25 Mart 2017 Cumartesi

RÜZGÂR, ÇALI VE ÇOCUK: HAYIR VE EVET

Antony Gormley

Annie Fourguette
RAHMİ ÖĞDÜL
24.03.2017

“Yalvarırım size kardeşlerim, bağlı kalın yeryüzüne ve inanmayın öte dünya umutlarından bahsedenlere!” Yeryüzünün kuvvetlerine, rüzgâra, suya, toprağa, ateşe, bedenlere inanmamız için yalvarıyor Nietzsche (Böyle Buyurdu Zerdüşt). Umut, bu dünyadadır; suda, ateşte, toprakta ve rüzgârda. Bir rüzgâr çıksa diye az umutlanmıyoruz; mevcut şeyler düzenini dağıtsa, sırtımızdaki yükleri boşaltsa, yuvarlasa bizi diye. Rüzgârda yuvarlanan çalı umuttur. Ama kentin içinde, rüzgârın işe yaramaz bir çocuk, ucube muamelesi gördüğü ve evcilleştirildiği bir ortamda, ne bizi yuvarlayacak bir rüzgâra ve ne de rüzgârda yuvarlanmaya teşne bir çalıya rastlamak mümkün. Sosyal medyada dolaşan bir rüzgâr enerjisi şirketinin reklamındaki gibi rüzgâr, insanların başına saksı düşüren, eteklerini kaldıran, saçlarını bozan, çöpleri dağıtan, şapkaları uçuran, çocukların gözüne kum atan baş belası bir ucube olarak tanımlanmıştır ve ancak şirketin CEO’su ile sözleşme imzalayıp evcilleştirildiğinde içeriye alınır ve kabul görür (bkz The Wind Man). Evcilleştirilen rüzgâr değil, biziz aslında. Kentte delice esmemizden korkuyorlar. Kentin yolları asfaltlanmıştır. Van Gogh demişti, “normallik asfaltlanmış bir yoldur”, bırakın çiçeklerin büyümesini, rüzgârın delice esmesine bile tahammülleri yok. Oysa göçebe, yani rüzgâr norm dışıdır ve estiğinde normları ve formları dağıtıyor. İktidarın formlarını yerleştirdiği asfaltı çatlatacak göçebe rüzgârları, umudu bekliyoruz dört gözle.

İçimizde deli gibi esen bir rüzgâr var
“‘Hayır,’ demişti. ‘seni sevemeyecek kadar güçsüzüm artık, yalnız yaşayacaksın bundan böyle. Unutacağım seni.’” Andrey Platonov’un ‘Can’ adlı romanında annesi tarafından terk edilen küçük Nazar çölde tek başınadır (Metis). Ve yeni yaşamına yersiz yurtsuz, rüzgârda yuvarlanan kuru bir çalıyla başlar, Rusça “perekati-pole” (tarlada sürüklenen) diye bilinen dikenli bir çalıyla. Çölde karşısına çıkan çalıya dokunur ve şöyle der: “Seninle geleceğim ben de, yalnızken canım sıkılıyor, benimle ilgili bir şeyler düşün, ben de seni düşünürüm.” Ve yürüyüp giderken çalının peşi sıra, birlikte düşünürler. Çalı, rüzgârın yardımına gerek duymadan, tozlara bulana bulana önünde yuvarlanıyordu.

Çocuk mu yuvarlanıyordu yoksa çalı mı? Çalı mı rüzgâr olmuştu yoksa çocuk mu? Rüzgârın, çalının ve çocuğun ayrımsızlaştığı bir düzlemdeyiz, çölde. Çöl oluşların yaşandığı göçebelerin uzamıdır, yerleşik alışkanlıkların, sağduyunun terk edildiği, yeni oluşların zuhur edeceği kaygan bir zemin. “Çocuk… kendiliğinden dönen bir tekerlektir” demişti Nietzsche, Zerdüşt’ün önsözünde üç dönüşümden bahsederken: “Ruhun üç dönüşümünden söz edeceğim size: Ruhun nasıl bir deve, devenin nasıl bir aslan ve aslanın nasıl bir çocuk olduğundan.” Deve, yaşamı değersiz kılan yüklerin altında ezilen bir ruhu temsil ederken, aslan bu yüklere “hayır” diyebilen bir ruhtur. Ancak yeni değerler yaratmak aslanın bile elinden gelmez. Yeni başlangıçlar ve değerleri yaratacak olan, masumiyeti ve unutuşu temsil eden çocuktur. “Hayır” diyerek, iktidarın sırtımıza yüklediği yaşamı değersizleştiren yüklerden kurtulmak, hafiflemek yetmiyor; bir çocuk gibi, kocaman bir “evet” diyerek yaşamı kucaklamak da gerekli. Ancak o zaman yaratabiliriz. “Yaratmak hafifletmek, yaşamın yükünü boşaltmak, yeni yaşam olanakları icat etmektir” (Deleuze, ‘Nietzsche’, Otonom). Rüzgâra, rüzgârda yuvarlanan çalıya, “kendi kendine dönen tekerleğe”, bir çocuğa dönüştüğümüzde sakın şaşırmayın: İçimizde deli gibi esen bir rüzgâr ve önümüzde icat edilecek yeni bir yaşam var.

Yeryüzü olun kardeşlerim!
Bernard Malamud’un Türkçeye ‘Kiev’deki Adam’ olarak çevrilen ‘The Fixer’ (Tamirci) romanındaki, Spinoza’nın ‘Etika’sını bir kopek karşılığında bir eskiciden satın almış roman kahramanı kitabı okurken sırtında delice esen rüzgârı, kasırgayı hissetmiştir. Ya siz? Deneyin: “Birkaç sayfa okudum ve sırtımda bir kasırga varmışçasına okumaya devam ettim”. Sırtında kasırga hisseden, kasırga olmuştur zaten. Rüzgâra sadık kalın! Yaşamı aşağılayanlara “hayır” deyin kardeşlerim; yeryüzünün kuvvetlerine ise “evet!” Ateş, su, toprak, hava olun, kudretli olun! Bırakın su yürüsün bedenlerinize, cemreler düşsün içinize. Yeryüzüne bağlı kalın, yeryüzü olun kardeşlerim!

17 Mart 2017 Cuma

DÜNYAYI SATİRLER KURTARACAK


Maurice Guiraud Rivière, "Dans eden çıplak ve satir", 1930

Henri Matisse, "İkarus", 1947
RAHMİ ÖĞDÜL
17.03.2017

En çok tanrı Apollon’un sesini işitiyoruz; ölçüden, akıldan, itidalden söz ediyor ve formlarla dolduruyor yeryüzünü. Dionysos ise şimdilik suskun; bazen, derinlerde yankılanan neşeli, coşkulu haykırışları çınlıyor içimizde. Sonra iktidarın buyurgan sesi: Düzen mi, düzensizlik mi? İstikrar mı istikrarsızlık mı? Dionysos için ne saçma bir soru, aralıklarda, çatlaklarda dans eden biri için? Bu tuzağa asla düşmez. Apolloncu mekânların içinde yaşasak da içimizden Dionysosçu bir çılgınlık yapmak da geçmiyor değil hani; yaşamı tüm çokluğuyla kucaklamak ve oluşu olumlamak. ‘Tragedyanın Doğuşu’nda Nietzsche, Sokrates felsefesinde vücut bulmuş ve buradan da Batı kültürüne taşınmış aklı temsil eden Apollon ile karnaval, dans ve esrimede açığa çıkan bedenselliği, yaşam enerjisini yücelten Dionysos arasında ayrım yapmıştı. Nietzsche yaşamı tüm hâlleriyle olumlarken Dionysos’tan yanadır elbette: “Ben Dionysos’un müridiyim. Aziz olacağıma bir satir olmayı tercih ederim.” Dionysos, Yunan kültüründe yarı tanrı yarı keçi olan satir olarak tasvir edilmiştir.

Büyük prodüksiyon
Azizler düalizmin tuzağına düşenlerdir, yaşamı olumsuzlayanlar: Bir tarafta aklı, ölçüyü, uyumu, düzeni, kontrolü, kendini tutmayı temsil eden Apollon; diğer tarafta, taşkınlığı, çoşkuyu, duyguları, tutkuları, dansı, kendinden geçmeyi temsil eden Dionysos. Tüm despotlar gibi 14. Louis Apollon’dan yanadır. Kendini güneş-kral olarak ilan ettiğinde güneş-tanrı Apollon’a özenmiş ve Versailles Sarayı’nın bahçesini Apollon’un yaşamından kesitler içeren heykel kümeleriyle donatmıştı. Bu heykel kümeleri kralın yaşamından alegorik kesitlerdir; tanrı-kralı oynamak için tasarladığı sahnenin dekorları. Ve tanrı-kralı oynayanlar, yeryüzünü kendi bahçelerine dönüştürürlerken, yaşamı, Dionysos’u çitlerin dışına sürecek ve sonra da soracaklar: Düzen mi düzensizlik mi? Aslında ölüm ile yaşam arasında ayrım yapmaya zorluyorlar bizi. Ölü dekorların arasında, ölü bir metne göre davranan, yerleri ve işlevleri belirlenmiş ölümsever aktörlerin düzenidir önerdikleri. Ve bu aktörler güneşin etrafında dönen uydular gibi tanrı-kralın etrafında dönecekler. Büyük prodüksiyon. Akışkan yaşam dekorların, kalıpların, metinlerin, haritaların, yolların ve yörüngelerin içine kapatılmıştır.

Tanrı-kral yeryüzünü ve bedenleri haritalandırırken, izlenecek yolları, aşılmaması gereken sınırları belirler. Ama yaşam haritalara boyun eğer mi hiç? Dionysos’u kalıpların içine kapatamazsınız; mutlaka taşacak ve taştığında sınırlar silinecektir. Delice akar, olmadık yerlere sıçrar, şaşırırsınız. Deleuze’ün tanrılar ile iblisler arasında yaptığı ayrım, Nietzsche’nin Apollon ile Dionysos arasındaki ayrımını yansıtır; satirlerle iblisler akrabadır çünkü: “İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilenirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır.” En ince ayrıntısına dek haritalandırılmış tekçi bir düzlemde bile yaşama açılan kapı aralıklarını, çatlakları buluverirler hemen; bir aralıktan diğerine sıçrayan yaşamın direngen kuvvetleri.

Satirleri tuzağa düşüremezsiniz. Harita nedir bilmezler çünkü. Ama (b)alıklar. Balıkların sürüler halinde geçtikleri yolların haritasını çıkarmak tuzaktır zaten. Boğaz, balıkların yoludur; Karadeniz ile Akdeniz arasında yaptıkları mevsimsel göçler sırasında balık tuzakları, dalyanlar kurulurdu Boğaz’da. Dalyanlar ortadan kalkarken otoyollarda AVM’lerin çoğalması manidardır. İnsanların sürüler halinde hareket ettikleri yollara tuzaklar kuruluyor şimdi. Dalyanlara girmesi kolaydır, ama çıkamazsınız. Sağduyunun sesini dinliyoruz çünkü; sağduyunun oku, farklı olanı değil, vasat olanı gösterir. Tanrı-kral sağduyunun formlarından vasat tuzaklar kuruyor: Milliyetçi, dinci, cinsiyetçi, ırkçı tuzaklar. Vasatın semirtildiği besi çiftlikleri. Vasati kırk çöp barındıran kibrit kutuları. Oysa Dionysos taşkındır, sağduyuya sığdıramazsınız; taştığında yaşamın hesaplanamaz çokluğunu, tekilliklerini bir hamlede kucaklayıp yaşamı olumlayacak. Dünyayı azizler değil, satirler kurtaracak.

11 Mart 2017 Cumartesi

TEKNO RİTİM, ANAMORFOZ VE EMMA'NIN DANSI

Man Ray, "Metroda Dans", 1948

Yaşlı Pieter Bruegel, "Düğün Dansı", 1566
RAHMİ ÖĞDÜL
10.03.2017

Güm! Güm! Güm!... Keşke yüreklerimiz de bu kadar güçlü atsa! Kadıköy Çarşı’da içkili yemekli bir mekân; içerideki müziğin basları o kadar yüksek ki içim titreşiyor, arada belli belirsiz melodiler. Resmen ritim pompalıyorlar içimize. Hayatın çok farklı ritimleri vardır ve bu ritimlerin üzerinde melodiler dolaşır, birbirlerine dolanır ve bağlanırlar. Doğanın ritim sazcıları, ağustos böcekleri ve çekirgeler; doğanın diğer çalgıcıları kendi melodilerini, doğaçlamalarını icra etsinler diye tempo tutuyorlar sanki. Ve herkes kendi müzikal cümlesini kurduğunda ve bu cümleler kontrpuanlarla birbirine bağlandıklarında doğanın çok sesliliğini işitiyoruz, tabi işitebilirsek. Doğanın işaretlerini okuyamıyoruz artık, seslerini de. Doğa bir kakofoni olarak duruyor.

Yüreğinin ritmi
Kentin de farklı ritimleri var. İçinde bulunduğum mekândaki tekno vuruşların şiddetinden insanların birbirlerini işiteceklerini ve dolayısıyla cümle kurabileceklerini hiç sanmıyorum. Kurulamayan cümlelerin birbirlerine kontrpuanlarla bağlanmasından da söz edemeyiz tabii. Bir kakofoni. Bu ritim sadece bedenin sindirim sistemini hızlandırıyor, daha fazla içmeyi ve yemeyi. Susuyoruz. İçime pompalanan ritmin hızıyla mekânı terk ediyorum. Dışarıda kaldırımdaki bir sokak müzisyeninin kurduğu melodik cümleler, otomobillerden yükselen motor ve korna seslerine, “dum dum tıs”lara karışıyor. Modernitenin giderek hızlanan ritmine tapan fütüristler bu ortamı çok yaratıcı bulabilirlerdi ama bu karmaşada cehennem azabı çekenler de var. İnsanın kendi özünden yabancılaşmasının semptomlarını görenler. İnsanın gerçekten bir özü var mı? Varsa, bu öz hiç değişmeden kalabilir mi? İnsanın bir özü varsa bir de bu öze uygun bir ritmi olmalı; yüreğinin ritmi. “Yüreğinin götürdüğü yere git”, diyorlar. Yüreğin ritmi, nabız. Nabzın atışı bireyden bireye değiştiği gibi, farklı duygu durumlarında da değişebiliyor. Ne tümel bir insan var ne de tümel bir insan ritmi. Herkes kendi yüreğinin ritmini izleseydi nereye giderdik acaba? Gideceğimiz ortak bir yer var mı?

Şimdi bir yer inşa edebilir miyiz?
İnsanın özünü ve ritmini sabitleyenler, gideceği yolu ve varacağı yeri de sabitliyorlar: Ütopya, yani “yok-yer”. Farklılıkların yadsınmasıyla varabileceğimiz olmayan bir yer yerine, tüm farklılıklarımıza rağmen birbirimize dokunarak, yeni bağlantılarla şimdi ve burada bir yer inşa edebilir miyiz? Sanattan yardım alırsak işimiz kolaylaşacak: Anamorfoz, bir perspektif tekniği. Aynı düzlemde farklı perspektiflerle farklı olanı, görünmeyeni gösterme yöntemi. O kadar dik durmaya alıştırdılar ki bizi, belkemiğimiz kireçlendi, esnekliğimizi yitirdik. Oysa esnediğimizde yeryüzü farklı bir açıdan, bambaşka ilişkiler düzeni olarak görülecek. Anamorfoz tekniğiyle yapılmış Holbein’ın “Büyükelçiler” (1533) tablosuna dik durup baktığınızda gördükleriniz ile eğildiğinizde gördüğünüz arasındaki fark. Büyükelçiler şatafatlı giysileri ve sahip oldukları nesneleriyle kendi kimliklerinden ne kadar da eminler; ama aynı düzleme yöneltilen anamorfik, eğik bir bakış kibirlerinin aslında boş olduğunu açığa çıkarıyor. İktidar havada duruyor, dokunsak düşecek.

Tekno ritimlerin üzerimize boca edildiği mekâna geri dönüyorum. Konuşamıyoruz, konuşsak da birbirimizi duyamıyoruz. Dans mı etsek acaba, bedenin evrensel diliyle mi anlaşsak? Bedenler bir kez devinmeye başlayınca durduramazsınız. Ve birbirine bağlanan ve birlikte devinen bedenlerden yayılan kudreti bir düşünün! Madem artık yüreklerimiz tekno ritimle çarpıyor, o halde vakit yitirmeden birbirimize bağlanmalı. İnsanı tanımlayan özü değil, kurduğu bağlantılar ve ilişkilerdir. Ve ne çıkarsa bu ilişkilerden çıkıyor; devlet bile. Anarşist Gustav Landauer, devletin insanlar arasında bir ilişki biçimi olduğunu, farklı bağlanma biçimleriyle ondan kurtulabileceğimizi ve gerçek bir topluluğa dönüşebileceğimizi vurguluyor. Anamorfik bir bakış gerekli, aramızdaki doğrudan bağlantıları görünür kılmak için. İşte o zaman iktidarın tüm numaraları boşa çıkacak. Bedenlerin doğrudan birbirine bağlandığı ve herkesin kendi nabzına göre eğilip büküldüğü, anamorfik, doğaçlama bir dans hayal ediyorum, Emma Goldman’ın dansını: “Devrimde dans olmayacaksa ben gelmiyorum.”

3 Mart 2017 Cuma

POPÇULAR, ROCKÇILAR, CAZCILAR VE ZIMPARA KÂĞIDI


RAHMİ ÖĞDÜL
03.03.2017

Şefin elindeki sopasıyla herkesi sustalı maymuna çevirdiği ve benzer sesler çıkarmaya zorladığı uyumlu, armonik bir ortam. Orkestradan farklı sesler çıkması, şefi haliyle çok kızdıracak. Tartışma mecburen popçular, rockçılar, daha doğrusu müzisyenler arasında geçiyor, şaşırmamalı. Toplumsal olan, aynı zamanda müzikaldir, sahnelenen müzikal de toplumsal. Ve elbette tartışma müziğin içinde geçecek: Tek tonun dayatıldığı, baskıcı, tek sesli bir ortamında mı yaşayacağız, yoksa tek tonun tahakkümünden kurtulup yeryüzünün tüm seslerini kucaklayan ve bu seslerin yan yana durabildiği çoklu bir ortam mı yaratacağız?

