28 Ekim 2016 Cuma

İNADINA DEĞİL, GÜLE OYNAYA YAŞAMAK!

Henri Matisse

Henry Rousseau
RAHMİ ÖĞDÜL
28.10.2016

İnatçı çocukları severiz; ne istediklerini bilirler ve istediklerini alabilmek için sonuna kadar direnirler. Ama bir de ne istediklerini bilmeyen, sırf inadına yapanlar vardır. Bunlara da inatçı deniyor. “Yapma!” dersin, inadına yaparlar. Sonra “yap!” dersin, inadına yapmazlar. Söylenenin içeriğine bakmaksızın sadece dışarıdan, merkezden gelen uyarana karşıdırlar, ‘anti-‘ hallerini sürdürebilmek için tüm enerjilerini tepkisel olmaya ayırmışlar. Bunların durup düşünmeleri ve kendilerine sormaları gerekiyor: “Ben ne istiyorum? Ne yapmalıyım?” Ya da “ne yapmamalıyım?” Uyaran-tepki kısır döngüsünden kendilerini kurtaramazlarsa, örümcek ağına yakalanmış sinek gibi çırpınıp duracaklar iktidarın ağında. Ne yapmak istediklerine, neyi arzuladıklarına dair benzer sorular karar vermeyi gerektirir oysa. Karar verme anı, geçmişin ve geleceğin gözden geçirildiği ve tüm gizil kuvvetlerin, şimdi ve burada ele geçirildiği bir andır ve aktiftir. Sırf karar vermekten kaçındıkları için sadece dış uyaranlara olumsuz tepki vererek sürdürürler varoluşlarını.

İktidarla uyuşmadıkları açık; iktidar aktif olarak kararlar alıp uyguladıkça sadece inadına tepki vermelerinden biliyoruz. Kolaydır, inadına karşı olmak; çünkü aktif değil, reaktif, tepkisel bir varolma biçimidir. Karar vermek, kaygı ve endişelere neden olabilir. Karar vermek, şimdi ve burada yaşam çizgisinde bir kırılmaya ve çatallanmaya yol açabilir. Yolları sürekli çatallanan bir bahçede nereye gideceğinize ve hangi yolu seçeceğinize karar vermeniz gerekecektir, zordur. Ne gerek var karar vermeye, sadece inadına yaşa ya da yaşama, artık iktidar neyi emrediyorsa. Çizgiselliği, iktidar dayattığı için sevmezler; “doğru yoldan ayrılma!” denmiş ve inadına ara yollara sapmışlardır. Yaşamlarını çizgiselliğe bir tepki olarak kurdukları için iktidarın çizgiselliğine bağlıdır yine de hayatları. Ve sırf karar veremedikleri, kendi yaşamlarında gerçekten neyi istediklerini bilemedikleri için saptıkları ara yollarda kaybolup gidecekler. Karar vermek, kaygılı bir süreçtir, o hiç bitmeyecek gibi gelen kısacık an. “Kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir”, Kierkegaard haklı.

Bir düşüncenize, karar veren öznelerden oluşan çok merkezli bir dünyayı; anarşist coğrafyacı Élisée Reclus’nun düşündüğü gibi: “Merkezi her yerde, çeperi hiçbir yerde.” Nerede bir özne varsa orası bir karar verme merkezi ve karar verme aşamasındaki özneler arasındaki birlikte düşünmenin dayanılmaz çekiciliği. Müthiş bir müzakare alanı olarak açılan bir yeryüzü. Sadece toplumsal öznelerin değil, tüm yaşam formlarının bu müzakere sürecine katıldıklarını bir düşünsenize, ne müthiş bir bağlantılar ve diyaloglar alanı: Özgürlüğün baş dönmesi.

Yaşamı serüvene dönüştürmek
Birlikte yaşamı örmenin baş dönmesidir bu. Ama iktidar ölümü yüceltirken “madam gibi değil, adam gibi ölmekten” söz ederken, sırf inadımız yüzünden iktidarın tuzağına düşüyor ve ölümü savunurken buluyoruz kendimizi; kadınların da adam gibi öldüklerini kanıtlayan argümanlar sıralanıyor art arda. Tepkiselliği bırakıp karar versek ve yaşam olsak keşke; bize ölüm dayatıldıkça, inadına yapan çocuklar gibi inadına değil, güle oynaya ve ciddiye alarak yaşasak, şairin dediği gibi, “işimiz gücümüz yaşamak olsa” ve özgürleşsek. Özgürlük, açmaz ve çıkmazlarla tıkanmış yaşam yollarını birlikte açmaktır, yaşamı serüvene dönüştürmek. Durmadan yolları çoğalan bahçede özgürlükten başımız dönse.

Yaşam çıkınında, hep yeni yaşam formları ve yolları saklar. Havva ile Adem’in yeryüzü bahçesinde nasıl öldüklerini değil, tüm yaşam formlarıyla birlikte nasıl barışcıl bir şekilde yaşadıklarını anlatan mitlerle büyüdük biz. Şimdi kalkmışlar, Havva gibi yaşamak ve yaşatmaktan değil de Adem gibi ölmek ve öldürmekten söz ediyorlar. Biz kadın gibi yaşatmayı, yeryüzünün doğurganlığını, Toprak Anayı, Gaia’yı seviyoruz en çok. Çıkınından yeni formlar ve yeni yaşam biçimleri çıkaran doğayı. Yaşamı üreteni ve çoğaltanı. Madem ölümü bu kadar çok seviyor, neden iktidarı tek başına bırakıp kendi kaderine terk etmiyoruz ki? Karar anı kaygı doludur, başımızı döndürür. Özgürlüğün baş dönmesi korkutmasın sizi.

21 Ekim 2016 Cuma

DURMADAN YAZMAK: KÂĞITLARA VE MEYDANLARA

Jodi Harvey-Brown

Jodi Harvey-Brown

Jodi Harvey-Brown
RAHMİ ÖĞDÜL
21.10.2016

Düşlerimizi kurutmak istiyorlar ve öfkeyle patlayan duyarlılığımızı. Çorak bir ülkede cılız çocuklar görüyorum; yüzlerinde, kurumuş düşlerden kalma yıldız tozları. Yıldız tozlarını parlatmanın ve çoğaltmanın zamanı şimdi, ümitsizliğin değil; yazarak, boş kâğıtlara ve boşaltılmış meydanlara. Yazmak bir eylem biçimidir, eylem de bir yazma biçimi. Yazmak, kâğıdın boş uzamında kendi yolunu ve oluşunu arayan sözcüklerin, kavramların yaşamla kesişerek, birleşerek yeni anlamlar devşirdikleri ve yaşamı çoğalttıkları bir eylemdir. Eylemse, kamusal mekânlarda, sokaklarda, meydanlarda bedenlerin başka bedenlerle keşişerek, birleşerek kendi mekânlarını yarattıkları ve yine anlamın ve yaşamın çoğaltıldığı bir yazma biçimi. Her ikisinde de yaşam bedenin içinden geçerek, umudu ve neşeyi kılcal damarlarımıza kadar hissettirir bize ve kabuklarımızı kırmak için kışkırtır. Boş bir kâğıda ya da boşaltılmış meydanlara bedenimizle yazı yazmaktan vaz geçmek, yaşamaktan vazgeçmektir. Anlatacak ve yaşanacak o kadar çok öykümüz var ki bizim, hiçbir zaman kurumayacaklar; kurutamayacaklar düşlerimizi! Henüz dillendirilmemiş öykülerimiz olacak hep. Katlanılamaz olan, bunları dile getirememektir. “Anlatılmamış bir öyküyü içinde taşımaktan daha büyük bir ıstırap yoktur” diyor yazar Maya Angelou.
Ama yazmayı sadece yaşanmış olanla sınırlamaktan da daha katlanılamaz bir şey olamaz. Mevcut gerçekliği, olup bitmiş şeyleri yazmak ve olup bitmişin içinde sıkışıp kalmak. Yaşanmışlıklarını süsleyip püsleyip yazanlar, kendi üzerlerine kapanmış ve yaşanabilir olanı dışarıda bırakmışlardır. Öyle bir anlatır ve anlatılarını olup bitmişlikle kapatırlar ki kaçacak delik arar, yaşamın akışına katılmak için fırsatını kollarsınız; bir monoloğun ağırlığıyla sizi kederli duyguların içine çekecekler. Yazının olup bitmişe bir form giydirme meselesi olmadığını, aksine oluşla ilişkili olduğunu Deleuze hatırlatır bize: “Yazmak, yaşanmış bir malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir… Bir süreçtir, diğer bir deyişle yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz.” Yazı ve sanat bu oluş halini, bitmemişliliği duyumsatan yeni bir dil bulur her zaman. Resimde yeni bir dil yaratan J.M.W. Turner’ın, fırtınanın resmini yapabilmek için fırtınaya yakalanmış bir geminin direğine kendisini bağlaması gibi, yaşamın, oluşun tam göbeğine yerleşmeliyiz; zira yaşamın, olup bitmiş şeyleri seyredeceğimiz bir kıyısı yoktur, kandırmayalım kendimizi.

Bize istikrarı ve olup bitmişliği dayatan iktidarın hayali bir kıyısı olabilir ama yaşamın akışını duyumsamış bir yazar yazmanın akış olduğunu bilecektir: “Yazmakta ne var ki? Tüm yapacağınız, bir daktilo başına oturup akmaktır.” Hemingway’in kullandığı ve “akmak” olarak çevirdiğimiz İngilizce “bleed” sözcüğü aynı zamanda “kanamak” anlamına da geliyor. Kabuğunuzu kırdığınızda, içinizde akan sıvılar yaşamın akışına katıldığında yaşam olmuşsunuzdur ve artık damarlarınızda akan yaşamdır. Ve akış, sözcüklerin kabuğunu da çatlatmış ve içlerine yaşam sızmıştır. Yazarken, hep aynının geri döndüğü sabit bir peyzajı bize dayatan iktidarın tuvalini ve çerçevesini parçaladığınızı ve gerçeğin gerçek olmadığını kavrarsınız. Çünkü gerçek, şimdinin içinde yüzeye çıkmış, geçici bir formdur. Ama akışın bu formu alaşağı edeceğini ve yeni bir formu yüzeye çıkaracağını bilmek, umudun ta kendisidir. Boş bir kâğıt ve kamusal mekânlar, yeni formun ortaya çıkacağı dölyataklarıysa, boş kağıtlara, boşaltılmış meydanlara yazmak, bedeni doğuma, yolculuğa hazırlamaktır. Her doğum yeni olana bir yolculuktur çünkü.

Şimdi gemilerimizi donatmanın zamanı. Sözcüklerimizi ve kavramlarımızı çekelim direklere. Ve rüzgârları bekleyelim. Çok geçmeden sözcüklerimizi ve kavramlarımızı şişirmeye başlayacak rüzgârlar ve dalgalı denizde yol alacağız. Bizim umuttan gemilerimiz ve sözcüklerden yelkenlerimiz var. Gemisi olmayanlar düşünsün. “Gemisiz uygarlıklarda düşler kurur, maceranın yerini ispiyonculuk, korsanların yerini polis alır” diyor Foucault. Aman, sakın kurutmayın düşlerinizi! Duyarlılığımız zaten yeni yolculuklara çoktan hazır.

14 Ekim 2016 Cuma

İNSAN: ANAHTAR MI, MAYMUNCUK MU?

Michael Christian

RAHMİ ÖĞDÜL
15.10.2016

Kapılarını kilitleyip anahtarlarını yanlarına aldılar ve yola koyuldular. Zorunlu göç öykülerinde sık sık rastladığımız tema: Anahtar ve kilit. İnsan evinden, yuvasından zorla koparılıp göç etmek zorunda bırakıldığında birkaç özel eşyasını ve geri dönmek umuduyla evinin anahtarını alabilmiştir yanına. Anahtar kilide, yuvasına özeldir; yuvaysa mahrem. Her anahtar her kilidi açmaz. Her beden de her yuvaya uymaz. O yüzden anahtar, kişinin bedenidir. Yuvasız kalmış bedeni kırılgandır, aklı kilidin yuvasında, evinde kalmıştır. Yuva, adı üzerinde; içine yerleşilmek üzere açılmış bir oyuk; insan, yeryüzünün içinde, bir köstebek gibi kendi bedenine uygun bir yuva oymuştur, kaosun içinde bir kozmos. Ve bu yuva tam bedenine göredir. O yüzden coğrafyasıyla birlikte her yuva kişiye özeldir, kişi yuvasına cuk diye oturacak ve kozmosun kapısı açılacaktır.

Kulaklardaki o ilk ezgi
Yuvasını terk etmek zorunda kalmış bir beden ya da kilidini arkasında bırakmış bir anahtar, evine dönme umudunu yitirdiğinde, yeryüzünde kendine yeni bir yuva ya da kilit aramaya koyulacak. Sılaya ya da kilide duyulan özlem, yakasını bırakmaz, aklında hep o ilk yuva vardır. Kendi bedenine uygun bir kilit bulamasa da bulduğu yeri olabildiğince kendi yuvasına dönüştürmeye çabalayacak; durmadan kazacak, bedeniyle ezecek toprağı, kendine uygun bir yuva açabilmek için. Ama boşuna! “Yeni bir ülke bulamazsın/Bu şehir arkandan gelecektir” diye uyarıyor bizi Kavafis, “Şehir” adlı şiirinde. Bugün mülteci konumuna düşürülenlerin yaşadıkları trajedi, yerleştikleri topraklarda kendi bedenlerine uygun bir kilit/yuva kurma ya da kuramama meselesidir. Yıkımlarla durmadan bozulan yeryüzü topografyası artık insanların yerleşmesine, kendi bedenlerine uygun bir yuva açmalarına izin vermez. Eğreti de olsa tam yerleştiklerini, yeryüzünde bir yuva açtıklarını düşündükleri an, başka bir yıkımla karşılaşır ve bedenlerini ya da anahtarlarını yanlarına alıp yeniden yollara düşerler, bir başka yerde yeni bir yuva özlemiyle. Yeryüzüne artık hiçbir zaman o ilk yuvadaki gibi yerleşemeyeceklerini de bilirler; ama düşlerinde anahtar-kilit uyumu; anahtar artık eğreti bir şekilde dönecek yuvasında. Ama aramaktan da asla vaz geçmeyecekler. Kulaklarında hep o ilk yuvanın ezgisi.

Alp Dağları’ndan gelen sesler
Yurtlarından uzak, yabancı topraklardaki İsviçreli paralı askerler yuvanın ezgisini, Alp Dağları’nda çobanların sığırları otlatırken boruyla çaldıkları geleneksel İsviçre ezgisi Kuhreihen’i işittiklerinde, yoğun bir melankoli duygusunun eşlik ettiği ve intihara bile sürükleyebilen sıla özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı. Yitirilen yuvaya yönelik bu özlem duygusunu 1688’de İsviçreli hekim Johannes Hofer bir hastalık olarak tanılamıştı. Yunanca 'nostos' (yuvaya dönüş) ile 'algos' (acı, ıstırap) sözcüklerinden oluşan nostalji adını verdi bu hastalığa. Askerlerin nostaljiye yakalanmalarını önlemek için Kuhreihen dinlemeleri yasaklanmıştı.

Her kilide uyan maymuncuklar
Yeryüzünün ezgisini yasakladılar ve yerin ezgisini hiç işitmemiş olanlar var; her kilide uyanlar, maymuncuklar. Yuvaya dair bir bellekleri olmadığı için her yere kolaylıkla ilişecekler. Bellek denilen yükten kurtulmuşlardır, yere bağlayan yerçekimi kuvvetinden. Göçebeleri belleksiz olarak düşünmeyin, yeryüzüne kazınmış bellekleriyle hareket ederler. Maymuncuk bedenliler göçebe bile değiller. Konaklama yerlerine dair bir bellekleri olmadığı için nerede ve nasıl yerleşeceklerini bilemezler, sadece ilişirler. Yuva, adı üzerinde, kendi bedenine göre bir oyuk açmak. Ama bunlar belleksiz kaygan yüzeylerde, belleksiz ve yerçekimsiz kayıp duracaklar. Bu yeni beden türü ekranların, mönitörlerin, cep telefonlarının kaygan yüzeylerinde yaratılmıştır ve mekânları, Marc Augé’nin tabiriyle “yer-olmayan”, AVM türü mekânlardır. Bunlara beden demek yanlış olur: belleksiz yüzeylerin bedensizleri. Kapitalizm için asıl engel, yere bağımlı yaşayan, yerin kuvvetlerini iliklerine dek hisseden bellekli bedenlilerdir. Yerleri sürekli dönüştürerek ranta çeviren iktidarın önünde dikilir ve direnirler. Direniş, yeryüzünün akışı, kuvvetleri duyumsandığında olabiliyor ancak; yeryüzünün bedeniyle insan bedeni buluştuğunda, anahtar-insan yuvasına kavuştuğunda.

7 Ekim 2016 Cuma

SANATI TARTIŞMAK: 'ART' MI YOKSA 'FART' MI?

Chen Wenling
RAHMİ ÖĞDÜL
07.10.2016

Sözcükler arasındaki ses benzerlikleriyle oynamayı severim, çocukluk alışkanlığı. İngilizce ‘fart’ sözcüğü mesela, gaz çıkarmak anlamına geliyor; bedenin bir atığı olarak çıkarılan ses taklit edilerek oluşturulmuş bir adlandırma; Türkçedeki ‘pırt’ gibi. Yurtdışında fakültenin kapısında yazan ‘Faculty of Art’ isim tamlamasını, ‘Faculty o’Fart’ olarak okumak hoşuma giderdi. Sanatı bedenle ilişkilendirdiği için değil sadece, günümüzde yapılan sanatın yemek içmek gibi sıradan bir eyleme dönüştüğünü, dolayısıyla yemek yediğimizde gaz çıkarmanın kaçınılmaz olması gibi, çıkarılan sanatın da gazı andırdığını vurgulamak için. Hiç risk almadan, tehlikeye atılmadan, yolculuğa çıkmadan ve bir süreç olarak serüvenin rastlantı ve zorunluluklarına maruz kalmadan üretilen sanatın ‘art’ terimini değil de daha çok ‘fart’ terimini hak ettiğini düşünüyorum.

Kuşaktan kuşağa
Almancadaki ‘fahrt’ sözcüğü ise İngilizcedeki ses benzerinden farklı olarak, tam da sanatla ilişkilendirilmesi gereken ve yolculuk anlamına gelen bir kavram. Bir süreç olarak yolculuk önemli. Kişi bulunduğu korunaklı konumunu terk edip bir sınırı aşar ve aşılan sınırın ötesi, terk ettiği aşırı tanımlı, kimlikli yere hiç benzememektedir. Ve önceden kestirilemeyen karşılaşmalarla giderek olduğundan başka bir şeye dönüştüğünü fark eder. Ayrıldığı yerde bir varlık (being) iken, yolculukta başına gelenlerle, yaşayıp deneyimledikleriyle bir oluş (becoming) haline gelmiştir. Ayrıldığı yer, Benjamin’in deyimiyle aktarılan deneyimin, yani ‘Erfahrung’un yeridir; birikmiş deneyim kuşaktan kuşağa aktarılır. Oysa bir oluş hali yaşadığı yolculuk ise artık yaşanmış deneyime, yani ‘Erlebnis’e gönderme yapmaktadır. Daha önce deneyimlemediği karşılaşmalarla tekilleşen, biricikleşen kişi geri döndüğünde artık başka biridir. Sanatı da bir süreç, içsel bir yolculuk olarak düşündüğünüzde, sanatçı yolculuk sırasında tüm klişeleri, basma kalıp düşünceleri terk etmek zorunda kalmış, kendini ve sanatını tehlikeye atmıştır ama sonunda ortaya çıkan yapıt içimize işler. Ve bizler böyle bir yapıtla karşılaştığımızda, olduğumuz yerde dursak bile yapıtla birlikte yolculuğa çıkarız, yolculuktan geri döndüğümüzde kimliğimizden kuşkulanmaya başlarız, değişmişizdir.

Bir estetik/duyumsama biçimi olarak sanatın duyumsatarak dönüştürme gücüne ne yazık ki günümüzde pek rastlanmıyor. Sanatçı deneyimlemiyorsa bize nasıl deneyimletebilir ki? İngilizce deneyim sözcüğü ‘experience’, Latince ‘expereri’den geliyor, ve tehlike de (periculum) aynı kökten geldiği için deneyim ile tehlike arasında bir bağlantı var. ‘Ex’ ön eki dışarı çıkmak anlamına geldiğine göre, dışarı çıkmadan, kabuğunu kırmadan, durmadan bildik kalıpları üreten bir sanat, gündelik ve sıradan, gayri iradi bir eylem olan ‘fart’tan farksızdır.

Sanatın gaz hali ile varlığın gaz hali
Montaigne ‘Denemeler’inde, “Varlığı değil, geçip gidişini resmediyorum” diye yazmıştı. Varlık geçip gidiyor ancak Montaigne’in resmi kalmıştır. O yüzden sanatın gaz hali ile varlığın gaz hali bir ve aynı şey değildir. Sanat, varlığı varlık olmayanla, yani henüz biçimlenmemiş yaşamla ilişkilendirdiğinde ve bir gaz bulutunda bambaşka bir evrenin saklı olduğunu duyumsattığında kalıcı olabiliyor.

İnsanların birbirinin kurduna dönüştürüldüğü, sosyal Darwinci hayatta kalma (‘survivor’) mücadelesinin serüven olarak bize yutturulduğu bir toplumda sanata büyük iş düşüyor. Dayanışmayı, kolektif mücadeleyi, başka bir dünya için birlikte serüvene atılmayı, deneyimi öneren medya kanalları ve yazarlar bir bir kapatılırken, sanat bu gaz ve toz bulutu içinde yolunu yitirmişse ‘fart’tan farkı kalmamıştır. ‘Fart’, ‘onomatopoetik’tir, yani çıkarılan ses taklit edilerek oluşturulmuş bir sözcük. Ama sanat onomatopoetik değildir. Sanat, mevcut gerçekliği, iktidarın sesini taklit etmez, etmemeli; çünkü “Gördüğünüz şey, gerçek olmayabilir” (Çinli sanatçı Chen Wenling’in işinin adı). İşinde bize ne gösteriyor sanatçı? Finans merkezi Wall Street’in gaz çıkaran Boğasını. O halde sanat görüneni, iktidarın gazını taklit etmek yerine, varlığın gaz halinde saklı gizil kuvvetlerini bize duyumsatarak kudretimizi çoğaltmalı. Kudret; bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey.