28 Temmuz 2018 Cumartesi

HAYAT NAMUSSUZDUR

René Magritte
RAHMİ ÖĞDÜL
27.07.2018

Hayatı resmetmeye, çerçevelerin içinde temsillerini yaratmaya çalışıyoruz. Fakat yağlı boyayı tuvale sürer sürmez hızla manzara değişiyor ve hayat kaçıveriyor elimizden. Yine de resmettiğimizin hayat olduğunda ısrar edebiliyoruz. Reprodüksiyonlarını üretiyor, üzerlerinde oynayarak çeşitlendiriyor ve sonra da hayatı anlamaya, anlamlandırmaya çabalıyoruz. Bir kere “fırça ve yağ çok yavaş araçlardır”; nesne durmadan kaçar ve “kaçan nesneyle boy ölçüşebilecek olan, usta bir elin kullandığı kalemdir, guvaştır, kömürkalemdir, suluboyadır.” 18. yüzyılda ressamlar hantal araçlarını terk edip hayatın nesnelerini yakalamak için ellerini hafifletmişlerdi ve yakaladıkları, Diderot’nun dediği gibi “tek bir an”dır: “Ressamın tek bir anı vardır ve nasıl iki hareketi birden yapamıyorsa iki anı da birlikte kapsayamaz” (Starobinski, Özgürlüğün İcadı, Metis). Hayat, her biri biricik olan anlardan oluşuyor.

Bugün hayat o kadar hızlandı ki sinir hücreleri arasındaki elektrik akımının hızına ulaşacak araçlara gerek duyuyoruz. Belki de hayat artık yakalanmayacak, yakalandığında hayat olmaktan çıkacak bir hıza ulaşmıştır. “Yakaladım” dediğiniz de onu yitirdiğinizi bilmeniz gerekiyor. Özne, bakışıyla mekânı örgütleyen ve karşısında duran her şeyi nesneleştiren bir kuruluş. Ama artık nesne yerinde durmuyor, hızlanmıştır. Öznenin, mekânını ve kendini örgütleyemediği bir hıza ulaşmış bir hayat, özneleşmeye de izin vermiyor. Durmadan dağılıyoruz ve tekrar toparlandığımızda hayat çoktan başka bir yöne evrilmiş olabilir. Her dağılıp yeniden toparlandığımızda hâlâ kendimizi aynı varlık olarak varsaymamız da tuhaf. Sürekli biçim değiştiren bir hayatı nasıl anlamlandıracağını, nasıl örgütleyeceğini ve kendini nasıl inşa edeceğini bilemeyen bir özne var bugün, daha doğrusu özneliğini yitirmiş biri. Kaçıp giden hayatın arkasından yalvarmaktan başka çaresi olmayan biri.

“Gitme kal ne olursun?” Tatil beldesindeki kafenin hoparlöründen kederli yakarmalar yayılıyor. Hayat dinler mi sizi? Gitmiştir. Siz de terk eden sevgilinin hayaliyle baş başa kalmışsınızdır. Ve madem hayat kaçıp gidiyor ve başkalaşıyor, o halde biz de hayatın eşkâlini çizer ve duvarımıza asarız. Ve sonra da eşkâline bakarak bütün ömrümüzü hayatı aramakla geçiririz. Ama hayat anlardan oluşur ve tek bir anı ararken hayat da ıskalanmış olur. ‘Nostos’ ve ‘algos’; nostalji, yani yurt acısı; yurdunu yitirmenin sancısı. Toplumsal tarihimiz, hayatın tek bir anının eşkalini çizip, ömrünü bu hayali yurdu arayarak geçirenlerle dolu. Hayat bizi hiçbir zaman terk etmiyor, siz hayatı terk ediyorsunuz. Hayat durmadan biçim değiştiren ve her biçimiyle bizi şaşırtan ve durmadan kendini yenileyendir. Hayatı seveceksek “ya benimsin ya toprağın” düsturu bir işe yaramaz. Sonunda hayatı yaşayamadan toprağa giren siz olursunuz, hayat yoluna devam eder. Ve hayat sizi milyarlarca canlıyla aldatmıştır.

Hayata bile sahip olunacak bir beden gibi yaklaşıyoruz. Ama hayat da bize şu klişeyi hatırlatıyor: “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla”. Sahip olduğunuzu sandığınız an, ruhu başka yere kaçmıştır. Size kalsa hayat da namussuzdur. Yeryüzünün namusu sizden sorulur. Namus geometridir, geometriyi iyi bilirsiniz. Çünkü eril özneler olarak, yeryüzünü parsel parsel bölüp paylaşan ve parçaları mülk edinen sizlersiniz. Namusun Yunancası ‘nomos’, bir arazi mülkünün sınırları demek. Ha kadın bedeni, ha yeryüzü, fark etmiyor. Ve size kalsa yeryüzünde dolaşan göçebeler de namussuzdur, çünkü onların ‘nomos’u yoktur; yeryüzüne, mülkiyetlerine geçirilecek bir beden olarak bakmamışlardır asla. Ama bizler, yaşamı sınırlar içine kapatıp mülk edinenler, namuslularız. Kavramlar ne kadar aldatıcı değil mi? Bizi hayat değil kullandığımız kavramlar aldatıyor. 

Hayatı kavramlarla yargılıyoruz çünkü. Kavramları ve tarihi ne yazık ki mağlup edilenler değil, kazananlar yazıyor ve iktidar, kendi ‘nomos’una ve ‘norm’una boyun eğmeyenleri, namussuz ve norm dışı ilan ediyor. Boyun eğmeyenler, hayatı sevenlerdir; hayatın bir anını değil, her anını sevenler; “ya benimsin ya toprağın” demeyenler. Faşistler ve diktatörler, hayatın eşkâlini çizip her yere asanlar ve hayat diye bize bu eril temsili yaşatanlardır. Oysa hayatın bir eşkâli yoktur; hem topraktır, hem su, hem hava, hem de ateş. Hayat hiç kimseye ait olmayan, aynı zamanda herkese ait olandır. Hayatı sevenler, bizatihi hayat olmuşlardır; bazen sudurlar, bazen toprak ve hava, bazen de ateş. Normsuz ve namussuz bir düzlemde hayatın ruhuyla esriyenler de onlardır.

22 Temmuz 2018 Pazar

HAYATIN SONU MU?

René Magritte

Michelangelo
RAHMİ ÖĞDÜL
20.07.2018

Evet, hayatın sonu. Alıştığınız, klişelerle donattığınız, rehavete kapıldığınız, hazır yapım sorulara, yine hazır yapım yanıtlar verdiğiniz korunaklı hayatın sonu, yani bildiğimiz dünyanın sonu. Bildiklerinizi unutun. Bildiklerinize yaslanarak boş yere umutlanmayın, umut sizi boşlukta asılı tutuyor ve başınıza geleni bir türlü kabullenemiyorsunuz. Ayaklarınızın altında zemin yok artık. Havada duruyorsunuz. Hani boşlukta durduğunu fark edince düşmeye başlayan çizgi film karakterleri var ya. Ayaklarınız yere basmıyor, fark edin ve düşmeye başlayın. Düşmek, boşlukta asılı kalmaktan iyidir. Öyle düşün ki ayaklarınız yeryüzüne değsin ve yitirdiğiniz dünyaya kavuşun: “Dünyaya inanmak, bizde eksikliği en çok görülen şey budur; dünyayı tamamen yitirdik, onu elimizden aldılar” (Deleuze).

Dünyayı elimizden almak için durmadan umutla beslediler bizi, “umut yoksulun ekmeğidir” çünkü. Biz onlara dünyayı verdik, onlar bize öte dünyayı. Öte dünya, ötelenen yaşamdır. Ama yaşam ötelenmeye gelmez: “Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/bir sincap gibi mesela,/yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,/yani bütün işin gücün yaşamak olacak” (Nazım Hikmet). Yaşayamadık, çünkü umudumuz vardı bizim; yaşamı erteledikçe dünyayı yitirdik. Umut, devlet tarafından üretilip pazarlanıyor; umudu pazarlayan devasa bir medyası var, umudu tasarlayan reklamcıları. Umut, eyleme geçemeyen kederli varlıklar üretiyor. Umut, bastığımız zeminin artık olmadığını kabullenmenizi engelliyor. Mesela, hâlâ devleti bildiğimiz gibi sanıyoruz ve bizi koruyup kollayacağını. Oysa devlet bir şirket artık, açık açık söylediler. Şirketin bir tüzel kişilik olarak tek bir amacı vardır: “kâr”. Şirket, sadece kendi çıkarının peşinde koşan ve amacına ulaşmak için her şeyi mübah gören, psikopat bir tüzel kişilik (Joel Cohen, Şirket, Ayrıntı). Şirketin insafına kaldık, iliklerine dek sömürülecek ve harcanacak güvencesiz bedenleriz. Hissedarlarına kârdan pay dağıtan ve reklam olsun diye sosyal sorumluluk projeleri yapan bir kişilik. Güveneceğiniz, sığınabileceğiniz bir babanız yok. Hayatta kalmak için bedenlerimizi ve zihinlerimizi pazarda üç kuruşa satmaktan başka bir çaremiz kalmadı; kabullenin.

Savaşları milli motiflerle süslemeyin artık. Şirketlerin ve sermayenin milleti yoktur; savaşlar, kârlarını maksimize etmek için bir yatırım aracıdır sadece. Ve İnsan kaynakları diye lafı dolandırmayın; insanlar, daha fazla kâr elde edebilmeleri için kadın denilen tarlalarda üretilen ve savaşlarda harcanacak ucuz enerji kaynaklarıdır. Bildiğiniz kavramları da unutun, mesela milli irade kavramını. Nietzsche özgür irade için “teologların insanları sorumlu tutmak ve kendilerine bağlı kılmak için uydurdukları en sahtekâr oyun” diyor (Neden bu kadar akıllıyım? Zeplin). Özgür irademizi bir zamanlar temsilcilere devrediyorduk ama şimdi doğrudan şirkete devrettiniz. Ve şirket, hissedarları için kârdan başka hiçbir şeyi temsil etmiyor. Ve devrettiğiniz iradenizle şirket sizi posanızı çıkarıncaya dek sömürecek ve adı sanı duyulmamış ölüler olacaksınız. Çoktan öldünüz belki de.

El ele tutuştunuz mu hiç?
Issızlığın ortasında yapayalnız. O kadar yalnızız ki umut da gidermiyor ıssızlığımızı. O halde umutsuz olduğunuzu kabullenerek başlayın yeni hayatınıza. Güvendiğiniz dağlara kar yağdı. Sorun, güvenmek için hep dağların doruklarına, göklere bakmamızdı belki de. Şimdi gökler sizi yalnız bıraktı. Ve “bir başıma kaldım” diye düşünen sadece siz değilsiniz. Yukarı değil, hemen yanınıza bakın, yalnız olmadığınızı göreceksiniz. 

Göremiyorsunuz, çünkü umut gözlerinizi kör etti. Umudu hiyerarşilerin doruklarında aradık hep. Kurtuluş artık göklerden gelmeyecek. Kurtarıcılara inanmayın; kurtarıcılar, “bir an önce doruklara nasıl çıkarım” diyenlerdir. Umutsuzuz, bir kurtarıcımız bile yok. Ama ellerimiz var. Issızlığın karanlığında yolumuzu el yordamıyla bulabiliriz ancak. Ellerimiz yol yordam bilir. Ama ellerimizi hiç kullanmadık. Gözlerimizi ve aklımızı kullandık şimdiye dek. Fakat gözlerimiz ve aklımız bize ihanet etti. Ellerinizi deneyin. Göreceksiniz, elleriniz sizi yanıltmayacak; karanlıkta ellerimizle keşfedeceğiz yolumuzu. Karanlık yeni olana gebe; ellerimizle doğuracağız. El ele tutuştunuz mu hiç? Nasıl da güzeldir. Nasıl da güç, kudret verir insana. Ruh dediğinizi göklerde aramayın, eller birbirine kavuştuğunda duyumsadığınız şeydir. Şirketlerin ruhsuz öte dünyasından ruh kurtaracak bizi ve yitirdiğimiz dünyayı ellerimizle kazanacağız. Ellerinize ve dünyaya inanın!

13 Temmuz 2018 Cuma

KINAMA, ARKANA BAKMADAN KAÇ!

Tasha Lewis
RAHMİ ÖĞDÜL
13.07.2018

Canlarımıza kıyanlar var, canımızı yakanlar; giderek çoğalıyorlar. Sosyal medyada sesler yükseliyor; katliamları, işçi kıyımlarını, kadın, çocuk, hayvan cinayetlerini, tecavüzleri kınıyoruz. Katlediliyoruz ama kınamakla yetiniyoruz. Bir kınama makinesineyiz âdeta; birisi canımızı yaktığında makinedeki ses kaydı devreye giriyor: “Kınıyoruz.” Kınama, tepkisel bir davranıştır, keder üretir sadece. Varoluşun gerektirdiği aktif bir yaşama biçimine geçemediğimiz takdirde sadece kınadığımızla kalacağız. Sonra kınamaktan da vazgeçeceğiz, çünkü o kadar çok canımızı yakıyorlar ki hangi birine yetişelim. Bifo’nun dediği gibi, “kınama yılgınlığı besliyor ve hiçbir yere götürmüyor. Bize gereken, kınama değil kaçış çizgisi” (Kahramanlık Patolojisi, Otonom).

Yaşam alanlarımız daralıyor. Büzüldükçe büzüldük. Ve sonunda o kadar küçüleceğiz ki esamemiz bile okunmayacak. Kendi üzerimize kapanmasak, dışarı doğru hareket etsek! Yurtlar böyle kurulur. Hayvanlara baksanıza; sürekli devinerek kendi yurtlarını nasıl da yaratıyorlar, bitkiler de. Mekân, her yöne doğru uzanan çizgilerle yaratılır. Ve “bizler, ister grup olalım ister birey, çizgilerden oluşuruz” (Deleuze). Ve çizgiler icat ederek bir ağ gibi yayılırız uzamın içinde. Ama bize dayatılan çizgi, doğrusaldır, borular içinde hareket ediyoruz. Her kesimin kendi borusu var. Parası olanların parlak boruları, parası olmayanların paslı, çamurlu boruları. Parası olanlar kariyerlerini, özel okullarla başlatıp şirketlerde zihinlerini satarak sonlandırıyor; parası olmayanlar ise mahalle mekteplerinde başlatıp emeklerini satarak. Marozia kentinde yaşıyoruz: “Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün” (Calvino, Görünmez Kentler). Ama dehlizlerde çatlaklar var, kaçabiliriz. 

Deleuze ve Guattari’nin kavramsallaştırdıkları “kaçış çizgileri”, sorumluluktan kaçış ya da kişisel bir paçayı kurtarma meselesi değildir. Berbat bir durumdan kaçıp Ege’de bir sahil kasabasına, yurt dışına, sanata sığınmak hiç değil. “Kaçış çizgileri, hiçbir zaman, dünyadan kaçmakla oluşmaz; tıpkı bir boruda delik açtığınızda olduğu gibi, sızıntılar yarattığınızda oluşur; bütün toplumsal sistemler, kaçış çizgilerini tıkamak için parçalarını ne kadar sağlamlaştırsalar da, her yanlarından sızdırırlar. Bir kaçış çizgisinde muhayyel, sembolik hiçbir taraf yoktur. İnsanlarda da, hayvanlarda da, bir kaçış çizgisinden daha etkin hiçbir şey yoktur. Tarih bile, “belirleyici kırılmalar”la ilerlemek yerine, bu yolu seçmeye mecburdur” (http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-kacis-cizgileri/2575).

Hayatın tamamını ele geçirmeye çalışan makro-politika ne yaparsa yapsın her yerinden sızdırıyor. İktidarın borularından akıttığı çözeltiler bizleriz, molekülleriz. Moleküller en küçük çatlaktan sızabilir ve akışları ıslah ederek tarihin akışına yön vermeye çalışan makro-politikayı değiştirebilirler. Kaçabiliriz, yeter ki çatlakları keşfedelim ve sızarak bir araya gelip göçebeleşebiliriz. Göçebeler, borulara kapatılamayan ve kendi kaçış çizgilerini durmadan icat edenlerdir. “Tek bir grubun veya tek bir kişinin bir kaçış çizgisi işlevi görmesi, en sık rastlanan durumdur; o grup veya kişi, çizgiyi takip etmez, yaratır; bir silahı ele geçirmez, bizzat kendisi silahtır.” Kaçış çizgileri direnişten kaçmak değil bilhakis direniş olmaktır. Ve üstelik bu makro-politikanın hiç hesaplamadığı tarzda olur. Çünkü oyun kurucu olarak bir hamle yaptığında bizden karşı hamleyi, yani tepkisel davranışı bekleyecek. Ama kaçış çizgileri aktiftir, hamlesini boşa çıkarır. Beklenmedik yer ve zamanda göçebeler ortaya çıkar ve ezberi bozulur.

Kaçış çizgileri her yerdedir. Normun biçimlendirdiği formlardan kaçarak akışkan biçimleri keşfeden sanat da kendini kaçış çizgileri üzerine yerleştirmiştir. Figüral mesela. Ne figüratif ne de soyut olan, akışkan ile katı, formsuzluk ile form arasında yer alan figüral (Deleuze). Figüral, kaçış çizgisidir. İktidar formları seviyor, adlandırılması ve sınıflandırması kolaydır. Fakat sürekli form değiştiren figüral, oyunu bozar. Kaçış çizgileri taktikseldir, göçebeler icat etmiştir. Strateji devletin metodolojisidir. Devlet taktikleri göçebelerden öğrenir. Ve göçebelerin neler icat edebileceği, bir bedenin nelere muktedir olabileceği devletin bilgisi dışındadır. Ama Ece Ayhan şairdir, bilir: “Devlet dersinde öldürülmüş” çocuk, “bir tenefüs daha yaşasaydı”, “tabiattan tahtaya kalkacak”tı. Tabiatı yakalayamazsınız, yaratıcıdır, kaçış çizgileri icat eden ve kaçandır.

6 Temmuz 2018 Cuma

MEDYASFERDE BERBAT BİR GECE


Paul Klee
RAHMİ ÖĞDÜL
06.07.2018

Senfonik bir uzunçalar seçmiştik, uzun sürsün diye. Plağı pikaba yerleştirip halıya uzandık. Çok geçmeden plak takılmaz mı? Aynı olan hep geri geliyor. Ha bitti, ha bitecek diye umutlanıyoruz ama hep yeniden başlıyor. Zaman geçmiyor sanki, tek bir anın içinde yaşıyoruz. Niyetimiz çok sesli müzik dinlemekti ama sürekli tekrar eden kasvetli ve giderek dayanılmaz hale gelen tek sesi dinliyoruz.

Henüz dinlemeye başlamıştık. Kaostan düzene geçişin anlatıldığı giriş bölümünü dinliyorduk ki kreşendonun neşeli ve güçlü sesleri işitilmeye başladığı sırada pikabın iğnesi aralardaki karanlık, kasvetli seslere takılı kaldı. Yaşama isteğini çoğaltan sesler tam yükselirken lanet olası iğne kasvete takıldı. Kreşendo ile birlikte seslerin çokluğuna ulaşacaktık, hevesimiz kursağımızda kaldı. Şimdi boğucu seslerin yivinde dönüp duruyoruz. İşin tuhafı aklımıza yerimizden kalkıp iğneyi takıldığı yerden kurtarmak gelmiyor. Halıya uzanmış tavanı seyrediyoruz. Tavandan inecek birilerinin bu berbat sesten bizi kurtarmasını bekliyoruz. Kudretsiziz, çünkü kurtarıcılara inanıyoruz; tragedyalarda olanlara; tavandan indirilecek “deus ex machina”, yani makine-tanrıya; gelip bizi açmazdan kurtaracak olanlara. Makine-tanrı bizi kurtarabilir mi? Makine-tanrılar mekaniktir, mekanik tekrarlar üretirler sadece. Her makine-tanrının takıldığı bir yer vardır mutlaka, aynı olanın durmadan geri geldiği yer. Oysa biz çok sesli müziğin akmasını, seslerin çoğalmasını ve güçlenmesini istiyoruz.

Mekanik tekrar ritimden farklıdır. “Mekanik tekrar bir önceki anı yeniden üreterek iş görür. Ritim ise hem süreci başlatan ölçüyü muhafaza eder, hem de bu sürecin değişiklerle, yani ölçünün çeşitliliği ve çoğulluğuyla yeniden başlamasını. ‘Aynı’ özdeş bir şekilde tekrarlamaksızın, fakat aynıyı başkalığa, hatta başkalaşmaya, yani farklılığa tabi kılarak” (Lefebvre, Ritimanaliz, Sel). Makine-tanrılar hayatın farklılaşan, başkalaşan ritimlerini kesintiye uğratarak iş görürler. Toplumsal ve kozmik ritimler başka bir şeye doğru evrildiğinde, bizler başkalaşmaya yüz tuttuğumuzda tavandan indirilirler ve plak takılır. Çokluk kendi ritmini, çoklu ritmi yakalamıştır. Ve olayların akışı bir yerde düğümlendiğinde çokluk kendi ritmiyle düğümü çözecek ve yoluna devam edecektir ama izin verilmez. Tam bu sırada tavandan makine-tanrı indirilir. Ve sesler çeşitlenip çoğalmış, kreşendonun güçlü, neşeli sesleri yükselmiş iken plak kasvetli, boğucu bir havada takılı kalır ve makine-tanrının mekanik tekrarlarını işitiriz sadece. Ve tüm sesler bastırılmıştır; sadece tek bir ses vardır, diktatörün mekanik sesi.

Zaman, çıkınında sakladığı gizil kuvvetleri, yeni biçimleri durmadan açığa çıkaran bir süreçtir. Hep aynı an durmadan geri geliyorsa, klişe tekrar ediyorsa bir tuhaflık var. Demek ki birileri mekânın zaman ayarlarıyla oynamış; birileri zamanı şimdide durdurmuş. Bir karabasan; çünkü içinde yaşadığımız şimdi bir kâbusu andırıyor. Uzandığımız yerden kalkmaya çalışıyor ama bir türlü kalkamıyor ve göğsümüze tüm ağırlığıyla abanan karabasandan ve mekanik sesinden kurtulamıyoruz. İçerideyiz çünkü, içeriye hayatın ritimleri sokulmuyor. Medya küresine hapsedildik. Yeni ve farklı olanı, hayatın çoklu ritimlerini bağrında taşıyan, değişimine gebe zaman, dışarıda kalmıştır. Gitmemek üzere geldiler ve hayatın ritimlerini bastırarak yerleşiyorlar her yere. Medyasferin gecesinde yaşıyoruz, medya küresinde. Medyasfer: Gazeteleri, dergileri, televizyonu, radyoyu, reklamları, basın bildirilerini, internet yayıncılığını; yani yazılı, görsel, sesli, dijital ne varsa, tüm yayınları içeren yapay bir ekoloji. Biyosferle, yani yaşam küresiyle bağlantımız kesilmiş. Sadece medyasferde çınlayan mekanik sesi işitiyoruz. Kâbustan bir türlü uyanamıyoruz. Uyanacak bir sabahımız yok, gecemiz var sadece.

Yoksun kaldığımız, hayatın ritimleridir. Hayatı henüz ele geçiremediler. Biyosferi bastırmaya çalışsalar da yaşam her seferinde geri geliyor, hem de tüm şiddetiyle. Bedenlerimiz, Lefebvre’nin deyişiyle “ritimler paketi”dir; toplumsal ve kozmik ritimlerin kesiştiği ve çoklu ritimlerle titreşen kuvvetler yumağı. Plak dinlemeyi bırakın, kalkın uzandığınız yerden! Plaklar, “Sahibinin Sesi”dir, aynı olanın sürekli tekrar ettiği döngüler. Dışarı çıkın ya da bedenlerinize girin, toplumsal ve kozmik ritimlerin içine. Hayatın ritimleri yeni olana, sabahlara gebe. Bekleme odalarında boş yere umutlanmayın! Doğuracak olanlar, bekleme odalarında bekleyenlerdir. Ya biz doğuracağız ya da kâbus hep yeniden başlayacak.