24 Nisan 2015 Cuma

RUM İLKOKULU'NDA BELLEK AKINTILARI

RAHMİ ÖĞDÜL
24.04.2015
Durgun bir su birikintisine atılan bir taşın yüzeyde yarattığı ve giderek büyüyen dalgalar. İnsan da hayata atılmış bir taştır, bir yıldızdır ya da bir oktur. Yüzeyde dalgalar yaratarak kendisini çoğaltır. “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın” sözü yanıltıcıdır ve tamamen ateşin niteliğine bağlıdır: İçin için yanan, kendi üzerine kapanmış odun ateşi de vardır; kudreti elverdiğince uzamda yayılan yıldızın ateşi de.  “Cirim”, cüsse, hacim demektir ya da gövde; biliyoruz ki tüm uzuvlarından, uzantılarından budanmış gövdeler, yani torsolar cirimleri kadar yer kaplar ancak ve eğer insan hayata atılmış bir taşsa ya da bir yıldızsa kudretinin yettiği kadar gövdesinden taşarak, giderek büyüyen dalgalarla yayılacaktır yerin yüzeyinde. Ya da Çağrı Saray’ın “Eksilen Zaman” sergisindeki, Peter Handke’nin “Çocuk Olmanın Şarkısı”nın perdede akan dizelerindeki mızrak gibi de titreşebilir:  “Ağaca doğru bir sopa fırlattı, mızrak diye / Ve o mızrak oraya saplanmış, titreşip duruyor hâlâ.”
 
Ölü bir kabuk
Yazı ve desen, hayatla birlikte titreşen bedenin titreşen uzantılarıdır. Varlık, hayatın içine atıldığında, hayatı hedef aldığında bir ok gibi saplandığı yerde de titreşmesini sürdürür. Varlık, hedefine ulaşamasa da, Blanchot’nun dediği gibi hedefi, yani hayat titrer, gelir ve onu bulur: “Çok uzaktan atılan, hedefine ulaşamayacak bir ok gibi bir şey bu, ne var ki bu ok durduğunda ve düştüğünde uzaktaki hedef titrer ve karşılamaya gelir.” Her hâlükârda hayatla birlikte titreşime geçeriz. Hayatla birlikte titreşime geçen varlığın sınırlarını, konturlarını yakalamak zordur artık. Formu yakalamak için boşuna uğraşır sanatçı. Ya da Çağrı Saray’ın durumunda olduğu gibi, doğru konturu bulmak için çizilen araştırma çizgileri, formu yakalamanın imkânsızlığını anladıklarında alıp başlarını gitmişlerdir. Artık formun konturlarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek imkânsızdır; sadece figürün hayat içinde, hayatla birlikte titreşen araştırma çizgileri kalmıştır geriye. Ölü bir kabuk olarak formu, hayatın form bozucu titreşimlerinde yitirdiğimizde araştırma çizgilerine dönüşmüşüzdür.

Bellek yüzey akıntısıdır
Çağrı Saray’ın titreşen figürleri kabına sığmayan, yüzeyde titreşerek genişleyen varlığı gösteriyor. Buna artık varlık demek doğru mu? Kimlikli ve belli bir formu, cirmi olan varlık, hayata atıldığında oluşun titreşen sularındadır artık. Titreşerek dalgalar halinde yayılan oluş hâlleri. Titreştiğinde, dokunduğu yüzeyleri de titreşime sokar. Bu titreşimler, geçmiş ile geleceği boylamasına kat ederek belleği de harekete geçirmişlerdir. Sanatçı, “Bellek Kutuları”nda geçmişinin nesnelerini sergilese de, bellek geçmişin tıkıldığı bir kutu değildir; dokunulduğunda dalgalanan ve dalgalandıkça başka bellekleri de dalgalandıran bir yüzey akıntısıdır.
Özel Galata Rum İlköğretim Okulu’nun taşlaşmış belleği üzerine kendi belleğini yerleştirerek bir bellekler palimpsesti oluşturmuş. Ama bu palimpsest, katı katmanlardan oluşmuş bir bellek düzenlemesi hiç değildir; durgun suya atılan bir taş gibi, dokunduğu belleği de harekete geçiren ve birlikte dalgalanan bir bellektir. Sanatçı, on beş yıllık çalışmasının ürünleri olan desenler, resimler, heykeller, videolar, fotoğraflar ve yazılarla titreşen bedenini bu taş yapının belleğiyle ilişkiye sokarak, çalkantılı, anaforlu bir bellek yüzeyi yaratmış. Modernin yazı ve süs düşmanlığı, Saray’da tam bir yazı yazma ve desen çizme tutkusuyla alt edilmiştir; bir grafoman gibi tüm yüzeyleri yazı ve çizgilerle doldurmaya çalışır. Cesare Lombroso’dan beri modern bir bellek silici jest olan süs ve yazı düşmanlığı, belleğin yüzeye kusmasıyla işlevsiz kılınmış ve modern beyaz yüzeyler belleğin izleriyle kirlenmiştir. Yolunuzu taş binaya düşürdüğünüzde, bellekte yüzey akıntıları, anaforlar yaratacağınızdan eminim.


Not: Çağrı Saray’ın “Eksilen Zaman” sergisi, 30 Nisan’a kadar Özel Galata Rum İlköğretim Okulu’nda açık kalacak.

17 Nisan 2015 Cuma

TESPİH BÖCEKLERİNDEN TESPİHLER YAPMAK



RAHMİ ÖĞDÜL
17.04.2015
Külhanbeyi edasıyla, elindeki tespihi avucunun içinde şaklattıkça, tespih taneleri gibi hizaya giriyor, ipe diziliyoruz. Varlığın kendi üzerine kapandığı dönemlerden geçiyoruz. Tespih böcekleri: Ürktüklerinde, tehlike anında tostoparlak hale gelerek kabuklarının içine kapanan varlıklar. İktidar, tespih böceklerini ürkütmek için sarayında tasarladığı dehşet gösterilerini sahneye koymakta gecikmiyor. Kimimiz için bu gösteriler keyif verici olabilir. Korunaklı bir yerden, kabuklarının içinde, ekranda akan dehşetengiz görüntülerin keyfini çıkaranlar da olacaktır elbet; tıpkı Romantiklerin yaptığı gibi. 18. yy’da Edmund Burke, doğanın sınırsız gücü karşısında tehlikede hissetseler de güvenli bir yerden bu güce tanıklık etmenin keyfini çıkaranların duygularını anlatmak için “keyifli dehşet” deyimini kullanmıştı. Bir estetik kategori olarak “yüce” deneyimi 17. yy’da Salvador Rosa’nın yaptığı yabanıl, ürkütücü ve eril doğa manzaralarıyla estetik repertuvarlarımıza girmiş oldu.

Sınırsız güç kullanımı
İktidarın estetiği, kendi konumunu pekiştirmek ve kalıcı kılmak için eril doğa manzaralarının taklidine dayanıyor.  İhtişam gösterilerinin yanı başında sınırsız güç kullanımı.  Bizden daha büyük, bizi aşan “yüce” bir gücün sergilediği dehşetin keyfini çıkarıyoruz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı, bu keyifli dehşet duygusunun çok eskilere dayandığını da kanıtlıyor. Başkalarının acılarına kayıtsız kalmanın yanı sıra bu acılardan tuhaf şekilde keyif almak. İktidar, kent meydanlarında düzenlediği halka açık infaz törenleriyle dehşeti seyirlik hale getirmiştir. Batı’nın Ortaçağı’nda da infazlar halka açık şekilde icra ediliyordu ve insanlar,  içeriği belli olan bir eğlence programına katılır gibi katılıyorlardı bu dehşet gösterilerine. Yapılan duyurularda infazda hangi aletlerin kullanılacağı, infaz edilenin bedeninin kaç parçaya bölüneceği en ince ayrıntısına kadar belirtiliyordu. İktidar, bugün de tüm zamanların güç ve yücelik gösterisi olan bu türden dehşet gösterileri sahneleyerek doğal bir kuvvet olarak kendini meşrulaştırıyor. Günümüzde coğrafik bir mekân olarak Ortadoğu, tarihsel bir dönem olan Ortaçağların yeniden sahnelendiği bir sahneye dönüşmüştür. Ülkemiz ortadoğulaşırken, tıkıldığımız kabuklarımızdan dehşetin keyfini çıkarmamızı istiyor bizden iktidar.
Kendilerine dokunmayan sınırsız gücü, korunaklı kabukları içinde seyreden sindirilmiş tespih böceklerinden tespihler yapıyor iktidar. Elindeki ipliğe, bu böcekleri tek tek dizerek, hizaya sokulmuş varlıklardan oluşturduğu tespihler. İstediği gibi elinde çevireceği, parmaklarının arasında dolaştıracağı tespihler. Yasama, yürütme ve yargılama, imame işlevi görüyor ve imamesinden tuttuğu gibi, bir külhanbeyi edasıyla şaklatıyor tespihini.

