Durgun bir su birikintisine atılan bir taşın yüzeyde yarattığı ve giderek büyüyen dalgalar. İnsan da hayata atılmış bir taştır, bir yıldızdır ya da bir oktur. Yüzeyde dalgalar yaratarak kendisini çoğaltır. “Ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın” sözü yanıltıcıdır ve tamamen ateşin niteliğine bağlıdır: İçin için yanan, kendi üzerine kapanmış odun ateşi de vardır; kudreti elverdiğince uzamda yayılan yıldızın ateşi de. “Cirim”, cüsse, hacim demektir ya da gövde; biliyoruz ki tüm uzuvlarından, uzantılarından budanmış gövdeler, yani torsolar cirimleri kadar yer kaplar ancak ve eğer insan hayata atılmış bir taşsa ya da bir yıldızsa kudretinin yettiği kadar gövdesinden taşarak, giderek büyüyen dalgalarla yayılacaktır yerin yüzeyinde. Ya da Çağrı Saray’ın “Eksilen Zaman” sergisindeki, Peter Handke’nin “Çocuk Olmanın Şarkısı”nın perdede akan dizelerindeki mızrak gibi de titreşebilir: “Ağaca doğru bir sopa fırlattı, mızrak diye / Ve o mızrak oraya saplanmış, titreşip duruyor hâlâ.”
Ölü bir kabuk
Yazı ve desen, hayatla birlikte titreşen bedenin titreşen uzantılarıdır. Varlık, hayatın içine atıldığında, hayatı hedef aldığında bir ok gibi saplandığı yerde de titreşmesini sürdürür. Varlık, hedefine ulaşamasa da, Blanchot’nun dediği gibi hedefi, yani hayat titrer, gelir ve onu bulur: “Çok uzaktan atılan, hedefine ulaşamayacak bir ok gibi bir şey bu, ne var ki bu ok durduğunda ve düştüğünde uzaktaki hedef titrer ve karşılamaya gelir.” Her hâlükârda hayatla birlikte titreşime geçeriz. Hayatla birlikte titreşime geçen varlığın sınırlarını, konturlarını yakalamak zordur artık. Formu yakalamak için boşuna uğraşır sanatçı. Ya da Çağrı Saray’ın durumunda olduğu gibi, doğru konturu bulmak için çizilen araştırma çizgileri, formu yakalamanın imkânsızlığını anladıklarında alıp başlarını gitmişlerdir. Artık formun konturlarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek imkânsızdır; sadece figürün hayat içinde, hayatla birlikte titreşen araştırma çizgileri kalmıştır geriye. Ölü bir kabuk olarak formu, hayatın form bozucu titreşimlerinde yitirdiğimizde araştırma çizgilerine dönüşmüşüzdür.
Bellek yüzey akıntısıdır
Çağrı Saray’ın titreşen figürleri kabına sığmayan, yüzeyde titreşerek genişleyen varlığı gösteriyor. Buna artık varlık demek doğru mu? Kimlikli ve belli bir formu, cirmi olan varlık, hayata atıldığında oluşun titreşen sularındadır artık. Titreşerek dalgalar halinde yayılan oluş hâlleri. Titreştiğinde, dokunduğu yüzeyleri de titreşime sokar. Bu titreşimler, geçmiş ile geleceği boylamasına kat ederek belleği de harekete geçirmişlerdir. Sanatçı, “Bellek Kutuları”nda geçmişinin nesnelerini sergilese de, bellek geçmişin tıkıldığı bir kutu değildir; dokunulduğunda dalgalanan ve dalgalandıkça başka bellekleri de dalgalandıran bir yüzey akıntısıdır.
Yazı ve desen, hayatla birlikte titreşen bedenin titreşen uzantılarıdır. Varlık, hayatın içine atıldığında, hayatı hedef aldığında bir ok gibi saplandığı yerde de titreşmesini sürdürür. Varlık, hedefine ulaşamasa da, Blanchot’nun dediği gibi hedefi, yani hayat titrer, gelir ve onu bulur: “Çok uzaktan atılan, hedefine ulaşamayacak bir ok gibi bir şey bu, ne var ki bu ok durduğunda ve düştüğünde uzaktaki hedef titrer ve karşılamaya gelir.” Her hâlükârda hayatla birlikte titreşime geçeriz. Hayatla birlikte titreşime geçen varlığın sınırlarını, konturlarını yakalamak zordur artık. Formu yakalamak için boşuna uğraşır sanatçı. Ya da Çağrı Saray’ın durumunda olduğu gibi, doğru konturu bulmak için çizilen araştırma çizgileri, formu yakalamanın imkânsızlığını anladıklarında alıp başlarını gitmişlerdir. Artık formun konturlarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek imkânsızdır; sadece figürün hayat içinde, hayatla birlikte titreşen araştırma çizgileri kalmıştır geriye. Ölü bir kabuk olarak formu, hayatın form bozucu titreşimlerinde yitirdiğimizde araştırma çizgilerine dönüşmüşüzdür.
Bellek yüzey akıntısıdır
Çağrı Saray’ın titreşen figürleri kabına sığmayan, yüzeyde titreşerek genişleyen varlığı gösteriyor. Buna artık varlık demek doğru mu? Kimlikli ve belli bir formu, cirmi olan varlık, hayata atıldığında oluşun titreşen sularındadır artık. Titreşerek dalgalar halinde yayılan oluş hâlleri. Titreştiğinde, dokunduğu yüzeyleri de titreşime sokar. Bu titreşimler, geçmiş ile geleceği boylamasına kat ederek belleği de harekete geçirmişlerdir. Sanatçı, “Bellek Kutuları”nda geçmişinin nesnelerini sergilese de, bellek geçmişin tıkıldığı bir kutu değildir; dokunulduğunda dalgalanan ve dalgalandıkça başka bellekleri de dalgalandıran bir yüzey akıntısıdır.
Özel Galata Rum İlköğretim Okulu’nun taşlaşmış belleği üzerine kendi belleğini yerleştirerek bir bellekler palimpsesti oluşturmuş. Ama bu palimpsest, katı katmanlardan oluşmuş bir bellek düzenlemesi hiç değildir; durgun suya atılan bir taş gibi, dokunduğu belleği de harekete geçiren ve birlikte dalgalanan bir bellektir. Sanatçı, on beş yıllık çalışmasının ürünleri olan desenler, resimler, heykeller, videolar, fotoğraflar ve yazılarla titreşen bedenini bu taş yapının belleğiyle ilişkiye sokarak, çalkantılı, anaforlu bir bellek yüzeyi yaratmış. Modernin yazı ve süs düşmanlığı, Saray’da tam bir yazı yazma ve desen çizme tutkusuyla alt edilmiştir; bir grafoman gibi tüm yüzeyleri yazı ve çizgilerle doldurmaya çalışır. Cesare Lombroso’dan beri modern bir bellek silici jest olan süs ve yazı düşmanlığı, belleğin yüzeye kusmasıyla işlevsiz kılınmış ve modern beyaz yüzeyler belleğin izleriyle kirlenmiştir. Yolunuzu taş binaya düşürdüğünüzde, bellekte yüzey akıntıları, anaforlar yaratacağınızdan eminim.
Not: Çağrı Saray’ın “Eksilen Zaman” sergisi, 30 Nisan’a kadar Özel Galata Rum İlköğretim Okulu’nda açık kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder