RAHMİ ÖĞDÜL
17.07.2015
Bir gölge oyunu sahneleniyor. Biz sadece perdeye yansıyan kimliklendirilmiş gölgeleri görüyoruz. Gölgeleri perdeye yansıyan tasvirlerin sopaları birilerinin elinde. Sorsanız, “Sopamız yok, biz kendi başımıza hareket ediyoruz” diyeceklerdir. Yeryüzüne kurduğu yıkım perdesinde tasvirleri birbiriyle kapıştırıyor kuklacı; etten kemikten yaptığı tasvirleri, kendi yazdığı oyunların içine yerleştiriyor. Bizim hayal perdemiz var ama. Hayal perdemizde henüz eksik olan bir halkın figürlerini hep birlikte içeriden dışarı doğru biçimlendiriyoruz. Ulusları “hayali cemaatler” olarak nitelemişti Benedict Anderson; biz de hayal perdesinde kendimizi yaratıyoruz.
GÖLGE OYUNU
Hayal perdesi; ne de güzel bir adı var geleneksel gölge oyununun. Hayal perdemize hayallerimizi, ütopyalarımızı yansıtıyoruz. Bizim hayal perdemize düşen gölgelerin arkalarında sopaları yok ama. Mevcut düzenin kimliklendirilmiş ve düzene monte edilmiş lolilop figürlerin yerine, bizim hayal perdemize henüz gerçekleşmemiş ve gerçekleşmesiyle birlikte iktidarın düzenini değiştirecek gizil güçler alanı olarak gölgelerimiz yansıyor. Görünen kimlikli bedenler yerine henüz biçimlenmemiş gölgelerimizi salıyoruz ortalığa. Kara bulutlar gibi dolaşıyorlar iktidarın üzerinde. Kendisini XIV. Louis gibi güneş-kral ilan edecek despotun güneşini karartan gölgelerimiz.
Kendi Versailles'ını yarattıktan sonra, yine kendi mitolojisine uygun olarak kesip biçtiği figürlerle donatıyor sarayını. XIV. Louis de Yunan mitolojisinden aşırdığı güneş-tanrı Apollon’un içini boşaltarak kendisini yerleştirmişti içine. Sarayın bahçesine yerleştirdiği Apollon’un yaşam öyküsünü anlatan heykel grupları, aslında kralın yeryüzündeki mutlak egemenliğini meşrulaştırmaya yarıyordu. Hatta bir tiyatro oyununda Apollon’u bile oynamış ve oynamayı sürdürmüştü. Artık Apollon Apollon’u değil de kralı temsil edince, alegorik bir figür olarak içinin boşaltılıp başka anlamların yükleneceği, içi samanla doldurulacak boş bir gösterene dönüşmüştür. Bu, kralın da içinin boşaltılıp başka anlamlar doldurulacağı anlamına geliyor; nitekim çok geçmeden bizde de kraldan çok kralcı olanlar istedikleri samanla dolduruyorlar boşalan yeri.
BİR DE YOKSULLAR VAR
Bir de yoksullar vardır kuru tahtaların üzerinde yatanlar; üzerinde yatacak saman bulduklarında, en rahat döşeğe değişmeyenler. Bunlar, hayallerini bohça yapıp diyar diyar dolaşanlardır. Bir göçebe gibi dolaşarak şekillendirirler hayatları; yoksulluklarına bakmayın siz, hayalleri zengindir ve kupkuru hayallerini bize dayatan, içi saman dolu olanları rahatsız ederler en çok. “Hayali Sotiris Spatharis’in Anıları”nı okuyorum. Kopkoyu bir yoksulluktan çıkardığı hayalleriyle Yunan Karagözü’nün (Karagiozis) biçimlenmesine katkıda bulunmuş. Spatharis’in (1888-1974) anıları sadece hayal perdesinin öyküsü değil; bir mikro tarihin, ülkenin tarihiyle örtüşmesidir. Hayal perdesini evi yapan bir hayalinin kılcal damarlarda dolaşması: “Bütün bir yaz taşraya gidiyoruz, adalara ya da başka köylere, oynamak için. Perdemizi kuruyoruz, o hemen evimiz oluyor. Gece yarılarına kadar oynadıktan ve yağ lambasından çıkan bütün kurumu soluduktan sonra masaların üzerinde, sahne döşemesinin üzerinde uyuyoruz” (çev. Peri Efe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).
KARAGÖZ'ÜN HAYATI
Türkiye’de Karagöz modern hayata yenik düşmüştür ama Yunan Karagözü bir ulus, “hayali cemaat” yaratmada etkin bir rol oynamış. Hayal perdesi, mevcut olanı değil, görünmez kuvvetleri görünür kılıyor çünkü. Tuval de bir hayal perdesi değil mi? Paul Klee, “ressam, gördüğünü değil, görülecek olanı boyamalıdır” demişti. Tüm çeşitliliğiyle, yaşanabilir bir dünya yaratmak için hayallerinin peşinden koşan, yıkım imparatorluğuna karşı duran, hayal perdesini evi yapan hayaliler, tüm renklerin birbirine uç verdiği ebruli bir yeryüzü boyuyorlar. Yeryüzünü yıkım perdesine değil, hayal perdesine dönüştürenlerin gölgeleri vuruyor bedenlerimize.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder