31 Temmuz 2015 Cuma

TABLOYU KİM TERSİNE ÇEVİRİYOR?



RAHMİ ÖĞDÜL
21.07.2015
Karşımızda durmadan hile yapan bir oyuncu var: Zar tutuyor; okeyde taş çalıyor; pokerde kâğıtlara tırnak atıyor. Tüm hilelerine rağmen yere düşen zarlar istediği kombinasyonda gelmeyince şimdi de oyunbozanlık yapıyor; “zarları bir daha atalım” diye tutturmuş ve gözü kara; el çabukluğu ile yere düşen zarları bozup “olmadı, yeni baştan” diye mızıklanıyor. Halbuki, “oyunun, zar atımında olduğu gibi iki anı vardır: zarların atıldığı an ve zarların düştüğü an” ve “atılan zarlar rastlantının olumlanmasıdır, düşerken oluşturdukları kombinasyon ise zorunluluğun olumlanması” (Deleuze, ‘Nietzsche ve Felsefe’, Norgunk). Hile yapan oyuncu, kötü bir oyuncu olduğu için gelen kombinasyonu, zorunluluğu olumlamak bir yana, istediği sayıyı elde edene kadar zarları yeniden ve yeniden atma taraflısı. Kafasında sadece hep yek var; hep yek atarak topyekûn yıkımı gerçekleştirmek ve kendi imgesinde yekvücut olmuş yeknesak bir toplum kurmayı tasarlıyor. Ama olmadı, yere düşen zarlar hep yeki değil de hep çoğu gösterince, mecliste etnik, cinsel, dinsel çeşitlilikler tezahür edince paçaları tutuştu. “Gelen sayıyı, çokluğu yok sayalım, hatta kapatalım, bu çokluğu tüm matematik, istatistik kitaplarından silelim” diye çabalıyor. Zarları, yüzeylerinde sadece bir sayısı olacak şekilde düzenlemeleri için mahkemelere çağrı yapıyor.
Zarlar atılmış ve kötü oyuncunun tüm hilelerine rağmen zarlar yere düşmüş ve düşen zarların kombinasyonu çokluğu göstermiştir; tablo ortada. Bu, zorunluluğun tablosudur, oynamak zorunda olduğumuz, oldukları bir tablo. Peki, kaybedeceğini anlayan kötü oyuncu ne yapacak? Yapabileceği son bir hamle kalmıştır geriye; o da tabloyu ters çevirip baş aşağı asmak. Düzgün asıldığında barışın, çokluğun yüzeye çıktığını gösterebilecek bir tablo, baş aşağı asıldığında aniden çokluğu bastıran “bir”in savaş sahnesine dönüşüyor. Ve kötü oyuncunun yancıları hep bir ağızdan bu ters asılmış tabloyu, savaşı övmeye başlıyorlar; bunlara yandaş medya deniliyor.
Tablonun ters çevrildiğini fark etmeyenler, araya giren yancıların seslerine aldananlar, algı operasyonuna maruz kalanlar birden kötü oyuncunun tablosunu desteklemeye başlıyorlar ve bunlara da milliyetçi deniliyor. Bu yeni bir şey değil, sanat dünyasında da buna benzer şeyler olmuştur. 16.yy’da Arcimboldo bilerek, düzgün asıldığında başka, ters asıldığında başka şekilde görülebilecek tablolar yapmıştır mesela. Bir tas içindeki sebzelerin çokluğunu gösteren tablosunu baş aşağı çevirdiğinizde çirkin bir tek adam portresine dönüşür ya da çokluğun yerini “bir” almıştır. Henry Matisse örneğiyse daha da manidardır. Düzgün asılmak üzere yaptığı “Le Bateau” adlı resmi, 1961’de New York Modern Sanat Müzesi’nde (MoMA) baş aşağı sergilenmiş ve tam 47 gün boyunca kimse fark etmemiştir; ta ki biri çıkana ve resmin ters asıldığını söyleyene kadar. Toplumsal tablonun ters asıldığını fark edenlere sosyalist, komünist ya da anarşist deniliyor.
Kötü oyuncu, tablonun ters asıldığını söyleyenleri sindirmeye, susturmaya çalışıyor şimdi. Barış tablosunu desteklemek için yollara düşen ve ne yazık ki kötü oyuncunun baş aşağı astığı tabloya Suruç’ta yenik düşen gençlerden Alper Sapan’ın anarşist bakışı tabloyu düzeltmek için çok geç olmadığını hatırlatıyor bize: “19 yaşında bir anarşistim. Devletin adaletsizliğine, sömürüye ve zulme karşıyım. İnsanın insan öldürmesini, şiddeti ve devleti reddediyorum” diye yazmıştı vicdani reddinde. Kimse için ölmeyeceği, öldürmeyeceği, savaşsız bir dünya istiyordu sadece. Yüzeye çıkan barışın, çokluğun görüntüsü tersine çevrilince çirkin bir yüzle karşılaştık.
“Devlet yine ‘fa’ sesi veriyor, duymuyor musunuz?” diye sormuştum bir yazımda, faşizmin “fa”sı. Ve tablo tersine çevrilince faşizmin, “bir”in kulakları tırmalayan, bedenleri parçalayan sesi, tüm sesleri bastırıyor artık. Oysa zarlar atılmış ve çokluk gelmişti. Bir kez daha sormak gerekiyor: Tabloyu kim ters çeviriyor?

23 Temmuz 2015 Perşembe

ÖZGÜRLÜK BULAŞICIDIR, HAVADAN BULAŞIR


RAHMİ ÖĞDÜL
24.07.2015
Ortaçağlardan kalma bir Alman sözü, şehrin havasından ve özgürlükten söz ediyor: “Şehrin havası özgürleştirir.” Feodal beyliklerden kaçarak özgürlüğün havasını soluyanların, bağlarından kurtulup kendilerini gerçekleştirme fırsatı yakalayanların şehri. Şehirler özgürleştirir; şehrin havası, feodal ilişkileri çözer, ayaklarınızı yerden keserek havalandırır; ciğerleriniz şehrin havasıyla doldukça uçan balonlar gibi neşelenirsiniz. Ama şehrin havasını da merkezi iktidarlar kirletmişlerdir artık; boğulur gibi olursunuz. Hayatta kalabilmek için şehrin havasını soluyabilmemiz gerekiyor; devrimler kaçınılmazdır bu yüzden. Özgürleştiren bir şehri birlikte inşa etmek üzere Kobane’ye gidecek gençlerden Hatice Ezgi Sadet, “Bu devrim bütün cinsiyet önyargılarının kırıldığı bir devrim. Rojava Devrimi’nde kendi özgürlüğümüzü görüyoruz” demişti. Özgürlüğün kentine ulaşmaya ramak kalmışken, merkezi iktidarın boğucu havasına yenik düştüler; 32 gencin, özgürlük düşleriyle birlikte bedenleri de parçalandı.
ÖZGÜRLÜK BULAŞICIDIR
Özgürlük bulaşıcıdır; havadan bulaşır. Özgürlük duygusunu yok edemezsiniz; havadır bizi özgürleştiren çünkü; başka diyarlardan esen rüzgârlarla, esintilerle bulaşır. Şehirler, neoliberal dayatmaların sonucu boğucu bir hâl alsa da esintiler, özgürleştirici bir şehrin düşünü hep canlı tutacaktır. Kapitalizmin çizgisel dayatmalarını kırdığımızda, bir yıkım şehri yerine doğaya ve insan doğasına dokunan bir şehrin ortaya çıkışının pekâlâ mümkün olabileceğini biliyoruz; insanların hava molekülleri gibi özgürce dolaştıkları ve aralarında su molekülleri gibi yatay bağlar kurarak istediklerinde sıvılaşacakları bir şehrin.
İnsanlığın inorganik bir madde olan suyun geçirdiği evreleri andıran evrelerden, faz geçişlerinden geçtiğini belirten Fizikçi Arthur Iberall’ı izlersek eğer, aralarındaki mesafeden dolayı küçük avcı toplayıcı gruplarının göçebe bir hayat sürdükleri evreyi insanlığın gaz evresine benzetebiliriz. Doğa içinde hava molekülleri gibi özgürce dolaştıkları bu evreyi, tarım topluluklarının ortaya çıkışıyla birlikte sıvı evresi izlemiştir. Neolitik dönemin başlangıcında tarımsal faaliyetlerle bir araya gelen insanlar, aralarında yeni bağlar geliştirerek, su molekülleri gibi davranmaya başlamışlar ve ardından merkezi, hiyerarşik politik yapılar, bu sıvılaşmış topluluğu dondurarak, surlarla çevrili yerleşimler halinde katılaştırmıştır (bkz Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan tarih, Metis).
KATILAŞMIŞ BİR TOPLUM
12.000 yıl önce Göbeklitepe’de ortaya çıkan, iç içe geçmiş çemberlerden oluşturulmuş tapınak, insanlığın katılaşmasının mekânsal olarak nasıl gerçekleşeceğine dair ilk örneği veriyor bize. İç içe geçmiş çember, yerleşiklerin mekânda örgütlenme biçimidir, bir merkez etrafında nasıl katılaşacaklarını gösterir. Önceleri en içte tahıl ambarı yer alırken, daha sonra bu merkez, hiyerarşik toplumun politik merkezi haline gelmiştir. Ekonomik, toplumsal ve ahlaki dayatmalar merkezinin etrafında halkalar halinde katılaşmış bir toplum.
Duvarlarla doğadan ayrılmış bu dondurulmuş ilişkiler şehrinde insanların bedenleri katılaştırılsa da esintilerle esinlenmelerine kimse engel olamamıştır; şehrin havası başka diyarlardan taşınan esin perileriyle doludur çünkü. Perileri soluyanlar esin perilerine dönüşür; herkes birbirinin esin perisidir artık ve bedenleri sıvılaşmış, tüm duvarlar yıkılmıştır. Marcel Proust, esini ne de güzel tanımlamış: “Heyecan, zihin yenilenişi, bütün duvarların yıkılışı, içimizde hiçbir engelin, katılığın kalmayışı, özümüzün… durdurulmadan akmaya, bizim istediğimiz şekle girmeye hazır bir lava benzemesi” (Edebiyat ve Sanat Yazıları, YKY). Bir lav gibi sıvılaşan kızgın bedenlerin kolektif esininin ya da esin perilerinin nelere muktedir olduğunu deneyimledik, biliyoruz. İktidar esin perilerine düşmandır en çok. Önce perileri öldürür, sonra da şehirleri. Peki, esintileri kim öldürebilmiş ki?

17 Temmuz 2015 Cuma

HAYAL PERDESİNİ EVİ YAPANLAR


RAHMİ ÖĞDÜL
17.07.2015
Bir gölge oyunu sahneleniyor. Biz sadece perdeye yansıyan kimliklendirilmiş gölgeleri görüyoruz. Gölgeleri perdeye yansıyan tasvirlerin sopaları birilerinin elinde. Sorsanız, “Sopamız yok, biz kendi başımıza hareket ediyoruz” diyeceklerdir. Yeryüzüne kurduğu yıkım perdesinde tasvirleri birbiriyle kapıştırıyor kuklacı; etten kemikten yaptığı tasvirleri, kendi yazdığı oyunların içine yerleştiriyor. Bizim hayal perdemiz var ama. Hayal perdemizde henüz eksik olan bir halkın figürlerini hep birlikte içeriden dışarı doğru biçimlendiriyoruz. Ulusları “hayali cemaatler” olarak nitelemişti Benedict Anderson; biz de hayal perdesinde kendimizi yaratıyoruz.
GÖLGE OYUNU
Hayal perdesi; ne de güzel bir adı var geleneksel gölge oyununun. Hayal perdemize hayallerimizi, ütopyalarımızı yansıtıyoruz. Bizim hayal perdemize düşen gölgelerin arkalarında sopaları yok ama. Mevcut düzenin kimliklendirilmiş ve düzene monte edilmiş lolilop figürlerin yerine, bizim hayal perdemize henüz gerçekleşmemiş ve gerçekleşmesiyle birlikte iktidarın düzenini değiştirecek gizil güçler alanı olarak gölgelerimiz yansıyor. Görünen kimlikli bedenler yerine henüz biçimlenmemiş gölgelerimizi salıyoruz ortalığa. Kara bulutlar gibi dolaşıyorlar iktidarın üzerinde. Kendisini XIV. Louis gibi güneş-kral ilan edecek despotun güneşini karartan gölgelerimiz.
Kendi Versailles'ını yarattıktan sonra, yine kendi mitolojisine uygun olarak kesip biçtiği figürlerle donatıyor sarayını. XIV. Louis de Yunan mitolojisinden aşırdığı güneş-tanrı Apollon’un içini boşaltarak kendisini yerleştirmişti içine. Sarayın bahçesine yerleştirdiği Apollon’un yaşam öyküsünü anlatan heykel grupları, aslında kralın yeryüzündeki mutlak egemenliğini meşrulaştırmaya yarıyordu. Hatta bir tiyatro oyununda Apollon’u bile oynamış ve oynamayı sürdürmüştü. Artık Apollon Apollon’u değil de kralı temsil edince, alegorik bir figür olarak içinin boşaltılıp başka anlamların yükleneceği, içi samanla doldurulacak boş bir gösterene dönüşmüştür. Bu, kralın da içinin boşaltılıp başka anlamlar doldurulacağı anlamına geliyor; nitekim çok geçmeden bizde de kraldan çok kralcı olanlar istedikleri samanla dolduruyorlar boşalan yeri.
BİR DE YOKSULLAR VAR
Bir de yoksullar vardır kuru tahtaların üzerinde yatanlar; üzerinde yatacak saman bulduklarında, en rahat döşeğe değişmeyenler. Bunlar, hayallerini bohça yapıp diyar diyar dolaşanlardır. Bir göçebe gibi dolaşarak şekillendirirler hayatları; yoksulluklarına bakmayın siz, hayalleri zengindir ve kupkuru hayallerini bize dayatan, içi saman dolu olanları rahatsız ederler en çok. “Hayali Sotiris Spatharis’in Anıları”nı okuyorum. Kopkoyu bir yoksulluktan çıkardığı hayalleriyle Yunan Karagözü’nün (Karagiozis) biçimlenmesine katkıda bulunmuş. Spatharis’in (1888-1974) anıları sadece hayal perdesinin öyküsü değil; bir mikro tarihin, ülkenin tarihiyle örtüşmesidir. Hayal perdesini evi yapan bir hayalinin kılcal damarlarda dolaşması: “Bütün bir yaz taşraya gidiyoruz, adalara ya da başka köylere, oynamak için. Perdemizi kuruyoruz, o hemen evimiz oluyor. Gece yarılarına kadar oynadıktan ve yağ lambasından çıkan bütün kurumu soluduktan sonra masaların üzerinde, sahne döşemesinin üzerinde uyuyoruz” (çev. Peri Efe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).
KARAGÖZ'ÜN HAYATI
Türkiye’de Karagöz modern hayata yenik düşmüştür ama Yunan Karagözü bir ulus, “hayali cemaat” yaratmada etkin bir rol oynamış. Hayal perdesi, mevcut olanı değil, görünmez kuvvetleri görünür kılıyor çünkü. Tuval de bir hayal perdesi değil mi? Paul Klee, “ressam, gördüğünü değil, görülecek olanı boyamalıdır” demişti. Tüm çeşitliliğiyle, yaşanabilir bir dünya yaratmak için hayallerinin peşinden koşan, yıkım imparatorluğuna karşı duran, hayal perdesini evi yapan hayaliler, tüm renklerin birbirine uç verdiği ebruli bir yeryüzü boyuyorlar. Yeryüzünü yıkım perdesine değil, hayal perdesine dönüştürenlerin gölgeleri vuruyor bedenlerimize.

    10 Temmuz 2015 Cuma

    LAS MENINAS: ZEKİ MÜREN DE BİZİ GÖRECEK Mİ?


    Mustafa Pancar / Özgür Korkmazgil
    RAHMİ ÖĞDÜL
    10.07.2015
    Popüler bir filmin akıllarda kalan repliği. “Vizontele nedir?” diye soran kasaba halkını belediye başkanı, “Zeki Müren’i hem dinleyecek hem göreceksiniz”, diye yanıtlar. Ama Cem Yılmaz bir kontra soru ile işi daha da karıştırmak istemektedir: “Peki, Zeki Müren de bizi görecek mi?” İşte Velàzquez’in ‘Las Meninas’ı (Nedimeler) bize bakan, bizi gören bir tablodur; kimin kime baktığını iyice karıştırarak öznenin konumunu sarsması bakımından önemlidir. Hem bakan hem de bakılan olarak öznenin iktidarının artık eski yerini koruması mümkün değil. Özne baktıkça nesneleştirir ve nesneler arasında bir temsiller sistemi kurarak egemenliğini pekiştirir. Peki, özne de bakılan bir nesneye dönüştüğünde ve bakışlarla iktidarı tehdit edildiğinde ya da Zeki Müren de bizi gördüğünde özne artık özne midir?
    Las Meninas tam bir bakışlar karmaşası yaratarak öznenin yerini sorgulayan bir yapıt. Tablo ahalisi bize bakmaktadır. Arkadaki aynaya yansıyan kral ve kraliçenin bakışları da bizi izlemektedir. Biz de bize bakanlara bakmaktayız. Bakılan biz, resmin sol köşesindeki ressamın tablosunun objesi olan ve görüntüleri aynaya yansıyan kral ve kraliçenin yerindeyizdir. İktidarın ya da öznenin yeri durmadan kaymakta, bu kaygan zeminde özneler nesneleşirken, nesneler de özneleşmektedir. Ve kurduğumuz tüm temsil sistemleri bu kaygan zeminde çökecektir.
    TEMSİL SORUNLARI
    Michel Foucault ‘Kelimeler ve Şeyler’ adlı kitabında, Velàzquez’in 1656 tarihli tablosunu tartışırken temsil sorununu ele alır ve temsil açısından tabloda üç temel noktayı bize gösterir: Temsilin üreticisi olarak ressam; temsil edilen nesne olarak tablo; ve temsil edilene bakan kişi olarak izleyici/özne. Velàzquez’in yapıtı Barok bir yapıttır. Rönesans’ın çizgisel perspektifinde özne merkezi konumunu korurken, Barok dönemde devingen özne ile nesnenin sürekli yer değiştirebildiği bir düzlem temsil krizine yol açmıştır. Ve Velàzquez’in tablosu bu temsil krizinin tablosudur. İktidarın bize baktığı kadar biz de iktidara bakarız. Bakışlarımızla nesneleştirdiğimiz dünyanın, bakılan nesnesine dönüşürüz. Barok’u tartıştığı yapıtında Deleuze nesne ile öznenin bu değişen konumunu göstermek için “nesne/obje” yerine “objektil”, “özne/subje” yerine ise “superject” terimini kullandığında, artık yeri sabit bir nesneye göre kendini kuran sabit bir öznenin olamayacağını, aksine sürekli dalgalanan bir nesneyle birlikte öznenin de dalgalanacağını vurgular. Ve kendimizi sürekli dalgalanan nesneye göre konumladıkça, özne/nesne ayrımı da ortadan kalkacaktır. Artık temsil kriziyle baş başayız demektir.
    ÇEKİK GÖZLER
    Son günlerde Çin’deki Uygurlara yönelik baskıyı protesto etmek için kendilerine bir türlü Çinli nesne bulamayan Ülkücülerin durumu, çok iyi anlatıyor temsil krizini. Sabit bir bakışın kurduğu temsil sistemine göre davrandığınızda öfkenizi göstereceğiniz nesne hep elinizden kaçmaktadır ve bir türlü yakalamazsınız. Çünkü öfkenizi göstereceğiniz nesnenin altından, Çin lokantasında olduğu gibi, yine bir Türk özne çıkmakta ya da Koreli turistlerin durumunda olduğu gibi, hiçbir şey göstermeyen çekik gözlerle hedefi hep ıskalamaktasınız. Bakılanın ve bakanın sürekli yer değiştirdiği, özne ile nesnenin ayrımsızlaştığı bir düzlemde sonunda öfkenizi birbirinize yöneltmekten başka çareniz kalmaz. Nesneyi sabit bir bakışla yorumlamaya kalkışmanın beyhudeliği.
    17.yy’da baş gösteren temsil krizini, ‘Las Meninas’ı yorumlayan on beş sanatçının yapıtları Karşı Sanat’ta sergileniyor. Her yorum bir çeviridir, orijinal yapıtı kendi dilinize ve gününüze aktarma girişimi. Orijinale aşırı sadık kaldığınızda bir kopya çıkacaktır ortaya. Las Meninas yorumları da sadakat ile aşırı yorum arasındaki yelpazede yer alıyor. Zeki Müren’in de bizi görüp görmediğinin yanıtını sergiyi izlediğinizde siz vereceksiniz.
    ***
    “Las Meninas Yorumları”, 17 Temmuz’a kadar Beyoğlu Karşı Sanat Çalışmaları’nda sergilenecek. Yorumlayan sanatçılar: Antonio Cosentino, Cansu Gürsu, Emel Akın, Erim Bayrı, Erkmen Senan, Halil Yavuz Ertürk, Kader Genç, Kubilay Dağbatıran, Max Moçoro, Mustafa Pancar, Orhan Taylan, Özgür Korkmazgil, Sayat Uşaklıgil, Volkan Diyaroğlu ve Yavuz Tanyeli.

    3 Temmuz 2015 Cuma

    AVANGARDIN SERMAYE OLDUĞU ZAMANLAR!



    RAHMİ ÖĞDÜL
    03.07.2015
    Uyaklı kentler vardır. Hep aynı görüntüyü tekrar eden düzen kentleri. Yapıların formu, cephelerin çizgileri, bedenlerin, gündelik yaşamın ritmi hep aynı örüntünün tekrarları gibidir. Dizenin son hecesinin nasıl biteceğini anlarsınız, leb demeden leblebiyi. Ve bu kentler denge kentlerdir. Hiçbir zaman dengenizi yitirmezsiniz. Gözlerinizi kapasanız bile, diğer duyularınız örüntüleri ezberlediği için bedeniniz denge halindedir her zaman; düşmezsiniz. Bir de tekrarların olmadığı, kırık cümlelerin, sözcüklerin, parçaların havada uçuştuğu, yapıların ve formların kaotik bir durum yarattığı yıkım kentleri vardır. Bu kentlerde bir ip cambazı gibi sürekli dengenizi korumanız gerekecektir. Dengenizi yitirdiğinizde düşersiniz. Ve düştüğünüzde hayattaysanız şayet, yerden kalkıp yeniden ipin üzerinde cambazlık yapmaya devam etmek zorundasınızdır.
    Beden ve mekânın uyaklı ilişkisi 
    Denge kentlerin insanı “Vitriviusçu İnsan”dır, uyaklı, uyumlu insan. Mükemmel mekânın içine yerleştirilmiş mükemmel erkek bedeni. Vitrivius’un önerdiği, Leonardo’nun çizdiği bu adamın bedeni hem kendi içinde sayısal simetri gösterir, hem de içinde yer aldığı mekânla bu simetriyi sürdürür. Bir mobilya sisteminin modüler parçası gibi, daire ve karenin içine monte edilmiştir. Denge kentlerde beden ile parçaları, beden ile mekân arasındaki orantı tam sayılarla ifade edilir. Rasyonel bir düzendir bu, küsuratlı sayılara, irrasyonelliğe tahammül edilemez. Örneğin bedenin boyu tam yedi baş, kolun uzunluğu tam üç karış uzunluğunda olmalıdır. Beden ve parçaları arasındaki bu rasyonel ilişkiyi, Romalı mimar Vitrivius 1. yüzyılda mekâna taşımıştır. İdeal bedenin ideal mekânla düzenli, dengeli ve uyaklı ilişkisi. Modern dönemde bu ideal beden-mekân ilişkisi, Le Corbusier’nin “Modulor” insanıyla birlikte norm haline gelmiştir; modern kent, modüler erkeğin kentidir. Bu kentlerde her şey beklenildiği gibi gerçekleşir; küsuratların ara bölgesine girmek yasaklanmıştır, beklenmedik şeyler olmasın diye.
    Uyaklı kentlerden farklı, dengenin sürekli bozulduğu ve dengede kalmak için bedenlerin durmadan çabaladığı kentler de vardır. Neoliberal küresel sermayenin yıkımı ranta çevirdiği kentler. Modernizmin kurucu ilkesi olan gelenek yıkımının, bütünün parçalamasının süreğen ve olağan hale geldiği kentlerdir bunlar. Savaşın ve kentsel dönüşümün kentleri. Avangardların sanatta övdüğü yıkımı artık sermaye üstlenmiştir. Bir söyleşisinde Picasso, “Benim için bir tablo parçalanmışlıklar bütünüdür. Önce bir resim oluşturur, sonra da onu parçalarım” demiştir. Ve Fenerbahçe’de bir müteahhit firma inşaat alanını çevirdiği tahta perdenin üzerine Picasso’dan alıntı yaparak avangard olduğunu ilan etmiştir: “Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla başlar.” Kentleri yıkım yerine çeviren sermayeden daha avangard olduğunu artık kim iddia edebilir ki?
    Ara bölge yıkım bölgesidir 
    Denge kentlerin mekânları ve bedenleri iktidar tarafından tam sayılar halinde düzenlenmiştir; kompartımanlara ayrılan mekânın ve zamanın ara bölgeleri, küsuratlar tehlikelidir. Viyana’da tramvayların vagonları arasında ‘Vitriviusçu İnsan giremez’ levhası vardır. Ara bölge yıkım bölgesidir çünkü; beden ve mekân formunu yitirebilir. Aksine bizler yıkım kentlerinin insanlarıyız. Her an formun bozulduğu ve sürekli dengemizi korumak zorunda kaldığımız kentlerin insanları. Denge kentleri kaosu, belirsizliği dışarıda tutarak örgütlenirken, yıkım kentleri irrasyonel sayıların, belirsizliğin egemen olduğu kentlerdir. Form haline gelemeden yıkılan ve parçalara ayrılan kentler. Yıkım, iktidar tarafından yukarıdan dayatılmıştır. Oysa form ile formsuzluk arasındaki geçişe içsel kuvvetlerin yol açtığı kentler de olabilirdi pekâlâ. Birlikte, yatay olarak içeriden dışarıya doğru bağlantılarla mekânı kurarak kendi formlarımızı yarattığımız ve dönüştürdüğümüz kentler. Avangardın s
    ermaye, bağlantı kurmanın direniş olduğu zamanlardayız.