30 Nisan 2019 Salı

RİTİMLER POLİTİKTİR

RAHMİ ÖĞDÜL

26.04.2019

Ritimleri işitiyor musunuz? Sadece makinelerin ritmik sesini mi? Ya da oturduğunuz mekânda çalan pop müziğin ritimlerini. Kent bir ritimler denizi; bedenin içsel ritimleriyle kentin ritimleri birbirine karışıyor. Kentin ritimlerinden yorgun düşenler, kulaklarını tıkayarak kurtulacaklarını sanıyorlar, ama bu kez de kulak tıpalarında çalan müziğin ritmine yakalanıyorlar. Ritimlerden kaçalım derken başka bir ritme tutuluyoruz ve bedenimiz bu ritimle salınmaya başlıyor. Hayat çok ritmik. Farkına varmasak da hayatımızı ritimler yönetiyor, ritimlerle yaşıyoruz.

TİK TAKLARDAN KAÇIŞ YOK!

Çoğu kez egemen ritme kaptırıyoruz kendimizi; saat zamanının tik taklarına. Saat zamanı emek zamanıdır, emeğimize el koyan kapitalizmin ritmi. Sadece emeğimize değil, hayatımıza da. Egemen ritimden bitkin düşenler, tatil denilen ütopyaya kaçacaklarını sanıyorlar. Saat zamanından kaçamıyoruz, orada da tik taklar kulaklarımızda çınlıyor. Tatiller de saat zamanına göre planlanıyor ve tik taklardan kaçış olmadığını, ne olup bitiyorsa saat zamanında olmak zorunda olduğunu öğreniyoruz. Egemen ritmin içinde hapsedildik. Oysa tatilin atası sayılan Ortaçağ karnavalları toplumsal hiyerarşinin alaşağı edildiği, zamanın da askıya alındığı dönemlerdi. Karnaval bittiğinde insanlar yeniden hiyerarşik tabakalarına ve zamanlarına geri dönerlerdi. Lakin, kısa bir süre olsa da dayatılan zamanın bir dışı olduğunu ve bu boşlukta birbirlerine dokunabildikleri özerk bir mıntıka yaratabileceklerini bilirlerdi. Oysa şimdi karnavallarımızı bile saatin tik takları örgütlüyor.

ROMA’DA YAŞAMIYORUZ…

Bize dayatılan ritimler sadece yaşama biçimizi örgütlemekle kalmıyor, bedenimiz, kişiliğimiz de ritimlerin eseri. Ve bir maske olarak kişilik, yani ‘persona’ toplumsal ritimle belirlenmiştir. “Persona’nın kökeni ‘maske’ anlamına gelir ve birey maske aracılığıyla bir rol ve sosyal kimlik edinir. Roma’da her birey kendisinin bir soya bağlı olduğunu ifade eden bir adla tanımlanıyordu, ancak bu soy da her soylu ailenin evinin bahçesine koyduğu mumdan bir ata maskesiyle belirtiliyordu” (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Roma’da yaşamıyoruz artık. Katı olan her şeyin, sıvılaşmaya fırsat bulamadan doğrudan buharlaştığı bir çağda, soyağacını belirleyen mumdan maskelerimiz çoktan buharlaşıp havaya karıştı. Ama hâlâ maskelerimiz var ve bu maskeler, iktidarın yakalama aygıtlarının ritimleriyle belirleniyor. Geçen haftadaki yazıda bu maskelerin dikey bir eksende ikili karşıtlıklar üzerinden kurulduğundan sözetmiştim. Ya göğe yükselip tanrı kralın yüzüne sahip olabilirsiniz ya da yeryüze bağlı kaldığınızda süfli bir varlığın yüzüne. Yeryüzü aşağılanıyor ve yeryüzünde cinayet işleyenler, göklerdeki iktidarın çehresine bürünenlerdir.

İKTİDARIN PAÇASI TUTUŞUYOR

İktidarın ritimleriyle biçimleniyor bedenler, nefret ve keder arasında salınıyoruz. Yeryüzünde ayrı düşürülmüş kederli parçalar ne zaman aralarında bağlantılar, kontrpuanlar icat ederek ortak bir düzlemde sevinçli salınımlara geçseler, iktidarın nefret ve keder yüklü tonu bir bıçak gibi giriyor aralarına, dağılıyoruz. Yatay bağları parçalayan iktidardır; aramızda ne zaman bağlantılar icat etsek, iktidarın paçaları tutuşuyor. Çatışma, yeryüzünün bekası ile iktidarın bekası arasında. Bizim bekamız, canlı cansız tüm parçalar arasındaki ekolojik bağlantıların bekasıdır, yaşamın bekası. Yaşamı savunanlar ile yaşama ihanet edenler. Ve hainler aramızdan çıkıyor. Kurtuluşları için savaştıklarını sanıp da kölelikleri için savaşanlar, iktidarın yüzüne bürünüyor.
İnsan, maskesi ile kendisi arasındaki etik boşluktan doğabilir ancak, doğmalı. Aksi takdirde hep nefreti ve kederi çoğaltacak. Bu boşluk, başka bedenlerle bağlantılar kuracağı, kendini keşfedeceği boşluktur. Ve bağlantılar icat etmek, yeryüzünün çoklu ritmiyle salınımına geçmektir. Salındıkça formumuz değişir, maskemiz de. Ritimler politiktir; dikey eksenin ritmi hıncı, nefreti ve kederi çoğaltıyor. Yatay eksendeki parçalar aralarında bağlantılar icat etmedikçe, kudretli ve neşeli bir bedene dönüşmemiz mümkün değil. Dans edeceğimiz neşeli ritimleri henüz icat edemedik, ama iktidara rağmen durmadan deniyoruz.

25 Nisan 2019 Perşembe

DÜNYAYI GÜZELLİK DEĞİL CANAVARLAR KURTARACAK

RAHMİ ÖĞDÜL
19.04.2019
Biçimlerin arasında dolaşan biçimleriz. Biçimli olmanız da yetmiyor. Modüler mobilya parçaları gibi bedenlerinizden modüller, modüllerden de bütünler yaratmaları gerekiyor. “Hizaya girin!” diyor bir ses; bir başkası “Sırayı bozmayın!”. Ve sağ elimizi önümüzdekinin sağ omuzuna uzatmamız isteniyor. Kollarımızı, uzattıkça birbirimize dokunduğumuz ve dokundukça ilişki ağları dokuduğumuz kollarımızı bir cetvel gibi öne doğru uzatıyor, cetvelin çentikleri gibi düz bir çizgide hizaya giriyoruz. Cetvel bedenlerimiz. Hizaya giren bedenlerden mangalar, kıtalar yapıyorlar. Ve “Marş!” dediklerinde uygun adım yürüyoruz. Parça ile bütün arasındaki sayısal simetriden dolayı bu bütünlüğün estetik bir güzellik olduğunu söyleyebilirsiniz. Sayıları arke olarak tanımlayan Pitagoras’tan etkilenerek kanonik heykeller yaratan Polykleitos ne diyordu: “Güzellik sayılardan yavaş yavaş doğar.” Ve bedenleri tek tek birimler olarak alıp sayılardan daha büyük bütünlükler oluşturduklarında bu estetik güzellik bir komutla ölüm makinesine dönüşebiliyor. Bu dünyayı ne yazık ki kanonik güzellikler öldürüyor. Sonra bir başka ses “Bekleme yapmayın” diyor, dağılıyoruz. Bir araya geldiğimizde yeniden tekrarlanıyor komutlar. O ses, ülkenin sesidir.

‘DEVLET BİR BEDENDİR’

Yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevrili okul bahçesindeyiz ve hep beden eğitimindeyiz. Bedenlerimiz bir bütünün parçaları olmak üzere eğitiliyor. Komutlara kulak kesildik. Karşıdaki duvarda “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” yazısı. Ama sonunda, sağlam olduğunu iddia eden bir kafanın uzuvları oluyoruz. Salisbury’li John’un 12. yüzyılda yazdığı “Devlet bir bedendir” diye başlayan metnini hatırlayın. Hükümdar, bu bedenin başıdır, bizler ise ayakları. Bahçede oyun oynarken, hizaya girmeyi oyun sandık. Debreli Hasan türküsü soruyor: “Adam öldürmeyi oyun mu sandın?” Oyun sanıyoruz. İktidarın oyununa geldik.

YÜZÜMÜZ BİZİM DEĞİL

Peki sizin bir çehreniz var mı? Yoksa çehre diye hükümdarın yüzünü mü taşıyorsunuz suratınızda? Hükümdarlar dünyanın çehresini fetihlerle değiştiriyorlar. Ve bizler, bu fetih seyahatlerinde hükümdarın yüzünü her yere taşıyor, bir damga gibi her yere basıyoruz. Peter Aughton’ın ‘Dünyanın Çehresini Değiştiren Seyahatler’ başlığını taşıyan kitabına rastladım dolaşırken; yerin yüzünü nasıl da hükümdarın yüzü kıldığımız geldi aklıma. Çünkü yüzümüz bizim değil, bedenimiz bütünün içinde bir birim sadece, bir sayı. Ve kitabın arka kapağına, “İnsanoğlu tarihin her döneminde dünyanın henüz keşfedilmemiş bölgelerine ilgi duymuş” diye not düşmüşler. Keşke bedenlerimize de aynı ilgiyi gösterip keşfedilmemiş bölgelerine seyahatler düzenleseydik. Bedenimizi keşfeder ve duyumsayan bedenlere dönüşür ve bedenlerimizin çehresini değiştirebilirdik.

BURADA BİR HİNLİK VAR

Bir beden kendi çehresini yaratabilir. Rönesans insanı della Mirandola, tanrının elindeki tüm yüz modellerini hayvanlarda kullandığını ve sıra insana geldiğinde elinde bir model kalmadığı için insanı yüzsüz bıraktığını ve insanın kendi yüzünü dikey bir eksende inşa edebileceğini söylüyor. Burada bir hinlik var, öyle bir hinlik ki insana sadece dikey eksen bırakılmış. Ya yükselip göksel, ulvi bir yüze bürünebilirsiniz ya da yeryüzüne, toprağa en yakın olan sefil bir yaratığın yüzüne, yani canavara. Ve despot, hükümdar ya da adına ne derseniz deyin, iktidar giriyor devreye. Ve yüzsüz insanın kimlik krizini çözüyor. Çehre edinmek için çabalamanıza ne gerek var, hazır hükümdarın yüzü varken. Hükümdar göksel varlığın nitelikleriyle donatılmıştır: tanrı-kral. Ve başı hükümdar olan bir bedene katıldığınızda ulvi bir çehreniz olacak. Katılmazsanız canavarlaşacaksınız. İktidar bize iki seçenek sunuyor: Melek ya da canavar.
Oysa kendi çehremizi yaratmak, ikili karşıtlıklardan kurtulduğumuzda mümkün. Aksi takdirde çehrenizi iktidar belirleyecek: “Benim yüzüme sahip değilsen, teröristsin”. Bir insan kendi yüzünü, ancak yeryüzünü kucakladığında yaratabilir, ikili karşıtlıklardan kurtulduğunda. Varsın iktidar “canavar” desin, dünyayı güzellik değil, yerin yüzü kurtaracak.

17 Nisan 2019 Çarşamba

LABİRENTTEKİ GÖÇEBELER

RAHMİ ÖĞDÜL
12.04.2019
Labirent bir yerleşim yeri de olabilir, bir organizma da. İnorganik de olabilir, organik de. Labirent (Yun.), kendi üzerine kıvrılmış demek. Evren bir kıvrımlar denizi. İnsan mikro evrendir; içi kıvrımlarla dolu. Göçebelikten vazgeçenler, yeryüzü labirentinde dolaşmak yerine, inşa ettikleri kıvrımın içinde ikamet etmeyi seçmişlerdir. Göbeklitepe bir tapınak, ama bir labirent formu olarak yerleşiklerin mekânda nasıl örgütleneceklerinin ilk işareti. İç içe geçmiş, eşmerkezli daireler, yerleşiklerin mekânda örgütlenme biçimidir. Labirent güvenli bir içerisi ve kaotik bir dışarısı yaratmıştır. Göçebeler dışarıda ışınsal olarak hareket ederler. Ve oyun başlamıştır, dart oyunu. Yerleşiklerin mekânı dart tahtasını andırır, göçebeler ise dart oklarını. Göçebeler savaş makinesidir, dart tahtasını tam on ikiden vurmak için taktikler geliştirmişlerdir; yerleşikler ise oklardan korunmak için stratejiler.

DIŞARININ ÇAĞRISI

Labirent, dışarının kaotik kuvvetlerinden korunmak için güvenli bir içerisi olarak inşa edilse de çok geçmeden hapishaneye dönüşebilir. Labirentin içinde yaşayanlar, dışarıyla korkutulur, kaosla, öcüyle. Bedenler görünüşte yerleşiktir, ama kıvrımlarında yeryüzünün göçebe kuvvetleri dolaşır; düşünceye de bulaşır göçebelik, kapatılmayı sevmez, labirentin kıvrımlı yolları dindiremez özlemini; dışarısı onu çağırmaktadır; dışarıya açılacak bir yol bulur mutlaka; olmadı, icat eder.

