boğuyor. Katliamdan kaçanlar hayatta kalmak için can havliyle kendilerini dağlara atıyorlar. Düz ovaları kaplayan ölüm maddesinden kaçanlara sığınak oluyor dağlar. Düzlüklerin öldürücü ortamı dağlarda yerini boşluğa ve rüzgârlara bırakıyor. Ölümden kaçanlar boşluğa sığınıyor.
Yaşam boşluğu sever, ölüm sever iktidar ise tıka basa doluluğu. Tohum toprağın içinde çimlenirken köklerini, keşfettiği boşlukların içine doğru uzatır. Ağaçlar kudretlerinin elverdiğince yayılırlar boşlukta. İktidar ise boşluğu kendi ideolojisiyle, ölüm tarzıyla tıka basa doldurarak yaşamın kudretini bastırır; ölü formlar giydirir yaşama. İktidarın kıyımlarla budamaya çalıştığı Ezidilere nasıl da içim sızlıyor;  bahçelerdeki budanmış ve şekil verilmiş bitkileri görünce de içim sızlar. Boşluklar tıka basa doldurulurken yaşamın kudreti budanır. Ve bizler de kültüre edilmiş bahçe bitkileri olarak budandıkça budanıyor, kudretsiz, elsiz ve kolsuz bırakılıyor, zihnimizi ve bedenimizi kilitleyen bir matrisin içine gömülüyoruz. Kafataslarımızın içine sızan madde beyinlerimizi de pelteleştiriyor. Kudretimiz elverdiğince gelişip serpileceğimiz boşluklar tıka basa dolduruldukça ölü formlara dönüşüyoruz.
VARLIK VE BOŞLUK
İktidar hiç sevmez boşluğu; boşluk her zaman yeni doğumlara gebedir çünkü ve iktidarın en korktuğu şey: Neyin doğacağını kestirememesi ya da yeni bir şeyin doğması, yani yaşam. Boşluk varlığın sonsuzca bölünüp çoğaldığı ve başka varlıklarla döllendiği bir döl yatağıdır. Atomcu Filozof Demokritos gerçekte sadece iki şeyin mevcut olduğunu söylüyordu: Varlık ve boşluk. Boşluk sayesinde hareket eder varlık ve başka varlıklarla karşılaşarak, çarpışarak yeni dünyalar yaratabilir. Bir başka Atomcu Filozof Lucretius, atomların ya da varlıkların çarpışarak yeni dünyalar meydana getirmesini ne güzel açıklamıştı: “Atomlardan biri yolundan saparsa, komşu atomla bir karşılaşma olmasını, karşılaşmalar çarpışmayı ve bu da bir dünyanın doğuşunu tetikler.”
İşte bu yüzden iktidar boşluktan nefret ediyor ve varlıkların hareket edip karşılaşmalarını ve yeni doğumlara, dünyalara gebe kalmalarını önlemek için tıka basa dolduruyor tüm boşlukları. Ağdalı madde giderek koyulaşıp taşlaşacak. Ve yerinden kıpırdayamayan, bedeni ve beyni taşlaşmış varlıklar, ölü formlar ancak tahammül edebilir iktidara. Her şey taş gibi olmalı, kımıldamadan durmalı. Despotun sesi ortalıkta çınlıyor: “Taşlar yerine oturacak, siyaset boşluk kaldırmaz.”

14 Ağustos 2014 Perşembe

SÖZ KONUSU HALIYSA GERİSİ TEFERRUATTIR



RAHMİ ÖĞDÜL

14.08.2914

Theseus elindeki sopasıyla kafalarına vura vura merkezi, ucubelerden temizlemiş ve mutlak düzeni kurmuştur. Viyanalıların Theseus sevgisinden söz etmiştim geçen hafta. Merkez, ucubelerden temizlenip, nesneler de ait oldukları yere yerleştirilince steril ve dondurulmuş bir müze kent karşımıza çıkıyor. Viyana’da müzeler MuseumsQuertier denilen merkezi bir bölgede toplanmıştır. Buradaki Leopold Museum’da dolaşırken küratörlüğünü Elisabeth Leopold, Ivan Ristić, Stefan Kutzenberger’in yaptıkları “Trotzdem Kunst!” (Yine de Sanat Vardı!) başlıklı geçici sergiyi de görme fırsatım oldu. Avusturya’nın veliahttı arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’de Saraybosna’da öldürülmesiyle tetiklenen Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümünde, 1914-18 yılları arasında faaliyetlerini sürdüren Avusturyalı sanatçılara adanmış kapsamlı bir sergi yer alıyor.
 
SAVAŞIN RESMEDİLMESİ
Avusturyalı dışavurumcu sanatçılar Egon Schiele, Albin Egger-Lienz ve Anton Kolig’in savaş deneyimleri bu serginin kalkış noktasını oluşturmuş. “Şimdi bir askerim ve yaşamımın en zor 14 gününü geçirdim” diye yazmış Schiele 1915’de; savaş sırasında Rus savaş tutsaklarını resmetmiş. Anton Kolig 1916’da cepheden şu sözcükleri düşmüş defterine: “Büyük stres altında resim yapıyorum”. Savaş yıllarında resim yapmayı sürdüren bir diğer ressam Albin Egger-Lienz İtalya cephesinde tanık olmuş savaşın korkunçluğuna. Sanatçıların savaş yıllarındaki yapıtlarının yanı sıra, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun savaştığı ülkeler, İtalya, Rusya, Romanya ve Sırbistan’dan güncel sanatçıların da katılımıyla 200 yapıtın yer aldığı, geçmişle günümüzü birbirine bağlayan ve 15 Eylül’e kadar açık kalacak bir sergi gerçekleştirilmiş.
 
YERE SERİLMİŞ DÜZEN
Sergiyi gezerken karşılaştığınız yere serili güncel bir yapıt, dikdörtgen biçiminde sentetik bir halı izlenimi veriyor önce. Birinci Dünya savaşı deneyimini yaşamış Viyanalı ressamların yapıtlarının yer aldığı sergide yere serili bir halının savaşla ne ilgisi olabileceğini sorabilirsiniz. Yapıtın açıklayıcı notunu okumadan önce aklıma ilk gelen, halıların İran kültüründe bahçe ile ilişkili olduğuydu; bordürleriyle, çiçekleriyle bahçenin stilize edilmiş halidir halı. Dolayısıyla halıyı serdiğinizde, çitlerle çevrilip kültüre edilmiş bahçelerin düzenini, mülkiyet altına alınmış doğa parçasını yeniden kurarsınız evinizde. Bir bahçe olarak halı aynı zamanda, Theseus jestiyle ucubelerden temizlenerek kurulmuş mutlak düzeni, mülkiyetin alanını da temsil ediyor; düzen ile savaşı, şimdi ile geçmişi birleştiriyor.
 
SAVAŞ BİR HALI GİBİ SERİLİ
Yapıtın 1954 doğumlu Avusturyalı sanatçı Veronika Dreier’e ait olduğunu, “Halı” başlığını taşıdığını ve 350 bin minik plastik askerden oluştuğunu okuyunca savaş ile halı arasında kurduğum bağlantılar örtüştü. Savaşın, kanıksadığımız evcil bir nesne gibi yeryüzünü kaplaması bizi şaşırtmıyor artık. Savaş, yeryüzünün doğal örtüsü üzerine bir halı gibi seriliyor. Yapıta çok yakından baktığınızda linolyum döşeme malzemelerinin üzerine yapıştırılmış, birbiriyle savaşan minik askerleri seçebiliyorsunuz. Tüm çeşitliliğiyle yeryüzü, savaşın örtüsüyle görünmez olurken, bizler bu savaşan askerleri, çatışan bireyleri doğal bir örtü olarak algılıyoruz.  Televizyonda izlediğimiz doğa belgeselleri de doğayı durmadan birbiriyle çatışan, birbirini öldüren canlılar olarak kurgularlarken, yapılmak istenen de tam da bu zaten: savaşın doğallaştırılması.  National Geography kanalında yayınlanan doğa belgeseli “Öldürmeye Programlananlar” (Built For The Kill) doğayı katliamların gerçekleştiği bir zemin olarak kurguluyor durmadan. Doğal bitki ve hayvan örtüsünün üzeri savaşın örtüsü ile örtülmüş ve bizler de bu örtüyü doğalmış gibi algılayarak sanatçının yapıtındaki birbirini öldürmeye programlanmış plastik askerlere dönüşüyoruz.
 
SAKIN ŞAŞIRMAYIN
Nereden baktığınıza bağlı her şey. İktidarın penceresinden baktığınızda herkes birbirinin kurdudur. Bu penceren kurtulup doğanın içine süzüldüğünüzde, birbirlerine kontrpuanlarla bağlanmış canlıların müthiş senfonisini işiteceksiniz. Canlıların birbiriyle dayanışarak icra ettiği bu senfoniyi duyanlar arasında anarşist Kropotkin de vardı. Sosyal Darvinciler doğayı sürekli birbiriyle çatışan, birbirini öldürmeye programlanmış yaratıklar olarak görürken, Kropotkin birbiriyle dayanışarak hayatta kalmaya çalışan canlıları görüyordu.


Doğal yaşamın üzerine, yeryüzüne, iktidarın birbiriyle çatışan bireylerle ördüğü sentetik halılar seriliyor. Her halı çitlerle çevrili ve mutlak düzeni temsil eden bahçenin, dolayısıyla devletçi ilişkilerin simgesidir. Yüzeyinde mutlak düzeni temsil eden halılara yakından baktığınızda birbirleriyle savaşan plastik askerler göreceksiniz, sakın şaşırmayın.

7 Ağustos 2014 Perşembe

VİYANA, THESEUS VE UCUBELER





RAHMİ ÖĞDÜL

07.08.2014

Labirentin tam ortasındayım, labirent ustası Daedalus’un inşa ettiği meşhur labirentin. Girit kralının dokuz yılda bir, Atinalı gençler arasından seçilen bir erkek ve bir bakireyi uğruna kurban ettiği boğa başlı insan gövdeli canavar bir zamanlar burada yaşıyordu. Kralı bir boğa ile aldatan karısının boğadan olma gayrimeşru çocuğu, ucube Minotauros. O yıl kurban edilecek Atinalı genç olarak Theseus seçilmişti. Kendisine âşık olan Girit kralının kızı Ariadne’nin verdiği ip yumağını labirentin kıvrımlarına döşeyerek merkeze ulaşmış ve merkezindeki Minotauros’u öldürdükten sonra ipe tutunarak kolayca labirentin dışına çıkabilmişti. Artık bundan sonra bütün merkezler Theseus’un bu jestiyle, her türlü ucubeden, canavardan arındırılıp bir norma göre kurulacaktır. Ve bir kez merkez böyle kurulunca sürekli bu jest yinelenerek ortaya çıkabilecek canavarlar, ucubeler derhal bertaraf edilecektir.
CANAVARLARDAN TEMİZLENMİŞ MERKEZ
Daedalus’un labirenti oldukça kafa karıştıran bir labirenttir. İç içe geçmiş çemberlerden ya da karelerden oluşan labirent yolunuzu uzatsa da sürekli merkeze doğru hareket ederseniz, sonunda ulaşabilirsiniz tam ortasına. Avrupa’nın ortalarında, canavarlardan arındırılmış bir merkezdeyim. Kentin kültür ve sanat tarihi müzesinin (Kunsthistorisches Museum) görkemli merdivenlerini çıkarken kahraman Theseus karşıladı beni. Theseus’un kenti canavarlardan, ucubelerden arındırma eyleminin taşlaşmış hâli. İtalyan heykeltıraş Antonio Canova’nın neo-klasik tarzda beyaz mermerden yaptığı bu heykel (1805-1819), Theseus’u bir ucubeyi,  yarı insan, yarı at olan Kentauros’u öldürürken betimliyor. Ardından, aynı müzenin Roma sanatına ayrılmış bölümünde Romalıların İ.S. 2. yüzyılda yaptıkları mozaik bir labirette Theseus’u bu kez labirentin merkezindeki bir başka ucubeyi, Minotauros’u öldürürken izleyebiliyorsunuz. Binanın dışına çıkıp caddenin karşısına geçtiğinizde Volksgarten (Halk Bahçesi) içindesiniz. Burada da Theseus Tapınağı’yla karşılaşınca, Viyanalıların bir merkez olarak kentle ilişkisinin, Theseus’un labirent merkeziyle kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki olduğunu açıkça görülebiliyorsunuz. Merkezi Minotauros ve Kentauros benzeri melezlerden, ucubelerden temizleyerek yeniden kuran modern bir Theseus jesti hissediliyor her yerde. Canavarlardan temizlenmiş ve sonsuza kadar dondurulmuş bir merkez var.
THESEUS İŞ BAŞINDA
Minotauros benzeri yaratıkların merkezi tekrar ele geçirmesine karşı kent yönetimi önlem almakta gecikmiyor. Diğer kent meydanlarının sakinleri olan güvercinlere Viyana meydanlarında neredeyse hiç rastlanmaması, Theseus’un hâlâ iş başında olduğunun bir göstergesi. 22 Mayıs 2014 tarihli Independent gazetesinde meydanları ele geçirmeye çalışan güvercinlere yönelik nasıl bir tedbir alındığını okuyunca Theseus jestinin sürekli yinelendiğini anlıyorsunuz. Güvercin nüfusunu azaltmak için kent yönetiminin, kuşlarla ilişki kuran, besleyen Viyanalılara 36 Avro para cezası keseceğini duyurmuş gazete. “Her kim ki güvercinleri besler, fareleri de besler” diyor bir kent yöneticisi. Güvercinlerin üremelerini engellemek için yuvalarındaki gerçek yumurtaları sahteleriyle değiştiriyorlarmış. Güvercinler ve fareler, Viyanalıların zihninde kenti ele geçirmeye çalışan Minotaurus’lara dönüşmüşler. Kahraman Theseus labirentin merkezini canavarlardan temizlemeye devam ediyor.

Viyana kentine, labirentin merkezine ulaştığım daha ilk gün, 28 Temmuz pazartesi günü Theseus’un bir başka jestine tanık olmuştuk. Kentin tek işgal evi olan Pizzeria Anarchia’nın 1.700 polis, bir helikopter ve bir toma tarafından kuşatılması ve evde yaşayan 19 anarşistin direnmelerine rağmen evden zorla çıkarılmaları Theseus’un boş durmadığını gösteriyordu. Merkezi işgal etmeye çalışan alternatif yaşam formlarına karşı kent yönetimi Minotaurus’la savaşır gibi gibi savaşıyor. “Pizzeria Anarchia Viyana’da bir İşgal Evi. Evimiz. İki yılı aşkın bir süredir Pizzeria Anarchia’ya umutlarımızı ve düşlerimizi kattık. Sıkıntılarımızı ve sevgimizi paylaşarak birlikte yaşadık burada. Mevcut toplumun ve devletin dayanılmaz statükosuna karşı forumlar, atölyeler, ortak mutfak, eylemler ve direnişler yarattık” diyor işgalciler. Merkezi her türlü musibetten, ucubeden arındırmak için tüm gücüyle saldırıyor Theseus.
UCUBELERİN YAŞAM DOLU KAHKAHASI
Eve geri döndüğümde merkez doğuya kayacak ve bizim Theseus’larımız kendi Minotauros’larını yok etmek ve kendileri için korunaklı ve güvenli bir merkez yaratmak için hamlelerini sürdürüyor olacaklar. Minotauros Ariadne’nin erkek kardeşidir. Ucubelerle kadınlar arasında bir bağlantı vardır her zaman; her ikisi de eril iktidarın koyduğu normları ihlal etmeye teşnedirler.  Gayrimeşru ilişkinin ürünü olan melez yaratık Minotauros her türlü normun ihlalini temsil ediyor. Eril bir iktidarın çitlerle çevirerek kendi arazisi, mülkü kıldığı kadın bedenlerinden yükselen kahkahalar da normları, çitleri yıkmaya yönelik bir tehdit olarak algılanacaktır haliyle. Ama bazı kadınların Ariadne gibi iktidarla işbirliği yaptıklarını ve kendilerini iktidarın çitleriyle döşemeye meyilli olduklarını da görüyoruz: “İşte kadın da bir tarladır ve kendini çok kirletmemelidir.” İktidarın, çitleri ihlal eden kadınların, Minatauros’ların, başka yaşam formlarının, melezlerin, ucubelerin yaşam dolu kahkahalarına katlanması mümkün değil. Merkez her zaman Theseus jestiyle kurulmuştur. Ucubenin yasa tanımazlığı, normu ihlal edişi yerini yasalara ve norma bırakırken, normu saptıracak sınır ihlalleri ucubelik olarak görülecektir. Merkezi işgal ettiğimizde, ölüme ve norma karşı yaşamı savunan tüm yaşam formlarının kahkahalarıyla çınlayacak yeryüzü.