9 Ağustos 2020 Pazar

KÜLTÜR YIĞINI VE YIĞIN KÜLTÜRÜ

RAHMİ ÖĞDÜL

31.07.2020

Kültür, insanın ürettiği her şeyi kapsıyorsa, o hâlde hiçbir şey atılmamalı, üretilen her şey kültür nesnesi olarak kutuların, dolapların içinde saklanmalıydı. Kendi ürettiklerinin ürünü olan insanın ürünlerini ve dolayısıyla kendisini biriktirmesinden daha kültürel bir şey olamazdı elbet. İnsanlar kendilerini biriktirmek için arşivler, kütüphaneler, müzeler inşa ettiler. Biriktirilenler mevcut binaların içine sığmaz olunca, başka işlevler için kullanılan binalar boşaltılıp nesnelerin depolandığı kültür evlerine dönüştürüldü. Önceleri nesneler, çeşitli ölçütlere göre tasnif edilip ait oldukları kutulara, sonra da raflara yerleştiriliyordu. Baş edilmeyecek kadar çoğaldıklarında, binaların içindeki boşluklara gelişigüzel yığıldılar. Gündelik hayatın içinde dolaşıma giren ve hızla çıkan geçici nesneleri bile kültür ürünleri olarak saklamak zorunda hissediyorlardı. Binalara sığmayan nesne yığınlarının sokaklara taştıkları görüldü. Rüzgârlar, kaldırımlarda biriken nesneleri kentin boşluklarına sürüklediğinde, insanlar hareket edebilecekleri, kendilerini gerçekleştirecekleri hiçbir boşluğun kalmadığını fark ettiler. Nesneler, konut ve binaları, sokak ve meydanları tamamen kaplamıştı; yaşadıkları kenti terk etmek zorunda kaldılar. Şimdi surların dışından kente baktıklarında, devasa bir çöp yığını gibi kenti tümüyle kaplayan nesnelerden oluşmuş bir dağ görüyorlar. Calvino olsaydı, “Ersilia kenti hâlâ odur, kendileri ise bir hiç” derdi (Görünmez Kentler).

Ürettiğimiz nesneler belleğimizin cisimleşmiş hâlleridir. Fakat insan çöp ile belleği ayırt edemiyor artık. Kültür nesnesi olarak biriktirdiği ne varsa hızla çöpe dönüşüyor, nesneleri ile birlikte kendisi de. Yarattığı, dolayısıyla kendini yarattığı, ama artık içine giremediği kültür yığınından kovulmuş hissediyor şimdi. Kentin içinde çöp yığınları gibi biriken kültür nesnelerini uzaktan seyretmek zorunda. Okunmamış kitapların, izlenmemiş filmlerin, gidilmemiş sergi ve müzelerin, kısacık ömründe altından kalkamayacağı çokluktaki belgelerin varlığı karşısında ezilip hiçleşti. Kentten kovuldu, ama doğaya da dönemiyor. Ürettiği nesnelerle doğadan kopan insan, nesnelerini terk edip doğaya dönmek istediğinde, kendi kültürünün bir karikatürüne dönüşüyor; komik bir öğeye. Böylelerine, popüler kültürde mandıra filozofu deniliyor.

Ya da iktidarın, tarihin çöplüğünü eşeleyip kendi soyağacı kurmacasını inşa etmek üzere bulup çıkardığı nesnelerle sahne tasarımları yaratmasına ve bu sahne tasarımlarında ezilenlerin de kendilerine giydirilen komik kostümlerle yer almalarına katıla katıla gülebilirsiniz. Ama kahkahalarınız çok geçmeden çığlığa dönüşebilir. Sahnelenen oyunlara, nedense iktidarın en fazla ezdikleri severek ve inanarak katılıyor. İktidarın şiddetine maruz kalarak biçimlerini yitirenleri iktidar, komik de olsa bir biçime soktuğunda, iktidar biçimleri olarak sizi ezmeye kalkışacaklar ve komik olan, trajikomiğe dönüşecektir. Ve rahat koltuklarımızda gülerek izlediğimiz komedi, seyirci koltuklarına şiddet olarak geri döndüğünde artık pek gülecek halimiz kalmamıştır. Sanıldığının aksine, sanal ortamın içine tamamen gömülü olanlar Z kuşağı değildir; ezilenlerin kurmacayı gerçek gibi algıladıklarını daha önce TV dizilerinden biliyoruz. Z kuşağı online ile offline arasında geçiş yapabilirken, ezilenler iktidarın sahnelediği kurmacaların içine tamamen gömülmüşlerdir. Sinemanın kötü adamı Erol Taş, ezilenlerden az dayak yememişti. Ezilenler gerçek hedeflerini hep ıskalıyor.

“İnsan kültür birikimini bir bütün olarak korur, hatta bu birikimin değeri baş döndürücü şekilde çoğalır. Ama insan, bu birikimden eylem ve kurtuluşunun ölçütünü çıkarma olanağını yitirir” (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). Dağ gibi yükselen kültür yığınının içine giremediği için geçmiş ile bağlantısını koparan insan, iktidarın kendini meşrulaştırmak için tarihin çöplüğünden bulup çıkardığı nesnelerle tasarladığı sahneleri kendi gerçeği sanıyor. Geçmişi şimdiye ve geleceğe aktaramadığı için kültür, insanın özgürleşmesi önünde bir engele dönüştü. Surların dışındaki insan yığını, sırtı doğaya, yüzü kültür yığınına dönük öylece duruyor. Setin kenarında figüran olarak çağrılmayı bekliyor.

RES PUBICA: KAMUSAL ALAN EDEP YERİ Mİ?

RAHMİ ÖĞDÜL

07.08.2020

Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” deyişini küçük bir ekleme yaparak düzeltmek gerekecek: İnsanın bedeni her şeyin ölçüsüdür. Sayısal, soyut bir ölçü sistemi icat etmeden önce de insan, yaşadığı yeri doğrudan bedeni aracılığıyla ölçebiliyordu. Ayak, adım, parmak, kulaç, karış gibi uzuvlarını kullanarak elde ettiği ölçü birimleriyle yaşadığı yeri, bedenine uygun bir ölçü mekânı haline getirmiştir. Analog ortamdan dijital ortama geçilse de bedensel ölçü birimi olan parmak, dijital sözcüğünde hâlen yaşamaya devam ediyor (Latince digitus parmak demek). Beden sadece mekânı ölçmek için kullanılmamış, yerleşilen mekân bölümlere ayrılırken, yine bedenin işlevsel bölümlenmesi ölçü alınmıştır. Yani, önce beden bir mekân olarak bölümlere ayrılmış, sonra toplumsal mekân bu bölümlere göre düzenlenmiştir. Konutların planı, bedenin mekânsal bölümlerini yansıtır; oturma odası, yatak odası, tuvalet, mutfak gibi bölümler bedensel işlevlere göre tanımlanmıştır. O hâlde ilk önce mekânlaşan bedendir ve bedenin mekânsal düzenlenmesi toplumsal mekânların kuruluşunu öncelemiştir. Beden her şeyin ölçüsüdür.

Hangi beden? Erkek bedeni mi yoksa kadın bedeni mi diye sorabilirsiniz. Bize öyle öğretildi çünkü. Beden, ilk önce erkek ve dişi olarak mekânlara ayrıldı. Ve iktidar bedeni mekânsallaştırırken yerli yurtlu hale getirmiş, bedeni sabit yer ve işlevleri olan organlarla donatmıştır. Oysa bedeni oluşturan organlar göçebeleşmeye eğilimlidir ve göçebeleştiklerinde bedeni kolay kolay erkek ya da dişi diye sınıflandıramazsınız. Yerleşik hâle getirilip mekâna kapatılan beden, organların hapishanesidir. İktidar bedeni kapatmak ve organlarını bir mekânın içine yerleştirmek zorundadır; iktidarını bedenlerin üzerinde kuruyor çünkü. Erkek ve dişi bedensel mekânların toplumsal mekândaki karşılılıkları, kamusal mekân ve özel mekândır. Söylemeye bile gerek yok, iktidar erkektir; her şeyin ölçüsü insanın değil, erkeğin bedenidir. Erkek, kamusal mekânı kendine ayırmış ve kendi bedenine göre tasarlanmıştır. Le Corbusier’in “Modulor Adam”ı ya da Leonardo’nun “Vitriviusçu Adam”ı, fark etmiyor. Vitrivius’un erkeği kare ve çember olarak idealleştirilen mekânın tam ortasına yerleşmiş, üstelik kol ve bacaklarını açarak kamusal mekânı tümüyle kaplamıştır. Bu adam, toplu taşıma araçlarında sık sık karşılaşılan erkeğin mekânı kaplama biçiminin sanattaki karşılığıdır.