Kendinizi asın siz!
‘Sanatçının Bir Siyaset Düşünürü Olarak Portresi’ (Dost) adlı kitabında Quentin Skinner, sanatçı  Ambrogio Lorenzetti’nin 14. yy’da yaptığı freskoları çözümlerken, kentlilerin nasıl ipe dizildiğinden söz ediyor. İtalya’nın Siena kentini yöneten tüccar oligarşisinin yönetim binasının duvarlarına iyi ve kötü yönetimi gösteren freskolar yapmıştı sanatçı. İyi yönetimi gösteren freskoda bir dişi figür kucağında, üzerinde CONCORDIA (uyum) yazan devasa bir marangoz rendesi tutmaktadır. Pürüz çıkaran bedenlerin rendelenmesi de yetmiyor; rendelenmiş, birbirinin benzeri bedenlerin tespih taneleri gibi ipe dizilmeleri de gerekecek. Dişi figürün elinde tuttuğu ve uyumu simgeleyen bir iple kentliler birbirlerine bağlanmış. Marangoz rendesiyle pürüzleri giderilmiş ve tespih taneleri gibi ipe dizilmiş tespih böcekleri. Deleuze, ‘Anlamın Mantığı’nda (Norgunk), ipin kurtuluş olmadığını bilen Sokrates-öncesi filozofun sözlerini aktarıyordu ve şimdi aynı sözcükleri bizi ipe dizmeye çalışanlara haykırmanın zamanı:  “Bu ip yardımıyla bizi kurtarmak mı istiyorsunuz? Biz de sizden ısrarla şunu diliyoruz: O iple kendinizi asın siz!”

10 Nisan 2015 Cuma

HAKİKAT EYLEM ÇİZGİLERİNDE


RAHMİ ÖĞDÜL
10.04.2015
Hakikati pazarlayan hakikat tüccarları oldu her zaman; bunlar, üreticiden aldıklarını iddia ettikleri hakikati köy köy, kasaba kasaba, kent kent dolaşıp satmışlardır. Eski Yunan’da hakikati pazarlayan üç karakter vardı: öte dünyaya doğrudan erişen ve görünmez olanı görünür kılarak, olmuş olanı, şu anı ve olacak olanı beyan eden kâhin, ozan ve kral. Ve günümüzde bu üç karakterin birleştiği siyasal iktidar hakikate doğrudan ulaşacak yeteneklerle donatıldığını ve hakikati söylediğini iddia edebiliyor ve üreticiyle aramıza girerek bize hakikati pazarlamaya çalışıyor. Ama Maurice Blanchot, ‘Yüceler Yücesi’ kitabının girişinde iktidarın yalanını, kendi ağzından boşa çıkarmıştır: “Yalvarıyorum anlamaya çalışın, benden size gelen her şey yalandan başka bir şey değildir, çünkü ben hakikatim ” (çev. İsmail Yerguz, Kabalcı).

“Ben hakikatim” diyen biri, hele günümüzde, yalan söylüyordur. Kendini kaideye yerleştiren ve hakikati bildiğini iddia eden iktidar pornografik bir numara sergiliyordur. Örtüyü tamamen kaldırıp hakikati tüm çıplaklığıyla sunan iktidar, pornonun taktiğini uyguluyordur. Porno setindeki kamerasıyla bedenlerin her yerine giren bir bakışın. Tamamen örtüsünden arındırılmış bir hakikatin olamayacağını biliyoruz çünkü. Hakikatin örtüsünü kaldırmak, yaşamı tüm niteliklerinden soymaktır ve imkânsızdır. Konuşarak, yaşama ve birbirimize dokunarak, yanlamasına hareketlerle yavaşa yavaş keşfedeceğiz, yaşamın niteliklerle örülü hakikatini. Derinlerde ya da yücelerde keşfedilecek bir şey yok. Platon Devlet’inde, hakikatin efendisi filozof-kralı bir dokumacıya benzetiyordu; toplumu, dik kesen çizgilerle dokuyan ve birbirine kenetleyen bir dokumacı ve bu dokumanın içinde sıkışıp kalmış bir tebaa. Yerleşiklerin ve iktidarın birbirini dik kesen çizgilerden oluşan dokuması gibi değil, göçebelerin keçesinin her yöne yayılan lifleri gibi, devinerek, eğilerek, bükülerek yüzeyde keşfedeceğiz hakikati. Ve yine de hakikati elimizde tutuyoruz, diyemeyeceğiz.

Kaide üzerinde, hakikat olduğunu iddia eden pornografik bir diktatörün kendisi çırılçıplaktır; yine de elindeki şiddet araçlarını kullanarak ikna etmeye çalışacaktır bizi. Oysa biliyoruz ki hakikat artık tek merkezden dağıtılmıyor ve kaide üzerinde duran her şey kaidesinden düşüp parçalanmaya eğilimlidir, yerçekimi var çünkü. Kaideye çıkıp hakikatin merkezi olduğunu söyleyen biri olsa olsa komiktir ve mizahın malzemesi olacaktır. O da bilir bunu ve o yüzden mizahtan nefret eder. Hakikat, yaşamı niteliklerinden soyarak, çıplak bırakarak sergilenecek bir şey değil. Aksine yaşamın tüm unsurları arasında, nitelikleriyle bağlantılar kurarak birlikte keşfedeceğimiz bir şey. Hakikat, yatay olarak dolaşan ve kesişen eylem çizgileriyle keşfedilebilir ancak. Dolayısıyla iktidarın yaptığı gibi soyulmuş bir çıplak hakikatten değil, eylem çizgileriyle örülmüş bir hakikatten söz edebiliriz. Ve bu eylem çizgileri birbirleriyle kesiştiklerinde ve konuştuklarında anlamın keçeleşmiş halini birlikte yaratacağız. Ama yine de hakikatin efendisiyiz, diyemeyeceğiz.

Meydanları ve sokakları görünmez eylem çizgileriyle ördüğümüzde ortaya çıkan resim, Jackson Pollock’un sopayla ya da fırçayla boya savurarak yaptığı soyut dışavurumcu tuvalleri andıracaktır. Ya da hayatın içinde yarattığımız eylem çizgilerini görünür kılsaydık, Italo Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’ kitabında bahsettiği ‘Ersilia’ kenti de çıkabilirdi karşımıza. Ersilia kentinde yaşayanlar, toplumsal ilişkilerini gösteren farklı renkteki ipliklerle örmüşlerdir kenti. Kenti terk edip, keçenin dokusunu andıran ip kargaşasına bir tepeden baktıklarında, “ Ersilia kentinin hâlâ o, kendilerinin ise bir hiç” olduğunu anlamışlardır. Hakikati, yeryüzüyle kurduğumuz keçeleşmiş ilişkilerle biz yaratabiliriz ancak ve bu ilişkilerden soyulduğumuzda, bir hiç kalacaktır geriye.

3 Nisan 2015 Cuma

AĞAÇLARIN YÜRÜME ZAMANI



RAHMİ ÖĞDÜL
03.04.2015
Ağaçlara su yürüme zamanı çoktan geçti; şimdi ağaçların yürüme zamanı. Ağaçlar da yürür. Hani, Tolkien’in ‘Yüzüklerin Efendisi’ndeki ağaçların Isengard’a saldırdığı sahne var ya; işte o sahneden bahsediyorum. Ya da durduğu yere kök salarak yerleşik hale gelebilen, tepeden dayatılmış değerlere, otoriteye, baskıya boyun eğebilen insanlardan.

Ağaçların yürüdüğünü gördük. Doğası gereği kendisini bir yere sabitleyen, kendisine karşı yapılan zulme tepki göstermek istese de gösteremeyen ağacın arzusu ve isyanı, yürüme yeteneği olanlara sirayet edince ağaçların aklı, ayakları, kolları, elleri olmuştuk da yürümüştük. Bizler mi yürüdük yoksa ağaçlar mıydı yürüyen? Ayrım yapmak zor; doğanın ve insan doğasının ayrımsız isyanıydı. İsmimizi ağaçların önünde yitirmiştik ve bir ağaçla konuşur gibi konuşmuştuk birbirimizle:  “Alice ismini ağaçların önünde yitirir, Humpty-Dumpty Alice’e bakmaksızın bir ağaçla konuşur” (Deleuze, ‘Anlamın Mantığı’, çev. Hakan Yücefer, Norgunk).
ALGILARIN GÜCÜ
İç Güvenlik Yasası’yla, faşizmin toprağına dikili ağaçlar yetiştirilmek isteniyor. Yürüme yeteneklerini yitirmiş ve her türlü zulme katlanan gömülü bir tebaa. ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında iliştirilmiş gazetecilik diye bir deyim girmişti dilimize; İngilizcesi “embedded journalism”; ‘iliştirilmiş’ sıfatı yetersiz kalıyor; doğrusu ‘gömülü’ olmalı. Susan Sontag, gömülü gazeteciliğin tarihini, 1982’deki Falkland Savaşı’nda İngiltere tarafından bölgeye giriş izninin sadece iki gazeteciye verilmesi, televizyon yayınının yasaklanmasıyla başlatıyor (bkz Başkasının Acısına Bakmak, Agora Kitaplığı). Artık iktidar medyaya iliştirdiği gazete sahipleri ve gazetecilerle neredeyse tüm medyayı ölü toprağına çevirirken, gerçeklik algımızı da bu toprağa gömmüştür. Medyada gösterilenleri gerçek gibi algılayan, algıları sadece medyada gösterilenlere açık, başına ne geldiğinden habersiz, iktidara iliştirilmiş, daha doğrusu gömülmüş bir tebaa. Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün yapay ortamlarında yetiştirilmiş bitkiler gibi.  Ve yine yürümeye kalkışabilirler korkusuyla, ağaçların köklerini silindirle toprağın içine iyice sıkıştırıyorlar ve durmadan buduyorlar bedenlerini ve algılarını. Ağaçlara su yürüme zamanı geçti ama budama zamanı hiç ara vermeden sürüyor.

ÜÇ TÜR BUDAMA
Bahçecilikle ilgili internet sitelerine girdiğinizde bahçe uzmanları üç tür budamanın olduğunu söyleyecektir size: 1. Terbiye budaması 2. Ürün Budaması ve 3. Gençleştirme Budaması. Terbiye budaması, meyve fidanlarına ürün verinceye kadar uygulanan ve asıl amacı ağaca biçim vermek olan budamadır. Çok erken yaşta eğitim sistemine dahil edilen, her yöne dal budak salmaya teşne, yerinde duramayan genç fidanlara uygulanır ve sonunda yerleşik, biçimlendirilmiş, normatif ağaçlar yaratılır. Bu ağaçlar, çalışma hayatına girince ürün budamasına tabi tutulacaklardır. Verimli olabilmeleri ve sağa sola dallanıp dağılmamaları için gereksiz olduğuna karar verilen dalları budanır. Çalıştığı şirketin ya da kurumun amacına uygun olan dallar kalır geriye. Ve son olarak, yaşlandıkça verimlilikleri düşmesin diye ağaçların kalın dalları kesilerek gençleştirme budaması yapılır.  İktidar ağaçların yatay hareketlerini, kudretleri elverdiğince uzam içinde yayılmalarını önlemek için dallarını buduyor sadece; yeraltındaki köklerine dokunmuyor.

Deleuze’ün ‘Anlamın Mantığı’nda da her şey yüzeyde gerçekleşir. Yeraltı köklerinde değil de bedenin ya da yerin yüzeyinde. Köklerinden kurtulmuş ağaçlar yürüyebilir sadece ve köklerinden kurtuldukları ölçüde yüzeyde, yüzey uzantıları sayesinde oluşlar yaşayabilirler. İktidar ataerkillik, milliyetçilik, ırkçılık gibi mevcut kökleri güçlendirir ya da yeni kökler icat eder çünkü. Uzamın içinde yayılarak ve bağlantılar kurarak yürüyen fidanları önce köklendirip yere bağlar, sonra da budar. “Herkes tarafını seçsin” diyormuş iktidar. Ben kendi payıma her yöne dallanan, yürüyen bir ağaç olmayı seçeceğim.