Tek tondan yükselen sesler
Diyelim ki popçular despotik bir şefin dayattığı tek tonlu bir müzikal ortama itiraz etmiyor ya da destekliyor; bu anlaşılır bir şeydir. Çünkü yaptıkları müzik, tek tonun hâkim olduğu ve farklı seslerin kakofoni ya da detone diye dışlandığı bir müziktir. Pop düşünce, farklı olanın kendi başına durmasına tahammül edemez; farklı olan ancak “sample” olarak içeri alınır ve kapitalizmin süpermarket mantığının kültürel dışavurumu olan “çokkültürcü” bir anlayışla tek tonun ve pop kalıplarının içinde sindirilir; ortaya yavan bir tüketim nesnesi çıkmıştır. Melodilerin tek ton etrafında dönüp durduğu bir kısırdöngü yaratılmış ve müzisyen de bu armonik kısır döngünün içine kapatılmıştır. Rockçı ise müziğin asi çocuğudur, tüm kalıplara isyan eder ama yine de müziğini rock kalıplarıyla üretecektir; şarkı sözleri ne denli yıkıcı olursa olsun, müziği piyasanın kabul ettiği kalıpların içine kapatılmıştır.

Notaları kanatlandıranlar
Cazda olduğu gibi, müzikal kısırdöngüyü, kalıpları kırıp, alıp başlarını uzaklara gidemezler. Taşranın çemberinden kurtulmak zordur. Alman filozof Herder 1769’da denize açıldığında bunu başarmıştı: “Burada her şey düşüncelere kanat takıyor, hareket veriyor ve hava sahasını genişletiyor… Kıyıdayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı” (R. Safranski, Romantik, çev. Ali Nalbant, Kabalcı). Bedenin kıstırıldığı çemberden çıkıp dışarı açılması, düşüncesine geniş alanlar açması, doğaçlamadır. Doğaçlamada düşünceler ve notalar engin hava sahasında kanatlandığında hiç de tanıdık olmayan farklı seslerle karşılaşılır. Çok önemli, çünkü müzikte farklı olan, kakofonik ya da detone diye bastırılmıştır. Cazcı, notaları kanatlandırandır, John Coltrane mesela. Birlikte çaldıkları Miles Davis, sololarının çok uzun olduğunu belirtince, Coltrane nasıl duracağını bilemediğini söylemiş. Kanatlanan düşünceleri durduramazsınız. 1960’ların ortalarında “serbest caz” stilinde deneyler yapmaya başladığında tonun egemenliğinden sıyrılmış ve atonal müziğe ulaşmıştır.

Sıyrılmak kolay değil
Atonal müziğin tarihi, evin boğucu, despotik, tek tonlu havasına rağmen, tüm tonlara ulaşmaya çabalayanların tarihidir. Anton von Webern, “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” diye yazıyordu (Yeni Müziğe Doğru, çev. Ali Bucak, Pan). Tek tonun despotluğundan kurtulduklarında tüm seslerin eşit haklara sahip olduğu bir ortama ulaşmışlardı. Arnold Schönberg’in ilk atonal kompozisyonu olan 1908 tarihli “2. Yaylı Çalgılar Kuarteti”nde soprano, Alman şair Stefan George’un dizeleriyle başlar yolculuğuna: “Başka gezegenlerin esintilerini işitiyorum… notaların içinde dolaşıyorum, dokunuyorum.” Sağduyunun dar çemberinden açık sulara açıldığımızda, başka dünyaların esintileriyle özgürlüğe kanat çırpıyoruz.

Tek tondan sıyrılıp engin hava sahasına ulaşmak kolay olmuyor: “Doğal olarak zorlu bir savaş oldu; en korkunç yasakların, en büyük korkuların yenilmesi gerekti. Böylelikle belli bir tona bağlı olmayan parçalar yazılmaya başlandı” (Webern). O yüzden, deriniz zımpara kâğıdı gibi olmalı. Mücadele, tek tonun aşındırıcı etkisine direnebilme ve sürte sürte özgürlük alanları açabilme meselesidir. Sitüasyonist Guy Depord da çokluğu kucaklayan, kitaplardan, dergilerden, gazetelerden alıntıları, fotoğrafları, bina ve şehir planlarını, çizimleri içeren ‘Mémoires’ adlı bir kitap hazırladığında kapağını zımpara kâğıdından yapmıştı.