27 Kasım 2015 Cuma

YERYÜZÜNDE KARALAMALAR: VAHŞETİN YÜZÜ MÜ?

Anthony Gormley

Anthony Gormley

Anthony Gormley
RAHMİ ÖĞDÜL
27.11.2015
Tek bir müsvedde kâğıdı var önümüzde, o da yeryüzü. Eylemlerimizle karalamalar yapıyoruz yerin yüzeyinde; kendimizi resmediyoruz ve geri çekilip baktığımızda çizgilerden oluşmuş bir yumak, portrelerimizi görüyoruz. Bizim portrelerimiz daha çok Jackson Pollock’in boyayı akıtarak yaptığı soyut dışavurumcu resimleri andırıyor. Kimi ise yeryüzü denilen bu müsvedde kâğıdının bir köşesinde kendine ayırdığı özel alanda sınırları net, kimlikli, neoklasik tarzda portreler yapmaya çalışıyor; yeryüzünden yalıtılmış anatomik bir gövdede yaşayabilecekmiş gibi. Sürekli pozlar takınarak kendini sabitleyenler, Facebook ve diğer sosyal medyada yaşayabilirler ancak ya da kimliklerini ibraz edecekleri kimlik kartlarında. Oysa yeryüzünde sürekli devinen bir beden, konturlarını yitirdiğinde bir karalamadır artık. Başka bedenlerle, yeryüzüyle ilişkiye girdikçe ve ilişkinin niceliği ölçüsünde yeryüzüne yayılan eylem çizgilerinden oluşmuş bir yumak. Kim ne kadar karalamışsa, kimliğini yitirmiş demektir; yitirmiş ve sadece eylem çizgilerinden oluşmuş bir keçe gibi yayılmıştır yeryüzüne. Britanyalı heykeltıraş Antony Gormley’nin karalamaları andıran bedenleri de konturlarını yitirmiş ve uzamın içinde yayılarak kendi mekânlarını yaratmışlardır. Bir konuşmasında neden heykeltıraş olduğunu açıklarken, “heykeltıraşların metalarla, nesnelerle, bedenlerle uğraştıklarını düşünebilirsiniz” diyor ve ekliyor: “Ben ise mekân yaratmakla ilgileniyorum”.

İnsan müsveddesi
Bedeni anatomik sınırları içine hapsetmek, bedene, yaşama ve sanata ihanettir. Bir sanat yapıtı olarak beden, verili sınırlarını ihlal ettiği ölçüde bir bedendir ve aynı zamanda bir mekân yaratıcı. Henry Lefebvre’in söylediği gibi: “Beden, kendisini mekân içinde üretirken mekânı da üretiyor… her beden bir mekândır ve bir mekâna sahiptir.” Eylem halinde olan insan devindikçe kendi mekânını yaratır; poz veren kimlikli, sabit konturları olan bir gövdenin aksine eylem halindeki bir bedenin sınırlarının nerede bittiğini kestiremezsiniz. Hep bir müsvedde olarak kalacaktır; her ne kadar insan müsveddesi deyimini aşağılamak için kullansak da kim iddia edebilir ki müsvedde olmadığını, tamamlandığını ve konturlarını kapattığını. Üç boyutlu evrende dördüncü boyut olarak işin içine zaman girdiğinde artık kendinizi sürekli açarak şekil değiştiren ve şekil değiştirdikçe konturlarını yitiren bir karalamasınızdır. Eylemlerimizle yeryüzünü karaladıkça bedenimizi ve mekânımızı yaratırız.

İradene sahip çık
İnsan verili olan anatomik gövdesini bir fırça olarak kullanarak kendini çizer yeryüzünde ve ortaya çıkan tablo, dediğim gibi Pollock’in soyut dışavurumcu tuvallerini andıracaktır. Ya da Antony Gormley’nin “Duyumsayan Malzeme” adını verdiği heykellerini: “Bu yapıtlar, halkaları kullanarak bedenin uzamını tanımlama çabasından doğdu. Sonra bunları bir çizim gibi yarattığımı fark ettim; bedenin yörüngesinde dönen, ardından uzamın içine doğru kıvrılarak giden ve bedenin etrafında bir koza ören bitimsiz sarmal çizgiler.” İnsan kendini çizer, çizebilmelidir. 1486’da della Mirandola’nın yazdığı “İnsanın Vakarı Üzerine” adlı metinde, insana bu özgürlük tanınmıştır, çünkü insana kimliğini veren, kendine has bir yüzü yoktur. Tanrı, sıra insana geldiğinde, bütün varlık modellerini tükettiği için mecburen yüzsüz bırakmış; kendi iradesiyle kendini biçimlendirirken en vahşi yüze de bürünebilir, barışçıl yüze de. Kendimizi çizebilmemiz için irademiz olmalı ama. İradelerimizi iktidara devrettiğimiz zaman kendimizi çizmemiz mümkün değil; iktidar bizi çiziyor ve iradelerimizi gasp eden iktidar yeryüzünü kana buluyor, herkesin yüzünde dehşet.

İnsan ortaya çıktığından beri yeryüzünün de yüzü yoktur. Karalamaların, eylem çizgilerinin kesişmesidir yeryüzü ve bireyler iradelerini, bedenlerini, daha doğrusu yaşamlarını iktidara devrettikçe, yeryüzü vahşetin yüzüne dönüşecek ve dehşet sinecek yüzümüze. Yeryüzü barışın yüzü olacaksa şayet, bedenlerini ve zihinlerini gasp ettirmeyenlere büyük iş düşüyor. Çok geç olmadan eyleme geçmeli; gerekli ya da gereksiz karalamalardan kaçınmayalım lütfen.

21 Kasım 2015 Cumartesi

ATLAR ÜLKESİ, THOMAS VE JOHN VE DİĞERLERİ

Versailles Sarayı

Caravaggio, Şüpheci Thomas
RAHMİ ÖĞDÜL
20.11.2015
Daha ne kadar büzüleceğiz merak ediyorum. Bir cismin büzülmesinin de bir sınırı olmalı. Soğuyoruz giderek; beden ısılarımız düştükçe yaşamdan da soğuyoruz. Sıcaklığını kaybeden cisimler büzülürler, ısınanlarsa genleşir; fizik yasası. Bombalarla, katliamlarla soğutuyorlar bizi; çok üşüyoruz; meydanların, sokakların tüm rüzgârlara açık kamusal alanından geri çekiliyoruz, geri çekildikçe büzülüyoruz ve üşüyoruz. Bir kere üşümeye görün, artık durduramazsınız ve üşümekten mi yoksa korkudan mı titrediğiniz anlaşılmaz olur. Sahneye konulan küresel soğuma senaryosu, kamusal alandan çekilmiş ve korkudan kendi kabuğu içine büzülmüş tespih böceği rolü biçiyor bizlere. Ve meydanlar iktidara kalıyor, istediği gibi at koşturabilsin diye. Ama iktidarın attan düştüğü zamanları da biliyoruz.

Dizgine gerek kalmadı
At da biziz; lafı hiç dolandırmadan söylemeli, bizim sırtımıza biniyorlar. Önce çıplak biniyorlardı; sonra eyerlediler ve koşum takımlarıyla istedikleri gibi yönetecekleri kıvama geldik. Artık dizginlere asılmadan ne demek istediklerini bile anlayabiliyoruz. Bazen başımızı başka yöne çevirdiğimiz de oluyor ve işte o an yulara öyle asılıyorlar ki gem ağzımızı yırtacak sanki. Ve daha hızlı koşmamız için üzenginin demirini batırıyorlar böğrümüze. Bizler, her sabah, yaşadığı denizin dibinden çıkarak güneşi doğuran ve akşam batıran Apollon’un arabasını çeken atlarız. Apollon tanrı mertebesine erişirken biz dünyanın yükünü sırtımızda taşımaya devam ediyoruz. XIV. Louis, Versailles Sarayı’nın bahçesini Apollon’un yaşamını anlatan heykel gruplarıyla döşemişti; bir havuzda, atların çektiği arabasıyla sulardan çıkan Apollon. Sarayın bahçesindeki Apollon alegorik bir figürdür, kral kendini temsil etsin diye yerleştirmiş. Kral, güneş-tanrıdır; işçiler, madenciler, emekçiler, şirket ve plaza çalışanlarıysa arabanın atları. Ama dedim ya attan düşenleri çok gördük biz. Atlar güzel hayvanlardır, uzun yelelerini savurarak özgürce kırlarda koşmalarını severim en çok ve esaretten kaçan yılkı atlarını. Atlar kendi kendilerini yönetebilecekleri rasyonel bir toplum kurabilirler; Jonathan Swift, Guliver’in Gezileri’nde Atlar Ülkesi’ni anlatmıştı.

Yeniden ısınıp genleşelim
Houyhnhnms denilen akıllı atların ülkesi, düzenli ve barışçıl bir toplumdur. Politik ve ahlaki saçmalıklar içermeyen felsefeleri ve dilleri vardır. Yalan nedir bilmezler ve dillerinde böyle bir sözcük de yoktur. Sanatlarında hep doğa vardır ve doğadan esinlenirler. Swift, biz atların ütopyasını yazmış, hep ertelediğimiz barış düşlerimizi. Ütopya, “yok-yer” anlamına geliyor; İngilizcesi ise “nowhere”. Bu sözcüğü boşuna hayale kapılmayalım, hayale kapılıp da olmadık işlere kalkışmayalım diye “hiçbir yer” olarak da okuyanlar olabilir, cesaretimizi kırmak için. Ama biz bu sözcüğü, “now” ve “here” diye okuyoruz, yani şimdi ve burada. Uzaklarda aramayın “yok-yeri”; o şimdi ve burada “var-yer”dir zaten. Yeter ki üşümekten ve korkudan titremeyi bırakıp birbirimize dokunup yeniden ısınalım ve genleşelim. Genleştikçe yeniden dolduralım meydanları; yoksa Thomaslar ve Johnlar dolduracak.

Yelelerini savuran özgür atlar
Önce Şüpheci Thomas çıktı ortaya; ardından Cihatçı John. Bir Batılı ve iktidar olarak Thomas, parmağını yeryüzünün tüm deliklerine sokma hakkını gördü kendinde. Thomas, her deliğe girerek ülkeleri ve bedenleri sömürgeleştiren bir sömürgecidir ve Batı’ya girmek isteyen göçmenleri parmaklayarak aşağılayan bir gümrük memuru. John ise kafalarımızı bedenlerimizden ayırarak düşünmeyen gövdeler yaratıyor. Her ikisi de aynı bedenin iki yüzüdür ve her ikisi de yeryüzünün bedenine, yaşama dehşet salıyor, en derin korkularımızı kanatarak kafasız ve koşulsuz boyun eğmiş tebaalar yaratmak için: Batı’nın yeryüzündeki havarileri. Ve korkudan, şimdi ve burada gerçekleştirebileceğimiz düşlerimizi ve umutlarımızı hep daha ötelere, ölüm sonrasına erteliyoruz. Yeryüzü ve yaşam onlara bırakılmayacak kadar değerli. Uzun yelelerini savurarak kentlerin sokaklarında dolaşan özgür atları özlüyorum.

13 Kasım 2015 Cuma

DİKKAT SIĞ ÜLKE, BOYNUNUZ KIRILABİLİR!


RAHMİ ÖĞDÜL
13.11.2015
Tuval iki boyutlu, yassı bir nesne olsa da ressam imgeleriyle derinleştirir yüzeyini. Çizgisel perspektif yardımıyla yaratılan derinlik yanılsamasından söz etmiyorum. Sanatçının hiç de yanılsama olmayan, düşüncelerde ve duygularda yaratacağı derinlikten bahsediyorum. İyi bir tuval resmi bizi derinliklerine çekecektir; korkmadan balıklama atlayabilirsiniz. Düşünce ve duygunun derin sularına daldıkça boyutlarınız genişleyecektir.
Öte yandan üç boyutlu bir evrende yaşasak da ülke giderek yassılaşıyor ve ortalık derinliksiz, iki boyutlu, sığ figürlerden geçilmiyor. Derin sulara atlamak isteyecekleri yıldırmak için de uyarı levhaları koymuşlar her yere: “Dikkat Sığ Su, Balıklama Atlama! Boynunuz Kırılabilir, Felç Olabilirsiniz.” Giderek sığlaşan bir ülkede düşünce ve duygularını derinlemesine yaşayanların başına nelerin gelebileceğine dair bir uyarı ve aynı zamanda bir tehdit. Sığ figürlere derin düşüncelerle yaklaşmak tehlikelidir; çok derin düşünüp duygulanmayın, boynunuzu kırabiliriz, demeye getiriyorlar.
‘Derinlik tehlikelidir’
İktidar derinliği pek sevmez. Dibini görmek ister her şeyin; içinde nelerin olup bittiğini, neler düşündüğünü, nasıl duygulandığını bildiği sığ bir figürün seri üretimine gerek duyar o yüzden; fabrikasına bu figürleri üretecek makineleri kurdu. Tasarım ve deneme aşamasını çoktan tamamladı ve üretim aşamasında şimdi.
Derinlik tehlikelidir. Derinlerde nelerin büyüdüğü, nelerin olup bittiği bilinmediği için tedirgin edicidir. Derinlerde büyüyen bir şey birdenbire yüzeye çıktığında ve iktidarı tehdit ettiğinde canavar görmüş gibi olacaktır; nasıl baş edeceğini bilemediği bir canavar. Gezi Direnişi tam da derinlerden yüzeye çıkan ve varlığıyla iktidarı tehdit eden bir canavardır. Dolayısıyla sadece yüzeyden ibaret, derinliksiz bir dünyadır iktidarın istediği. Bir yüzey okuma sanatı olan fizyonomi ya da eskilerin dediği gibi feraset ilmi bir bedeni, tüm derinliğini yok ederek sadece yüzeydeki işaretlerine indirger. Yüzeyine bakarak bir bedenin nelere muktedir olabileceğini kestirir. O yüzden içi boşaltılmış, sığlaştırılmış, yüzeyine bakarak tanıyacağı ve istediği gibi kullanacağı figürlerden yassı bir ülke kuracaktır kendine. Bunu yapmanın en kolay yolu, biçimlerin en soyutu olan geometrik formlara başvurmaktır. Yassı geometrik formlara indirgenmiş figürlerden bir ülke, iktidarın en sevdiği ülkedir; derinlik gibi baş belası bir şeyle karşılaşmamak için iki boyutlu yassı figürlerden bir tebaa yaratacak; elinde karacağı, toplayıp yeniden dağıtacağı iki boyutlu yassı oyun kâğıtları.
Edwin A. Abbott’ın Victoria dönemini hicvettiği, 1884 tarihli ‘Düz Ülke’sinde (Flatland) yaşayanlar iki boyutlu, yassı figürlerdir ve her bireyin, ait olduğu toplumsal sınıfa özgü geometrik bir şekli vardır (Ayrıntı Yayınları). Toplumun en alt tabakasını oluşturan askerler ve işçilerin en dar açılı ikizkenar üçgenlerle, orta sınıfı oluşturan esnafın eşkenar üçgenle, meslek erbabı erkeklerin ve kibar beyefendilerin kare ya da beşgenle, soyluların altıgen ve soyluluk derecesine göre kenarları giderek artan çokgenlerle ve en üstte yer alan din adamlarının ise daireyle temsil edildiği düz ülke; iktidarın geometrik düzlemi.
Silmek öyle kolay değil
Bu düz ülkede istenmeyen figürler (persona non grata), silgiyle hiçbir leke bırakmadan kolayca silinebilir de. Oysa derinliği olan insanları yeryüzünden silmek hiç de kolay değil. Yaşadıkları coğrafyayla derinlemesine ilişki kuranları yeryüzünden silemezsiniz; sildiğinizi sansanız bile izi kalacaktır mutlaka. Bir devlet yetkilisinin “Silvan’da üç mahalleyi haritadan sileceğiz” demesi, ülkeyi harita gibi iki boyutlu düz bir ülke olarak tasarlayacaklarını sananların nasıl da yanıldıklarını gösteriyor. Yaşadıkları topraklara derinlemesine sinen ve yeryüzünün belleğine kazınan bu insanları her silme girişimi, bir iz, bir yara bırakmıştır yeryüzünde ve açılan her yaranın zonklayarak isyanın titreşimlerini çoğalttığını biliyoruz; her ne kadar biz yassı figürler bu titreşimleri hissedemezsek de.

6 Kasım 2015 Cuma

YAŞAMI DA KAYYUMA DEVREDECEKLER Mİ?