BERBAT BİR SES

Dışarısı, içeriden farklıdır. İçeride tek merkez; merkezde tek adam, tek dil, tek din, tek millet var. Dışarısı ise çokluğun alanı. On iki ton müzisyenleri kendilerine musallat olan çokluğu keşfetmek üzere evlerini, labirentlerini terk etmiş ve dışarıda çoksesliliğe ulaşmış, bir daha da eve dönmemişlerdi. İnsan çoksesliliği bir kez keşfedince evdeki despotun sesine katlanabilir mi? Şöyle de sorabiliriz: Çokluğu keşfetmiş düşünce eve döndüğünde, despot yerinde kalabilir mi? Çokluğu bastırmak için istediği kadar yükseltsin sesini, kapatmak için ekranın düğmesine basmanız yeterli. Sessizlik. Taocu felsefede sessizlik ya da boşluk, on bin varlığı bağrında taşıyor. On bin varlık çokluktur. Sessizliğe ulaşmadan çokluğa varamazsınız, hiçliğe ulaşmadan var olamazsanız. Hiçlik ya da boşluk, Demokritos’un atomcu felsefesinde atomların çarpışarak yeni dünyalar kurdukları döl yatağıdır. Kurulan dünya despotun tek merkezli labirentinden farklı olacak. Tek merkezli labirentte tek ses çıkıyor, kulakları tırmalayan, berbat bir ses.

DESPOTUN SESİ ÇINLIYOR

İç kulağımızdaki kemiklerin oluşturduğu yapıya da labirent adı veriliyor. Labirentin içinde despotun sesi çınlıyor. Ulysses, sirenlerin sesini işitmemeleri için gemicilerinin kulaklarını balmumu ile tıkamasaydı, yolculuğunu asla tamamlayamazdı. Eve döndüğünde onu köpeğinden başka kimse tanıyamamıştı. Truman, deniz yolculuğu sırasında despotun elektronik gürültüsüne rağmen sessizliği, boşluğu keşfetmişti, ufuk çizgisi yerine bir duvarla karşılaşmış olsa da. Truman ve Ulysses, her ikisi de yabancıdır, evdeler ama artık evcil değiller. Eve döndüklerinde, sadece iki yabancı beden değil, yeryüzünün çokluğu da dönmüş ve evin havası değişmiştir.
Evin içine çokluk girdi ve havası değişti, ama despot ruhlara işkence etmeyi sürdürüyor. Carl Jung’a amcası, “Zebanilerin ruhlara cehennemde nasıl işkence çektirdiklerini bilir misin?”diye sorar. Yanıtını yine amcası vermiştir: “Onları beklemede bırakır.” Cehennemde bekliyoruz, oysa içimizde, yeryüzü cennetinin, çokluğun fırtınaları esiyor. Labirentten dışarı çıkmalı, çokluğun alanına. Taocu on bin varlık ya da çokluk boşluğun içinden zuhur eder. Ksenofon’un ‘On Binlerin Dönüşü’nde de yurtlarını terk edenler yolda despotlarını yitirmiş ve dönüş yolculuğuna başladıklarında, yeryüzü labirentindeki göçebelere dönüşmüşlerdir, dart oklarına. Ve dart tahtasını tam on ikiden vurduklarında yurt-labirent, kıvrımlarını evrene açar. Ev, kıvrım denizindeki bir kıvrımdır şimdi; evrene doğru kıvrıldıkça, çokluğu sarıp sarmalar.

6 Nisan 2019 Cumartesi

İKTİDAR KÜLTÜRÜ VE SANATI ÇOK SEVİYOR

Picasso, Guernica

Hiroşima Gölgeleri, 6 Ağustos 1945, saat 08.15

Hiroşima Gölgeleri, 6 Ağustos 1945, saat 08.15
RAHMİ ÖĞDÜL
05.04.2019

Örnek bir okur musunuz? Bir roman yazarının metnine kolaylıkla girebiliyor ve yazarla işbirliği yapıyor musunuz? Yazarlar metinler üretir ve biz de bu metinleri kurmaca gerçeklikler olarak okur ve düşsel, düşünsel yolculuklara çıkarız; burada bir sorun yok. Ama metinler sadece kitap kapakları arasında yer almıyor.

Bir de iktidarın hayatın her alanına sirayet etmiş metni var. İktidar egemenliğini bu metne göre kuruyor; soluduğumuz hava, yediklerimiz, gördüklerimiz, işittiklerimiz bu metnin içine gömülü. Tükettikçe metni tüketiyor ve kendimizi metnin ete kemiğe bürünmüş kahramanları olarak buluyoruz. Yazar örnek okurunu yaratıyorsa, iktidar da kendi kurmaca metni aracılığıyla örnek vatandaşını yaratıyor. Keşke iktidarın ürettiği insan da romanlardaki gibi kurmaca bir karakter olarak kalsaydı. Ne yazık ki ete kemiğe bürünüyor ve kutsallaştırdığı metin adına cinayetler işliyor. Yeni Zelanda’da ya da Ortadoğu’da ve dünyanın geri kalanında işlenen cinayetler kutsallık adına işlenmiştir, metne uygundur, olmasa da uyduruluyor. 

NEYE GÖRE YANLIŞ

Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Can) kitabında Umberto Eco okuru ikiye ayırıyor: Ampirik okur ve Örnek okur. Ampirik okur, yazarla işbirliği yapmayan okurdur; metnin nasıl okunması gerektiğini belirten bir yasası yoktur ve metni birçok biçimde okuyabilir. Gülünmesi için yazılmış bir filmde ampirik okur gülmüyorsa filmi yanlış biçimde okuduğu söylenecektir. Ama neye göre yanlış? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre. Bu tür seyirciye ya da okura Eco, örnek okur adını veriyor. Örnek okur, yazarın kendisiyle işbirliği yapmak üzere yaratmaya çalıştığı okur tipidir. “Metinle yaratılan, onun içinde hapsolmuş kimseler olarak örnek okurlar, metnin onlara verdiği özgürlük oranında özgürlükten yararlanabilirler.”

NEGATİF İMGELER

İktidar sadece metin yazmıyor, sanat alanında da yapıtlar üretiyor. Hiroşima’da kentin yüzeylerinde onlarca yıl kalan insanların gölge imgeleri iktidarın çektiği fotoğraflardır. Fotoğraf, ışıkla yazmak demek; objeden yansıyan radyasyonun lensin içinden geçip film yüzeyinde kimyasal bir etkileşime girmesi ve negatif bir imge üretmesi. Rudolf Arnheim’ın belirttiği gibi analog fotoğrafta, “fiziksel objeler ışığın optik ve kimyasal eylemi ile kendi kendilerinin imgelerini basarlar.” Ama Hiroşima’da patlatılan atom bombasının radyasyonuyla bedenler yanıp kül olmuş ve geriye gölgeleri, negatif imgeleri kalmıştır. Halkı, o en ele avuca geçmez olanı, konturları belirli bir gölgeye, yüzeydeki bir lekeye indirgemek. Lacan, nesnenin bizi tehdit eden bakışından söz eder. İnsan, nesnesini imge perdesinde imge olarak ele geçirdiğinde sanat başlamıştır. Bir sanatçı olarak iktidar da halkın tehdit edici bakışını yüzeyde ölü olarak ele geçirmiş ve onu ölü bir imgeye dönüştürmüştür.
İktidar yerleştirme (enstalasyon) sanatında da ustadır. Kendi örnek okurunu metne göre döşediği bir mekân içinde yaratacaktır. Nereye hangi nesneyi yerleştireceğini, sahneyi nasıl düzenleyeceğini ve sonuçta nasıl bir insan yaratacağını bilir. Kentsel dönüşüm bir yerleştirme sanatıdır ve avangard sanatçılarla aynı mottoyu paylaşır: “her yaratıcı edim bir yıkımla başlar.” İktidar arazi sanatında da uzmandır. Tıpkı Amerikalı arazi sanatçıları gibi doğal bir forma müdahale ederek yeniden biçimlendirir ve harikalar yaratabilir. Ormanlık arazinin tam ortasından asfalt bir yol geçirdiğinde anlam dünyamız genişlemiştir. Sadece anlam dünyamız mı? Çok sevdiğiniz taşıtınızın dünyası da. Heykel de iktidardan sorulur. Kamusal mekânlar heykelleriyle dolu. Park ve bahçelerdeki bitkileri budayarak, heykellere dönüştürür. Sadece bitkileri mi? İktidarın makasıyla budanmış ve biçimlendirilmiş canlı bedenler de heykelleştirilmiştir. Meydanların ve sokakların açık hava heykel sergisinden farkı var mı? İktidar, “Sanat varsa hayat vardır” diyor, ama hayat diye bize yutturmaya çalıştığı, ölü ele geçirdiği bedenlerdir. İktidar hayatı değil, sadece natürmortları (ölüdoğa), ölü ele geçirdiği imgeleri seviyor.