31 Aralık 2009 Perşembe

KAOSTAN DÜZEN KOTARMAK


RAHMİ ÖĞDÜL

31. Aralık.2009

Evrenin doğumunu anlatan mitolojilere (kozmogoni) göre başlangıçta kaos vardı; Hesiodos, “Kaos’tu hepsinden önce var olan” diye başlıyor kendi anlatısına. Kaos sözcüğüyle kastedilen şey, henüz biçime girmemiş, varlığa kavuşmamış öğelerin ayrışmamış karışımı; Grekçe kaos (khaos) boşluk, dipsiz uçurum anlamına geliyor. Başka bir deyişle, evrenin düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durumudur kaos. Mitolojilerin anlatısına göre daha sonra kaosun içinden varlıklar ortaya çıkmaya başlıyorlar. Bildiğimiz anlamda düzenli bir evren, yani kozmos oluşuyor böylelikle.

Grekler için evren düzenli bir oluşum, kaosun içinden çıkmış bir kozmostu; evrende akla uygun, değişmez kalıcı bir düzen vardı ve bu düzeni akla uygun olduğu için salt rasyonel düşünme yoluyla kavramak mümkündü. Temel nedenlerin, değişmez ve kalıcı düzenin bilgisine ise, rasyonel düşünme etkinliği olan theoria (nazariye/kuram) yoluyla ulaşılıyordu. Dolayısıyla düşünce etkinliği gelip geçici şeylerle, yani oluşla değil kalıcı, değişmez olanla ilgileniyor.

Bu yüzden geleneksel kavram sistemimizde düzen sözcüğü, statik, hareketsiz bir şeye gönderme yapıyor. Zamansal-mekânsal bir düzen söz konusu olduğunda, bu mevcut, verilmiş düzenin içinde her şeyin katılaşıp donduğu nihai bir noktayı düşünüyoruz hemen. Kristalleşmiş görüntülerden oluşan bir hayat tasvirimiz var genelde. Oysa hayat statik bir görüntü, salt bir kristalleşme değil; aksine, dinamik bir süreç; bir yanda yüzeyde zamansal-mekansal bir düzen ortaya çıkarken, öte yandan derinlerde kaos bu düzeni dağıtmaya, ayrıştırmaya ve parçalanmaya zorlayarak yeni fenomenlerin, değişimin ortaya çıkmasına yol açıyor. Dolayısıyla kaos-kozmos kavram çifti, biçime kavuşmamış salt oluş hali ile düzenlenmiş, biçimlenmiş yapılar arasındaki gerginliği, diyalektik ilişkiyi anlatıyor.

Kaos ve düzen, hayatın dinamik bir süreç olarak akışını gösteriyor bize; tıpkı video sanatçısı Ali Kazma’nın 2005 yılından beri üzerinde çalıştığı “Engellemeler” adlı video serisinde kaosla düzen, oluş haliyle olup bitmişlik arasındaki bu dinamik, gerilimli ilişkiyi görüntülerle anlatması gibi. Mekanik hareketlerle, makinelerle, hayatı kaostan arındırılmış tutarlı bir bütünlük olarak korumak için girişilen insani çabayı, gündelik hayattan kurguladığı görüntülerle sergiliyor Kazma. Beyine yapılan cerrahi bir müdahaleden, gündelik nesnelerin üretildiği fabrikalara, bedenin hareketlerine dek her yerde karmaşanın içinden düzenin nasıl kotarıldığına tanıklık ediyoruz. Eski biçimler ortadan kaybolurken yerlerini yenilerine bırakıyorlar; oluş hali ile düzen arasında asılı duran insanın gerilimli macerası sürüp gidiyor.

Witold Gombrowitcz, Kosmos (Can Yayınları) adlı romanının girişinde polisiye romanı, “kaos halinde olanı düzene sokma, düzenli hale getirme denemesi” olarak tanımlıyor. Tek istediğimiz kendimizi kaostan korumak için bir parça düzen. Bir polisiye roman yazarı gibi bizler de gündelik hayatın dağılmaya yatkın görüntüleri arasından anlamlı, tutarlı bütünlükler inşa etmeye çalışıyoruz. Titiz bir ev kadının sisifosvari eylemi gibi durmadan dağılan eşyaları yerli yerine oturmak için bitip tükenmez bir çabaya girişiyoruz.

Mitolojiler düzenli, yasalı evrenin öncesinde kaos olduğunu söylüyorlar; oysa kaos, düzenin içinde, ara konumlarda, geçişlerde mevcudiyetini hep korudu, koruyor. Umulmadık yerlerde çatallanmalar, yol ayrımları yaratarak, kristalleşmiş bir gerçeklik olarak düşündüğümüz düzenin içinde değişimler peydahlıyor kaos; varlığı yeni oluşlar halinde dağıtarak, sonsuzca çeşitlenen bir evreni biçimlendiriyor.

Not: Ali Kazma’nın video yapıtları YK Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde 30 Ocak 2010’a dek izlenebilir.

24 Aralık 2009 Perşembe

OLMADIK ŞEYLERE İNANMAK


RAHMİ ÖĞDÜL

24.ARALIK.2009

Beklenmedik bir karşılaşma, alışılmış yaşam tarzlarımızda kopuş yaratır. Yepyeni bir dünyanın, daha doğrusu bu dünyayı farklı bir şekilde görüp düşünmenin kapısı aralanır

Lewis Carroll’un ‘Aynanın İçinden’ adlı yapıtında, parlak gümüşlü bir sır gibi erimeye başlayan aynanın içinden geçen Alice yeni serüvenlere atılır; olmadık şeyler gelir başına. Nesnelerle, şeylerle farklı türden ilişkiler kurar.

Olmadık şeylerin olabileceğini hatırlatıyor bize kitap; bu tür şeylere inanmak, Kraliçe’nin Alice’e tavsiye ettiği gibi, temrin (alıştırma) yapmayı gerektiriyor. “Ben senin yaşındayken günde yarım saat temrin yapardım aksatmadan” der Kraliçe, “bazen, daha kahvaltıdan önce altı tane olmayacak şeye inandığım olurdu.” Olmadık şeyler, nesnelerle farklı türden bir ilişki kurmamızı talep eder bizden. Olup bitmiş, sınıflandırılıp aklın klasörlerine yerleştirilmiş tanıdık nesnelerle, olgularla dünya hep olduğu haliyle kalıyor; tanıdık nesnelerle ilişkimiz sürdüğü müddetçe, mevcut haliyle bu dünyayı durmadan onaylamaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Etrafımızı saran, aralarında hareket ettiğimiz nesnelerin, olguların, toplumsal ilişkilerin bu olup bitmiş halleriyle ne yazık ki düşünme edimi de gerçekleşmiyor.

TEKRAR ETMEKTEN KAÇININ!
Ne diyordu Deleuze: “dünyada tek bir şey bizi düşünmeye zorlar; bu şey, tanıdık bir nesne değil, bir karşılaşma nesnesidir.” Bir karşılaşma nesnesi, tanıdık, bildik bir nesneden kökten farklıdır. Bildik, tanıdık nesnelerle bilgimiz, inançlarımız ve değerlerimiz hep yeniden onaylanır.

Kimliklerimiz ve yaşadığımız dünya, bildik nesneler üzerinden biteviye teyit edilir. Tanıdık bir nesne, her zaman yerli yerinde olan bir şeyin bir temsilidir, yeniden sunumudur. Tanıdık nesnelerle yüz yüze gelmek hiçbir zaman bir karşılaşma değildir. Zira bu tür nesnelerle alışık olduğumuz varlık ve eylem tarzımızı durmaksızın pekiştiririz; neticede bu tür nesnelerle ilişkimizde hiçbir düşünce edimi de gerçekleşmez; bir şeyleri temsil eden bildik nesnelerin düşünceyi engellediğini bile söyleyebiliriz.

BAŞKA TÜRLÜ DÜŞÜNMEK
Halbuki hakiki bir karşılaşmada bunun aksi gerçekleşiyor. Bir karşılaşma nesnesi sayesinde yeryüzünde var olma ve düşünce tarzlarımız temelden sarsılır; bilgi sistemlerimiz dumura uğrar. Birden kendimizi düşünmek zorunda hissederiz; olmadık şeyler gelir başımıza; sabit anlamlar yüklediğimiz nesneler, olgular, ilişkiler bize farklı bir şekilde gözükmeye başlar. Dolayısıyla hakiki bir karşılaşma, alışıldık yaşam tarzlarımızda, öznelliklerimizde bir kopuş yaratır. Kesintiye uğratıcı bir karşılaşma aynı zamanda bir olumlama anını da beraberinde getirmektedir: Yeni bir dünyanın, daha doğrusu bu dünyayı farklı bir şekilde görüp düşünmenin olumlanmasını. İşte karşılaşmanın bu yaratıcı anı bizi başka türlü düşünmek zorunda bırakır.
Karşılaşma, nesnelerle, olgularla temsil üzerinden kurduğumuz ilişkinin ötesine geçirir bizi; bu anlamıyla hakiki bir karşılaşma bir olay niteliği de taşımaktadır. Olay, gelişiyle bizi şaşırtacak olandır; mutat kavrayış dizgemizi bir anlık bile olsa askıya alıp bizi düşündürtendir. Hakkıyla yaşanmış bir yaşam, temsilin ötesine geçen bu olay-karşılaşmaların tarihidir, diyebiliriz.

Kraliçe’nin Alice’e tavsiyesine kulak verip, olmadık şeylere inanmak, dünyayı mevcut halinden farklı şekilde görüp düşünmek için temrinlere zaman ayırmamız gerekiyor galiba; olay-karşılaşmalara yol açacak karşılaşma nesneleriyle alıştırmalar yapmamız gerekiyor. Doğayı ve toplumu sabitleştirilmiş anlamların, temsillerin ötesinde tahayyül edebilmek ve düşünme ediminin önünü açabilmek için bu tür alıştırmalar çok yararlı.

Sanat nesneleri, bizlere yaşattıkları, karşılaşma anına özgü kopuş ve olumlama deneyimi ile olmadık şeylere inanmamıza pekâlâ yol açabiliyorlar. Toplumsal ilişkilerde de olmadık şeylere inanmak için günde en az yarım saat temrin yapmakta fayda var.

17 Aralık 2009 Perşembe

BİR SANAT OLARAK YÜRÜYÜŞ



RAHMİ ÖĞDÜL

17.ARALIK.2009

Yürüyüş dünyaya açılmadır, yeryüzünün tüm kuvvetlerine açık olmaktır. Oysa bir protez olarak otomobiller hayatımıza girdiği andan itibaren dünyaya kapanmaya başladık. Yürümeyi, dünyaya açılmayı unuttuk adeta. Oluşmamızda çok büyük katkısı olan fiziksel ve doğal ortamımızla, yerlerle ilişkimiz kesildi. Yeryüzü yolcularıydık bir zamanlar; artık bir kapsülün içindeki uzay adamlarına benziyoruz.

Doğal ortamlarından, coğrafi konumundan koparılan yerler soyut mekanlara dönüştükçe, Marc Augé’nin tabiriyle yer-olamayan yerler çoğaldıkça, bizlerde giderek daha çok kapsüllerin içinde yaşayan astronotlara benzemeye başladık. Bedenin en doğal, sıradan eylemi olan açık hava yürüyüşleri, hafta sonları yapılan, özel bir zaman ayarlaması gerektiren bir etkinliğe dönüştü. Açık havada yürümekten kaçınanlar, üşenenler ise evlerinin bir odasına koşu bantları yerleştiriyorlar şimdilerde; yeryüzünün doğal kuvvetlerinden arındırılmış, steril odalarımızda hiçbir yere gitmeyen yürüyüşler yapıyoruz. Fiili bir eylem olarak yürüyüşün yerine bir simulakrum olarak yürüyüş geçiriliyor; yürür gibi yapıyoruz. Oysa yürüyüşü doğayla, fiziksel ortamla kurulacak bir ilişki, bir sanatsal edim olarak da icra edebilirdik.

Yürümeyi bir sanatsal edim olarak gündeme getiren İngiliz sanatçı Richard Long, doğada yaptığı yürüyüşler ve bu yürüyüşler sırasında doğal malzemelerle yaptığı enstalasyonlarla tanınıyor; ekolojik sanat yapan Long, Amerikan kökenli arazi sanatını da kıyasıya eleştiriyordu; Amerikalı arazi sanatçılarının sanatlarını icra etmek üzere arazi satın almalarını, bu araziye sanatsal müdahaleler yapmak için buldozerler kullanmalarını tam bir kapitalist sanat olarak nitelendiriyor. Doğaya yönelik bu maço tavırların aksine Long, doğayla kurulacak çok daha yumuşak bir ilişkin peşinde: “Benim ilgi alanım, sanatı hem görünür hem de görünmez kılarak, fikirleri, yürüyüşü, taşları, suyu ve zamanı esnek bir şekilde kullanarak, sanata ve doğaya dair daha düşünceli bir bakış geliştirmektir” diyor. Araziyi, doğayı sahip olmadan kullanma fikrini seviyor.

Kolonyalist bir geçmişe sahip ülkede yaşayan Richard Long, Michael Heizer gibi Amerikalı arazi sanatçıların doğaya yönelik sert “sanatsal” müdahalelerini, doğanın ve yerli geleneklerinin dışarıdan dayatılan müdahalelerle dönüştürüldüğü sömürgeci uygulamalara benzetiyor. Hâlbuki yürümek doğaya müdahale etmeden yapılan bir sanatsal edimdir Long’a göre. “Yürüyüş, toprağın üzerinde sadece iz bırakır, bir fikrin peşinden gider, gündüzü ve geceyi izler”. Yürüyüş, doğanın ritmini, döngüselliği, süreçselliği hissetmenin yoludur.

“Sanatım bizzat yürüme edimidir” diyen Long yapıtlarında, herkesin paylaştığı söz dağarcığını kullanıma sokuyor; yürüyüş, rüzgar, taşlar, su, yollar, daireler, çizgiler. Bu malzemeleri doğanın bir temsili yaratmak için değil, doğayla yaşadığı deneyimi damıtmak için kullanıyor. Yürüyüşü de tıpkı sanat gibi bir odaklaşma, yoğunlaşma olarak gören Long, sanatında sadeleştirme yolunu tercih ediyor ve bu tavrını yarattığı metinlere de yansıtıyor. “Rüzgâr Hattı” yapıtlarında Long, gerçekleştirdiği yürüyüşler sırasında esen rüzgarların kaydını tutmuş; oklar, rüzgârların yönünü gösteriyor; görünmez kuvvetleri görünür kılıyor.Deleuze’ün belirttiği gibi “sanatta söz konusu olan şey biçimleri yeniden üretmek ya da icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir.” Kuvvetlerin ele geçirilmesi, duyumsamayla, bedenleşmeyle yakından ilişkili; herkesin çelik ve cam dehlizler boyunca koştuğu bir kentte kuvvetleri yeniden duyumsayabilmek, yeniden bedenleşebilmek için açık havada bir sanatsal edim olarak yürümeye çok ihtiyacımız var.

10 Aralık 2009 Perşembe

CAN SIKMAYAN HEYKELLER



RAHMİ ÖĞDÜL

10.Aralık.2009

“Heykel Niye Can Sıkıcıdır?” diye soruyordu Baudelaire ve hemen ardından ekliyordu: “Doğa gibi ham ve dolaysız heykel, aynı zamanda belirsiz ve anlaşılmazdır, çünkü aynı anda çok fazla sayıda cephe sergiler. Heykeltıraş boşu boşuna eserini tek bir görüş açısından yapmaya uğraşır; figürün çevresinde dolaşan izleyici, yüz farklı bakış açısı seçebilir ve kimi zaman beklenmedik bir ışık değişimi, bir lambadan gelen etki sanatçının hiç düşünmediği bir güzelliğin kapısını arayabilir- bu da sanatçı için aşağılayıcı bir durumdur. Bir tablo ise sadece kendi istediği şeydir; ona kendi ışığı dışında bakmanın yolu yoktur. Resmin tek bir görüş açısı vardır; yegâne ve despotik bir açıdır bu: bu nedenle ressamın ifadesi çok daha güçlüdür” (Modern Hayatın Ressamı, İletişim Yayınları, s. 184).

Tek bir bakış açısının yarattığı tutarlılık, çizgisel perspektifin dayattığı “despotik” bakış açısı tuval resmini, heykele nazaran daha anlaşılır kılıyor ve resmin, izlerkitle tarafından çok daha kolay şekilde alımlanmasını sağlıyor. Tek bir noktada kendini sabitlemeyi gerektiren resmin aksine heykel, izleyiciden etrafında hareket etmesini talep ediyor ve her yer değiştirmeyle birlikte sürekli görünüm değiştiriyor. Bu yüzden Baudelaire, heykeli değerlendirecek uzman bir kişiyi bulmanın zorluğundan dem vuruyordu.

19. yüzyıl modern sanatı Baudelaire’in zamanından bu yana köklü değişimler geçirdi. Özelikle 1980’li yıllarda heykel kavramında ciddi dönüşümler yaşandı. Kavramsal sanatın kurucusu sayılan Marcel Duchamp’ın hazır-nesneleriyle birlikte sanatın tüm alanlarındaki yerleşik tanımların sınırları silinmeye başladı. Yere atılmış iplik atıkları, galerilere taşınmış ağaç kütükleri, toprak yığınları heykel sınıflandırılması içine dâhil edildikçe, her türlü üç boyutlu üretim heykel olarak adlandırıldıkça, genel olarak sanata özgü yerleşik tanımlar da giderek geçersiz hale geldi.

Pembe panter ve Michael Jackson gibi popüler imgeleri heykelleştiren Jeff Koons (1954-) izleyiciyle iletişim kurmak adına her türlü yola başvuruyordu mesela. “İzleyicinin ilgisini çekebilmek için her türlü hileye, ne gerekiyorsa, ama ne gerekiyorsa ona başvurmaya hazırım” diyordu Koons (20.yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, s. 293). Artık Baudelaire’i kaygılandıran, heykeli değerlendirecek uzman kişi bulma zorluğu da bir ölçüde ortadan kalkmıştı böylelikle. Ehil olmayan kişiler, artık heykel karşısında kendilerini tehdit edilmiş hissetmeyeceklerdi. Başka bir deyişle artık heykel can sıkmayan, eğlendirici, mizah yüklü bir yerleştirme sanatına dönüşmüştü.

Bu postmodern yönelimi yansıtan Avusturyalı heykel ve fotoğraf sanatçısı Erwin Wurm’un yapıtlarını Akbank Sanat’ta 2 Ocak 2010’a kadar izlemek mümkün. Zamanın ruhundan (zeitgeist) ve ikonlarından çokça yararlanan Wurm, izleyicisinin ilgisini çekebilmek için yapıtlarında mizahı kullanıyor: “Toplum ve insani varoluş hakkındaki doğrulara farklı şekillerde yaklaşmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Her zaman ciddi olmak zorunda değilsiniz. Mizah, şeyleri daha hafif tarzda görmenize yardım edebilir” diyor. Adeta hayatı bir bütün olarak parodileştiren bir tutumu var Wurm’un.

1980lerin sonundan itibaren “bir dakikalık heykeller” başlığını taşıyan bir dizi performans gerçekleştirdi Wurm. Bu performanslarda kendisini ya da modellerini gündelik nesnelerle beklenmedik ilişkilere sokarak, izleyenlerini şaşırtmaya, heykel tanımını sorgulamaya yöneliyor. Wurm’un popüler kültürle ilişkisini, Red Hot Chili Pepper’in ‘Can’t Stop’ videosundan açıkça görmek mümkün. Bu videoda grubun üyeleri, Wurm’un bir dakikalık heykellerine öykünüyorlar.

Baudelaire’in can sıkıcı modern heykelinden, günümüzün popüler, mizah yüklü postmodern heykeline geçerken sanatta çok sayıda kopuşlar, kırılmalar yaşandı. Tanımların, kavramların sınırları sürekli olarak erozyona uğruyor; sanat popülerleştikçe, popüler olan da kaçınılmaz olarak sanatta kendisine yer buluyor. Modern zamanların yüksek ve alt kültür ikiliği ortadan kalkarken, güncel sanat ortamı gündelik olanla popüler olan ilişkisi sayesinde var oluyor.

3 Aralık 2009 Perşembe

YAŞAM: KIYISI OLMAYAN NEHİR



RAHMİ ÖĞDÜL

3.ARALIK.2009

15. yüzyılda İtalya’nın güneyinde dönemin güçlü ailelerinden Medici’ler kentin dışında bir tepeye panoramik kır manzaralı bir villa yaptırdıklarında, toprağın/doğanın ekonomik değerine artık estetik bir değer de katılmış oldu. Kentlerin boğucu havasından kaçmak isteyen soylular ya kent dışında kır manzaralı villalar yaptırıyor ya da kent içindeki evlerine kır manzaralı peyzajlar asıyorlardı. Doğa seyredilecek, estetik hazlar alınacak görsel bir tüketim nesnesine dönüşmüştü. Doğa bir süreç, sürekli değişen, evrilen bir oluş hali olarak değil, bir ölü doğa (natürmort), seyredilecek bitmiş bir resim olarak algılanmaya başlandı. Cézanne’nın 1902’de gözlemlediği gibi, doğaya baktığımızda “artık doğayı göremiyoruz, resimler görüyoruz durmadan.”

Alışılmadık manzara resimleriyle izleyicilerini şaşırtan J. M. W. Turner (1775-1851), 1842’de “Tipi” başlıklı tablosunu sergilediğinde, katı kuralcı akademik resme sıkı sıkıya bağlı eleştirmenler tarafından yerildi, “sabun köpüğü ve badana” olarak aşağıladılar resmi. Oysa Turner, bu resmi yapabilmek için, doğanın dinamik güçlerini dışarıdan değil de bizzat içerden gözlemek için, fırtınanın ortasındaki yandan çarklı bir vapurun direğine palamarla bağlatmıştı kendisini. Ve bu direkte iki saat boyunca bağlı kalmıştı.

Ellili yaşlarında olmasına rağmen kasırganın gözünü kendisine mesken olarak seçen Turner, resmi eleştirenlerin doğaya dair en küçük bir fikirlerinin olmadığını söylüyordu. Haklıydı da. Akademinin kupkuru kuralcı diliyle resmedilen doğa, aslında doğayı temsil etmekten çok uzaktı. Ressam, doğayı olabildiğince gerçeğe yakın temsil edebilmek için kendisini doğanın içine yerleştirmek zorundaydı. Fırtınalı bir denizi, doğanın azgın kuvvetlerini deneyimlemek ve bu deneyimi tabloya aktarmak, akademinin kuru dilinden çok farklı, yeni ve yabancı bir dili gerektiriyordu. Doğa, akademinin kupkuru kuralcı grameriyle ifade edilemeyecek denli dinamikti. Dönemin peyzaj resmine özgü tüm uzlaşımlar ve tanıdık kelime dağarcığı terk edilerek doğanın kuvvetlerini ifade edecek yeni, yabancı bir dil yaratıldı.

19. yüzyılda Akademik resmin katı kuralcı anlayışından vazgeçip, karanlık atölyelerin dışına çıkan ressamlar da doğanın içinde doğrudan edindikleri izlenimlerini tuvale aktarmaya başladılar. Akademik resmin doğrusal perspektife dayalı, doğayı ölü doğa olarak gören bakışı terk edildi. Gün içinde durmadan değişen ışığı ve doğanın renklerini olabildiğince el çabukluğuyla tablolarına aktardılar. Anlık doğal izlenimi tabloya aktaran bu ressamların yapıtları, bir bitmemişlik duygusu uyandırıyordu. Bu yüzden bir eleştirmen Claude Monet’nin “Gündoğumu” (1872) resmini izledikten sonra gazetedeki köşesinde şöyle yazıyordu: bitmemişlik duygusu uyandırıyor; düpedüz izlenimden ibaret.” Bir eleştirel yargı, daha sonra bu akımın, yani “izlenimcilik”in adı haline gelecekti.

Evet, doğa bitmemişlik duygusu uyandırıyor; doğa ve doğanın içinde beliren toplum bitmiş tükenmiş, kemale ermiş bir şey değil; bir süreç olarak doğa ve toplum durmadan yeni fenomenlerle, yeni oluşlarla bizleri şaşırtmaya devam ediyor. Yaşama kalıplaşmış söz dağarcığımızdan hazır giysiler giydirmek yerine yaşamın oluş halini yansıtacak yeni kavramlar icat etmeliyiz.

Deleuze’ün dediği gibi: “Yazmak, yaşanmış bir malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir…Bir süreçtir, diğer bir deyişle yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz.” Yazı ve sanat, bu oluş halini, bitmemişliliği yansıtacak yeni, yabancı bir dil yaratmayı gerektiriyor. Turner’ın kendisini, fırtınanın ortasındaki bir geminin direğine bağlaması gibi, yeni bir dil yaratmak için bir oluş olarak yaşamın tam göbeğine yerleştirmeliyiz kendimizi; zira yaşam, olup bitmiş şeylerin seyredilebileceği kıyısı olmayan bir nehirdir.