Tommy Ingberg

Kathrin Longhurst


RAHMİ ÖĞDÜL
06.11.2015
Anlaşılan iktidar tüm yaşama el koyacak. Çünkü yaşamın kendisi iktidara muhalif olarak akıyor; kafasına göre manşetler atıyor yeryüzüne. Önce sokaklara el konuldu ve arındırıldı yaşamdan. Hain kurtlar, öcüler, canavarlar, bombacılar, keskin nişancılar peyda olunca, yaşamın aktığı sokaklardan korkar olduk. Masallardaki gibi. Bir oturuşta kırmızı başlıklı kızı midesine indiren hain kurdun masalıyla büyüdük biz. Evin güvenli ortamından çıkıp yaşam ormanında yolunu yitirenlerin ve kurtlara yem olanların hikâyeleriyle. Artık korkmaya gerek yok, yaşam kayyuma devredilince her yer ev olacak. Ev güvenlidir, düzenin hâkim olduğu dört duvar arasında başınızı hiçbir olay gelmez. Olay, evin dışında gerçekleşir; kaosun, karmaşanın kol gezdiği, derin gölgelerde öcülerin, canavarların beklediği dış ortamda, yaşam ormanında.
Diyelim ki bundan sonra yaşamınızı korunaklı dört duvar arasında geçirdiniz. Ve başınıza hiçbir olay gelmedi. Bu, mumyalanmış olduğunuzu gösterir. Yaşayan her varlık zamansaldır ve başına olay gelir mutlaka; kimi niteliklerini yitirir, kimisini kazanır. Ve olaysız bir evrende yaşıyorsanız dondurulmuşsunuz demektir, bir mumyasınız yani. Biz olayı hep olumsuz olarak anladık. Değişime, dönüşüme yol açan ve sahip olduğumuz nitelikleri, mülkleri yitirdiğimiz bir felaket. Peki, değişimin, dönüşümün, olayın olmadığı bir yaşam, gerçekten yaşam mı yoksa bir katılık hali mi? Öldükten sonra beden katılaşır; işte biz ölüm sonrası katılıktayız şimdi; iktidarın mumyacıları bizi birazdan mumyalayacak.
Yaşam ormanında yaşayan her varlık olaylara maruz kalarak sürekli dönüşen bir oluş haline bürünür; yaşamın dışına çıkarılmış varlıklar ise ölüm katılığına. Yaşamı korkunç bir orman olarak anlatan iktidar masalcılarına inandık ve eve kapandık: Varlığın katılaşmış hali. O kadar çok nedenimiz var ki evde kalmak için. En iyisi kapılarımızı sıkıca kapatıp, kendi üzerimize kapanmak. Ve despot bir babanın ev içine yerleştirdiği modüler mobilya sisteminin bir parçası haline gelmek. Babanın mırıldandığı tek tonlu ezginin içinde sonsuza kadar dondurulmuş bir düzendir bu. Sürekli tekrarlarla, hep aynı olanın geri döndüğü kısır döngülerle yaşamın askıya alınması.
Evden kaçamıyoruz, Alice gibi. Karşıdaki tepeye ulaşmak için önünde uzanan kıvrımlı yolların hangisini seçerse seçsin, her seferinde başlangıç noktasında, evin kapısının önünde bulur kendisini: “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim!” (Lewis Caroll, Aynanın İçinden). Kim inşa etti bu lanet olası evi? İnşasında bir filozof olarak Parmenides’in katkısı çoktur. Hiçbir şeyin değişmediği, hareketin olmadığı küre biçiminde tasarlamıştır evini. Açık adresini bile vermiş: Dosdoğru ilerleyin, yol çatallandığında “sağ”a sapın ve karşınıza kapısında “BİR” yazan ev çıkacak. Aman sakın “sol”a sapayım demeyin; o yol yaşama çıkıyor, değişime, dönüşüme, çokluğa, çeşitliliğe. Evde hiçbir şey değişmez, hareket etmez. Tek olanın diktası vardır. Olay dışlanmıştır çünkü. Merak etmeyin bu evde, engin ufuklara doğru kanat çırpmaya teşne düşüncelerinizi de kayyum belirleyecektir artık, kafanızın içine manşetler atacak. Donup kalacağız, “tıp” oyunundaki gibi; çocukken donar kalırdık ve hareket eden oyundan atılırdı ya, şimdi de hareketin olmadığı evde hareket edenleri, düşüncelerini kanatlandıranları oyundan atacak iktidar.
Yine de çok korkutmasın sizi bu ev. Evin boğucu havasından kurtulmak mümkün. Ülkeyi terk etmekten söz etmiyorum; aksine, iktidara rağmen evin tek sesli ezgisini, çok sesli hale getirmekten. “Önceleri gene eninde sonunda eve, asıl tona dönülüyordu; ama yavaş yavaş öyle uzaklara gidilmeye başlandı ki artık temel tona dönmeyi gerektiren bir duygu kalmadı” diyor Webern on iki ton müziğini anlatırken. Aslında yaptıkları, evin on iki tona, çokluğa, değişime, yaşama kapalı duvarlarını yıkmak ve yaşamın tüm seslerinin içeri dolmasını sağlamaktı. Nietzsche çekiçle felsefe yaptığını söylüyor; biz de balyozla müzik yapacağız anlaşılan.