Erkeğin bedeni antropometriktir. Kamusal ve özel mekânların ayrımında, ölçü birimi olarak bu kez cinsel organını kullanmış, mekânları cinsel organlara göre tasarlamıştır. Dişi üreme organı, erkeğin mülkü olarak özel mekâna yerleştirilirken, erkek cinsel organları, kamusal mekânda rahatça dolaşabilir, birbirleriyle konuşabilir, kamu meselelerini tartışıp kamu adına kararlar alabilirler. Roma hukukuna göre kamusal mekânı özel mekândan ayıran, evin sokağa açılan kapısının eşik çizgisidir. Tohumlarını yetiştireceği bir arazi olarak mülkiyetine geçirdiği kadın bedeni kamusal mekâna çıktığında örtünmek zorundadır. Eşik çizgisinin kadın bedenindeki muadili giysidir, giysinin ten ile oluşturduğu çizgi. Bedeninin neresini ve ne kadarını kamusal mekânda açabileceğine erkek karar verir. Erkek ise Antik Yunan’da olduğu gibi bugün çırılçıplak dolaşamasa da kamusal mekânı fallik temsillerle donatmış ve kendi cinselliğini anıtlaştırmıştır. Ve erkek, cinsel organıyla silahlanmıştır. Eski dilde silah anlamına gelen bir sözcük erkeğin cinsel organını adlandırmak için kullanılmaktadır.

İngilizcede ‘public’ ile ‘pubic’ sözcükleri akrabadır; biri kamusal, diğeri ise genital bölge, yani edep yeri demek. Bugün tüm nüfusu ilgilendirdiğini düşündüğümüz, Romalıların ‘Res publica’ dedikleri kamu meseleleri, başlangıçta pubik kılları çıkmış, dolayısıyla cinsel bakımdan olgunlaşmış, ergin, silah altına alınan erkeklerin meselesiydi sadece (Raymond Geuss, Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, YKY). Kamusal alan görünürde demokratikleşse de hâlen cinsel organlarını silah gibi taşıyan erkeklerin tartıştığı, bedenler hakkında kararlar aldığı bir alandır. Şöyle de söylenebilir: Kadının pubik bölgesi erkeğin mülkü olarak özel mekâna kapatılmış, erkeğinki kamusal alan olarak açılmıştır: Res pubica.

26 Temmuz 2020 Pazar

CEHENNEM GÜNDELİK HAYATTIR

RAHMİ ÖĞDÜL
24.07.2020
Tekrarlardan ve tekrarların arasına sıkıştırılmış küçük kaçamaklardan, zorunlu tekrarlara rağmen rastlantısal karşılaşmalardan oluşan, bıktırıcı olduğu kadar bir o kadar da heyecan verici bir sahne: Gündelik hayat. Bu sahnenin seyircisi yoktur, herkes oyuna katılır. Ve herkes kendi alanına giren özneler ve nesneler ve aralarındaki ilişkileri tanıdığı ölçüde deneyimler gündelik hayatı. Sahnenin başka bir yerinde başka öznelerin de nesnelerle benzer deneyimler yaşadığını biliriz. Aslında hepimizin bildiği, tekrarlaya tekrarlaya basmakalıplaşmış olanlardır. Bunların her yerde tekrarlandığını bilmek bir tür tesellidir bizim için; ‘yalnız değilim’ duygusu. Oysa yine herkes bilir ki kestirilemeyen, aralarda gerçekleşen, zorunlu tekrarlardan kaçan bir şeyler de vardır; farkın ortaya çıkması. Gündelik hayatın bıktırıcılığını tekrarlar oluşturuyorsa, en heyecanlı kısmını ise tekrarlara rağmen anlarda, aralarda karşımıza çıkacak ve hayatımızı değiştirebilecek olay karşılaşmalardır.
Tekrara dayalı gündelik hayat, kutsal metinlerde tasvir edilen cehennemi andırır. Cehennem tasvirlerinin en belirgin özelliği, bedensel cezaların sürekli tekrar etmesidir (Alt, Edebiyatta Kötünün Yeniden Doğuşu, Sel). Cennette bedensiz bir varoluş sürdürürken, bedenlerini keşfettikleri için cennetten kovulanların yeryüzüne düştüklerinde sürdürmek zorunda kaldıkları bedenli hayattır, gündelik hayat. Sonsuz ve bedensiz bir yaşam vaat eden cennet anlatılarında zaman ortadan kalkmıştır; zamanla birlikte, tekrara dayanan ritim de. Cennet bedensiz ve ritimsizdir; cehennem ise bedenli ve ritimli. Gündelik hayat da bedenli ve ritimlidir; ritim, bedenin zamanıdır çünkü; nefes alışımız, kalp atışlarımız, yürüyüşümüz. Şiir ve müzikte olduğu gibi sanat, bedenin temel ritimlerini varoluşsal bir özgürlüğe çevirse de aynı ritim durmadan tekrar eden bir işkenceye de eşlik edebilir. “Köle sahipleri kölelerin şarkı söyledikleri zaman daha iyi çalıştıklarını fark ederler” (Levine, Biçimler, KÜY). Kölelerin beraberlerinde getirdikleri, tekrara dayalı, döngüsel Afrika müziği, köle sahipleri için köleleri daha çok çalıştırmaya yarayan bir araca dönüşür. Köle için gündelik hayatı katlanabilir kılan ritim, köle sahibinin kırbaç kullanmasını da gereksiz kılmıştır.
Ritim aşırı politiktir. Efendinin kırbacı, şimdi müzikal ritimlerde şaklamaya devam ediyor ve bu ritimlerle dans edebilir, kendinizden geçebilir ve özgürleştiğiniz yanılsamasına kapılabilirsiniz. Sizi parçalayan kapitalist makinenin ritmiyle ya da Kafka’nın ‘Ceza Sömürgesi’ndeki mahkûmun cezasını iğnelerle derisine kazıyan tırmık denilen işkence aletinin ritmiyle dans etmek. Cehennem olarak gündelik hayat, canımızı yakan tekrarların, hızla hazza dönüştüğü yerdir. Artık acıları haz olarak yaşıyoruz. Cehennemden kaçış var mı? Sınırları belirli bir yer olsaydı kaçabilirdik. 16’ncı yüzyılda Merlowe’un yazdığı tiyatro oyunu ‘Faust’ta Mefisto’nun dediği gibi: “Cehennemin sınırları yoktur; belli bir yer değildir orası. Çünkü biz neredeysek cehennem oradadır; cehennem neredeyse biz de hep orada olmak zorundayız” (Alt). 20’nci yüzyılda Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” deyişini, 19’uncu yüzyılda Rimbaud, “Ben bir başkasıdır” diye yanıtlamıştı. Adorno ise son noktayı koyar: “Cehennem biz kendimiziz”. İşkence aletinin ritmini içselleştirdiğimizde işkencecimize aşık olmakla kalmıyor, cehennemi de bedenlerimizle birlikte her yere taşıyoruz; cehennemin ritmiyle dans ediyoruz.
İşkence aletinin ritmiyle salınan bedenler, çok geçmeden işkence aletine dönüşebilirler, dönüşmüşlerdir de. Cehennem bizleriz. Yaşamın nabız atışları değil, efendinin kırbacı şaklıyor içimizde ve birbirimizin hayatını zindana çeviriyoruz. Kadınları katledenler, efendinin kırbacının ritmini içselleştirip efendinin kırbacına dönüşen ezilenlerdir. Ezenler ve ezilenler aynı ritimle salınıyor. Gündelik hayat, sadece ölümü değil, yaşamı çoğaltacak olay karşılaşmaları da içinde barındırıyor. Olay karşılaşmalar, işkencecinin durmadan geri döndüğü kısır döngüyü kıracak karşılaşmalardır. Farkın açığa çıktığı ve ritimleri farklı bedenlerin bir arada dans edebildikleri bir hayat, ancak olay çıktığında gerçekleşebilir. Bedenli bir cennet yaratabilmek, kolay değil...

19 Temmuz 2020 Pazar

EZİKLERİN FORM DÜŞKÜNLÜĞÜ

RAHMİ ÖĞDÜL
17.07.2020

Bir kil topağı düşünün. Dikkatle baktığınızda, topağın yüzeyinin canlı cansız formlarla dolu olduğunu keşfediyorsunuz; maddenin içkin kuvvetleri kili katladıkça inorganik olandan organik olana geçildiği, kıvrımlar kendi üzerlerine katlandıkça formların giderek çeşitlendiği bir kıvrımlar denizi. Kıvrımların kudretini duyumsamak yerine, konturları içine kapatılmış formlar görmeye yatkın olduğumuz için gözümüze tabii ki biçimler takılacak; inorganik ve organik biçimler çokluğu. Biraz daha dikkatle bakın, orada kendinizi de göreceksiniz. Bu kil topağının birilerinin eline geçtiğini, kil topağına bir oyun hamuru gibi şekil verdiklerini düşünün. Kil topağına dışarıdan kuvvet uygulandığında haliyle kil ile birlikte siz de ezileceksiniz. Tanrı-kral, yeryüzünü bir Demiurgos gibi biçimlendirirken her seferinde formunuz, hareket alanınız, diğer formlarla ilişkileriniz değişecek ve kendinizi daha fazla ezik hissedeceksiniz. İktidar, oyun hamuru gibi yeryüzünü kendi çıkarlarına göre biçimlendirdikçe bizim payımıza da hep ezilmek düşüyor.

Madem durmadan eziliyoruz, o hâlde kendimize “Ezilenler” diyelim ve örgütlenelim dedik, partimiz bile var. Partimiz, iktidarın uyguladığı darbeler nedeniyle biçimi bozulanları bünyesinde topluyor. Aklınıza, çarpışma sonucu kaportası içeri çökmüş otomobiller gelebilir. Doğru, bizim partimiz şekil ve şemaili bozulmuş otomobillerin partisini andırıyor. Tıpkı fabrikada otomobillerin kalıplara göre üretilmesi gibi, insanın da bir kalıbı olduğunu ve ezildikçe orijinal halinin bozulduğunu düşünüyoruz. İktidar, insanın biçimini bozuyor. Darbelerle kaportası çökmüşleri bir çatı altında toplayarak örgütledik. Artık daha fazla ezilmek istemeyenler, eziklerinden kurtulup orijinal formuna kavuşmak isteyenler birleşecek. Giderek ezilenlerin sayısı artıyor. Direneceğiz ve formumuzu geri kazanacağız.

En zorumuza giden, iktidarın kalıplara dökerken bizleri olmadık biçimlere sokması. Oysa bizler biçimlerimizden memnunduk. O yüzden toplumsal darbelerle pert olanlar için partimizin bünyesinde bir kaporta atölyesi kurduk. Kaporta ustalarımız, hurdaya dönseniz bile insanın kalıbını çok iyi bildiklerinden çekiç darbeleriyle sizi orijinal halinize kavuşturacak yetenekte. Ama insan sormadan da edemiyor, insanın bir kalıbı var mı? Toplumsal kuvvetlere maruz kaldıkça kalıbını yitirip yeni bir kalıba girer mi? Yitirdiği kalıbına tekrar kavuşabilir mi? Bunlar can yakıcı sorular. Kalıba dökülürken ya da eziklerimiz düzeltilirken çekiç darbeleri altında gerçekten canımız yanıyor. İktidar ve biz ezilenler, yani ezenler ve ezildikçe biçimlendirilenler; her ikimiz de kalıplarla iş görüyoruz. Gelgelelim doğa kalıplarla işlemiyor. Madde edilgin değil; kudretli. İçkin kuvvetleriyle kendi kendini biçimlendiriyor. Maddeyi salt biçime indirgediğinizde, kudretini elinden almış olursunuz. Ezilen, biçimini yitiren değil, bir biçime sokularak kudretsiz bırakılandır.

Her bireyin, doğasından gelen eyleme gücü sayesinde, biçiminin çok ötesine bir ışık gibi yayılıp kendi mekânını yaratma gücü var (Deleuze, Spinoza Üstüne On Bir Ders, Öteki). Bedenlerin hep beraber ışıyarak birlikte toplumsal mekânlarını inşa ettiklerini düşünelim. Partimizin kaporta ustaları hemen itiraz edecek: “Olmaz! Kalıbımızdan asla vazgeçemeyiz”. Size ne oluyor, içinize iktidar mı kaçtı? İktidar, hem bedenleri hem de mekânı biçimlendirerek kendi üzerlerine kapanmış, kudretsiz formlardan oluşan toplumsal bir düzlem yaratmak zorunda. Sabit sembollere dönüşmüş formlar, düşünce ve anlam dünyanızı da kalıpların içine kapatıyor. Kalıbının içindeki beden hüzünlüdür; ezik ve mutsuz. Fakat ezilenlerin kentinde görünmez bir iplik dolaşıyor. “Hüzün kenti Raissa’da, bir canlı varlığı diğerine bir an için bağlayıp çözülüveren, sonra dönüp hareketli noktalar arasında tekrar gerilerek anlık yeni figürler çizen ve böylece bu mutsuz kente, her saniye, varlığından bile habersiz olduğu mutlu bir kent kazandıran görünmez bir iplik dolaşıyor” (Calvino, Görünmez Kentler). Görünmez iplik, yeryüzünün kıvrımlarını boydan boya kat eden ve bedenleri birbirine bağlayan yeryüzünün kudretidir. Kalıplarımızı kırdığımızı ve görünmez olanı, görünür kıldığımızı bir düşünün!

10 Temmuz 2020 Cuma

BOŞLUK BİZE BAKIYOR

RAHMİ ÖĞDÜL
10.07.2020
Boşluğun kıyısında duruyoruz. Konuşmasaydık boşluğa düşebilir ve ölebilirdik. Hayatta kalmak için durmadan öyküler anlatmak gerek. Dipsiz boşlukla göz göze gelmek, dengemizi bozuyor, korku kaplıyor içimizi. Boşluğu seslerle, harflerle, çizgilerle tıka basa doldurmadan içimiz rahat etmiyor. Boşluk varlığın düşmanı. Boşluğun kıyısındaki varlık, her an dengesini yitirebilir ve var olmayı bırakabilir. Ya da boşlukta asılı duran bir ipin üzerinde cambazlık yapıyoruz; varlık ile hiçlik arasındaki o hassas dengeyi ancak öyküler anlatarak sürdürmek mümkün. Sözcüklerimiz; ip cambazının dengesini sağlamak için kullandığı sırık. Anlatmasaydık, dengemizi koruyamaz, anlamsızlığa düşerdik. Nietzsche boşuna dememiş, “Uçurumu sevenin kanatları olmalı”. Yerleştikten sonra kanatlara ihtiyacımız kalmadı, onları yitirdik; katı zeminlerde yürümeye alıştık. O yüzden sevmiyoruz boşluğu. Ve ne zaman gözümüz boşluğa takılsa durmadan anlatıyoruz; anlatarak boşluğu dolduracağımızı sanıyoruz, ama boşluk asla dolmuyor. Boşluk hep yanı başımızda, varlığımızı tehdit ediyor.
Bir zamanlar üzerine bastığımız katı zemin, “tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” (Darwin) ve buharlaştı (Marx). Artık başımızı nereye çevirsek, boşlukla göz göze geliyoruz. Korktuğumuz başımıza geldi, boşluğun bakışlarından kaçamıyoruz. “Boşluğa yeterince uzun süre bakarsan boşluk da sana bakar” (Nietzsche). Boşlukla bakışıyoruz. Boşlukla bakışmamız, Lacan’ın “imge perdesi” anlatısındaki nesnelerle bakışmamıza hiç benzemiyor. Boşluğu ele geçirip bir imge olarak evcilleştiremiyoruz. Aksine boşluk bizi ele geçiriyor; dengemizi yitirdik ve hayatı biçime sokma çabası olarak anlatma eylemi yerini boş gevezeliğe bıraktı. Sırf çaresizlikten, boşluktan korktuğumuz için anlamsız sözler geveleyip duruyoruz. Boşluğu moloz yığınlarıyla dolduramazsınız. Boşluk içimizde, gözlerini dikmiş bize bakıyor.
İfade etmek, kendini bir anlam dünyasına yerleştirmekse, bizim sıkıntımız, yerleşecek bir anlam dünyası bulamamak. Dengemiz sürekli bozuluyor ve düşmeye ramak kalmışken son anda, parçalanmış anlam ağlarından sarkan iplerden birine tutunabilmeyi her nasılsa beceriyoruz. Her seferinde boşluğun ya da ölümün kıyısından dönmek. İpler lime lime olmuş; hangi ipe tutunsak kopuyor, durmadan bir ipten diğerine atlıyoruz. Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ı ölmemek için öykülerini birbirine eklerdi. Bizim ise öykümüz yok, onun yerine sarkan anlam parçalarına ekleniyoruz. Tutunamayanlar, anlamsızlığın boşluğunda yitip gidiyor. Var olabilmek, yaşananları ve yaşanacakları bir biçime sokmaktır. Anlatmak, biçimsiz olan hayatı biçime sokmaksa, anlattıklarımız parçalanıp anlamsız mırıldanmalara dönüştükçe hayat da parçalanıp dağılıyor. Tutarlılık ve denge aradığımızda, dönüp dolaşıp aynı basmakalıp öyküye sığınıyoruz. Önce kötüleri sıralıyoruz, sonra iyileri ve iyilerin kötülerden neler çektiklerini. Anlattıkça Manici bir dünya tasviri çiziyoruz; aydınlık ile karanlığın, iyiler ile kötülerin savaşı. Rahatlıyoruz; bir ressam gibi, arkamıza yaslanıp tablomuzu keyifle seyrediyoruz.
Tablo, hiyerarşik düzene göre yerleştirilmiş nesnelerle tıka basa dolu. İyiler, despotik düzene boyun eğen, yerleri ve işlevleri sabit nesnelerle temsil edilirken, kötüler, her nasılsa gözden kaçmış boşluklarda keçi ayaklı, kanatlı yaratıklar olarak gösterilmiş; despotik düzenin nesnesi olmak yerine, despotik düzene rağmen, birbirlerine yeryüzüne dair alacalı bulacalı, kanatlı öyküler anlatan ve anlatıkça hayatlarını biçimlendiren satirler. İyiler boşluğu hiç sevmiyor, despot da öyle. Boşluk, mevcut düzene bir tehdit. Boşluk, nesneler düzeninde bir nesne olan varlığın dengesini bozacak görünmez kuvvetler içeriyor. Kötülerinse en sevdiği, boşlukta kanat çırpmak; denge ile dengesizlik arasındaki o ince çizgide dalgalanmak. Birbirlerine, sınırların muğlaklaştığı ve bir hâlden diğerine kolayca geçilebildiği oluşlara dair öyküler anlatıyorlar. Şimdi boşluğun kıyısında duruyoruz; varlığın dengesi ha bozuldu ha bozulacak; varlıkla birlikte despotik tablonun dengesi de. Kanatlanmak gerek. Artık basmakalıp öyküler değil, Rûmî’nin dediği gibi, birbirimize “Yeni şeyler söylemek lazım”.

3 Temmuz 2020 Cuma

BOZUK MAKİNELERİN PORTRESİNİ YAPMAK

RAHMİ ÖĞDÜL
03.07.2020

Makine sesindeki değişimlere duyarlı kulaklar vardır. Onlar için makinenin işleyişindeki küçük değişimler, ileride çıkabilecek arızayı önceden haber veren işaretlerdir. Babamın kulakları bu türdendir. Buzdolabının çalışmasındaki aritmiyi fark ettiğinde, geceleri yatağından kalkıp buzdolabını dinlediğini bilirim. Ritmindeki düzensizliğe katlanamamış, yeni buzdolabını eskiciye satmış, yerine yenisini almıştı. Ömrünün çoğu fabrikada dokuma tezgâhları arasında geçmişti. Fabrikaya dışarıdan gelen biri, makinelerin çıkardığı sesleri kuru gürültü olarak algılayabilir; ama babam için bu gürültü, bir organizmanın sağlıklı çalışıp çalışmadığını anlamak için ayırt edilmesi gereken organlarının ritimleriydi. Bir hekim gibi, steteskopunu fabrikanın sırtına dayar, organların çıkardığı sesleri dinlerdi. Bir organizma olarak fabrika, organlar ve ritimlerinin çokluğunu içerir. Makinelerin mekanik ritmi, işçi bedenlerinin organik ritmi, kapitalist üretim ilişkilerinin ritmi, metaların ritmi ve elbette paranın ritmi. Tam bir ritimler cümbüşü. Bu ritimlerden biri aksadığında mega-makine durabilirdi.

Babam bir ustabaşı olarak makineler kadar bedenlerin ritmini de dinlerdi. “Beden farklı ama akortlu ritimlerden bir pakettir” (Lefebvre, Ritimanaliz, Sel). Kendi bedenlerinin organik ritmine uyup başka bedenlere bağlanan, mega-makinenin mekanik ritmini aksatan işçileri uyarır, olmadı işten çıkartılmalarını sağlardı; tıpkı aritmik buzdolabını evden çıkarması gibi. Mega-makine tıkır tıkır işlemeliydi; işleyişinde ortaya çıkan aritmi ileride büyük sorunlar yaratabilirdi. Ve babam saatleri çok sever, evinin duvarından duvar saati, kolundan kol saati eksik olmaz. Her şeyi paraya dönüştüren mega-makinenin temel ritmini, yine bir makine olan saat oluşturuyor çünkü. Emek ve üretim, saatin tiktaklarına gömülmüştür. Ve bu kapitalist makine bir yıkım makinesidir; yeryüzünün yıkımıyla beslenir. Ve her tik ve tak, yeryüzünün bedeninden bir parça koparır.


Yıkım makinesi tıkır tıkır çalışmıyor elbette; aksıyor ve her aksadığında aksaklığı giderenler, makineden en çok canı yananlar oluyor. Canı yananlar, yanan canlarının acısını makineye daha çok bağlanarak dindirmeye çalışıyor. Ve sonunda hayatın tamamı devasa mekanik bir makine gibi gözükür gözlerine. Yeryüzünün farklı ritimlerini makinenin mekanik ritmine göre yargılamak ve saatin tiktaklarıyla uyumsuz, aritmik bedenleri ıskartaya çıkarmak. Babamdan biliyorum, en tahammül edemediği, ritmi bozulmuş, hasta denilen bedenlerdir. Hayal pınarlarımız kurumuş; makinenin ritmi dışında başka bir ritim olabileceğini hayal edemiyoruz; zamanın saat zamanı, mekânın fabrika mekânı olmadığı bir hayat. Biliyorum itiraz edeceksiniz; artık ne mekân, fabrika mekânı, ne de zaman, saat zamanı; zamanı ve mekânı bayağı esnettiler. Babam modern zamanların fabrika insanıydı, bizlerse postmodern zamanların kafe insanları. Ama her ikimiz de makineye bağlanmadan edemiyoruz. Babam makineye bağlanmak için fabrikaya giderdi, bizim ise istediğimiz yerde bağlanma özgürlüğümüz var. Özgürlüğü, makineye nasıl bağlandığımıza göre tanımlıyoruz.
Bağlanmakta özgürüz. Fakat neye bağlandığımız önemli. Bir organizmaya mı yoksa bir bedene mi? Organizmaya bağlandığımızda organizmanın organına dönüşüyoruz. Antonin Artaud uyarmıştı: “Organizmalar bedenin düşmanları”. Babamın bağlandığı mega-makine, bedenin düşmanı bir organizmaydı. Bir de Deleuze ve Guattari’nin kavramsallaştırdığı arzulayan makineler vardır. Arzulayan makineler “yalnızca bozuldukları zaman çalışır” (Anti-Oedipus). Organizmanın despotik ritminden koptukları zaman çalışan makineler. Bir organizmanın yeri ve işlevi tanımlı organları olmayı bırakmış ve başka bedenleri arzulamaya başlamışlardır. Olmadık bağlantılar icat ederek despotik ritimden uzaklaşır ve farklı ritimler yaratabilirler. Lefebvre soruyor: “Henüz var olmayan birinin, o birinin var olmasına yol açacak portreyi yapmak mümkün müdür?” Mevcut olanın portresini yapmak kolay, despotik ritimle salınan bedenlerin. Oysa makineler çoktan bozuldu; bozulan ve beklenmedik bağlantılar icat eden, farklı ritimlerle salınan bedenler çoğalıyor. Var olmalarına yol açacak portreyi yapabilir miyiz?

KAİDESİZ OLAĞAN ZAMANLAR

RAHMİ ÖĞDÜL
26.06.2020

Kaidenin üzerinde yükselen hiçbir şeyi sevemedim. Yan yana duran, aralarında dolaştığım şeyleri sevdim en çok; dokunduğum, bana dokunan, birlikte yürüyebildiğimiz, yürürken birlikte düşünüp dönüşebildiğimiz. Her kim ya da her ne olursa olsun, kaideye çıkıp yeryüzünün şeylerine tepeden bakmasını asla içime sindiremedim. Ne çok şey var oysa hayatta, aramızda dolaşırken, sonra kaidenin tepesine yerleştirip göklere çıkardığımız? Kaide, üzerine yerleştirileni çok geçmeden bir ikona dönüştürüyor. Biliyorsunuz, ikonlar sadece tapınmak içindir. Ve her ikon temsil ettiği şeyi göstermek yerine saklıyor. O yüzdendir ikonaklastların ikonları ya da Luddistlerin makineleri kırmaları. Ikonlar ve makineler, parlak yüzeylerinin altında yeryüzünün yıkımını gizliyor. Ve kaideye yerleşip ikonlaşanlar, kaidelerini yitireceklerini anladıklarında, makineyi devreye sokuyorlar; birden sahnenin sağ üst köşesinden deus ex machina (makine tanrı) indiriliyor. Ve kaide olduğu yerde kalıyor. Iki eksenli bir dünyada yaşıyoruz ve eksenler algılarımızı belirliyor. Dikey eksene yerleştirilen her şey değer kazanırken, yatay eksende yan yana duran şeyleri ise değersiz olarak algılıyoruz. Ve değer verdiğimiz bir şeyi kaidenin üzerine yerleştirdiğimizde yeryüzünden giderek uzaklaşıyor.

Sorun, kaidenin kendisinde. Kaide, üzerine yerleştirileni bozuyor. Kaideye kim yerleştirilirse yerleştirilsin, yeryüzünden uzaklaştıkça yeryüzünün şeyleri gözünde değersiz böceklere dönüşecek, yeryüzü de aşağılık bir yere. Kaidenin üzerindeki, yeryüzünü sevmiyor, çünkü yeryüzünün kuvvetleri kaidesini durmadan aşındırıyor. Bu yüzden yeryüzünün dinamik kuvvetlerini toptan istisna olarak tanımlamış ve iktidar statiğinin yasasını kaidesine kazımıştır: “Istisnalar kaideyi bozmaz”. Ve o zamandan beridir istisnalar kaideyi bozmuyor. Yeryüzünün devinimleri, felaketler olarak algıladığımız devrimleri, dikey eksene yerleştirilmiş her şeyi alaşağı ettiğinde, çok geçmeden her şey eskisi gibi kaidelerin üzerinde yeniden yükseliyor. Egemenleri temsil eden anıtlar, heykeller toplumsal devrimler sırasında devrilse de kaidenin üzerinde yenileri bitiyor. 1871’deki Paris Komünü sırasında halk tarafından yıkılan Vendome Sütunu, daha sonra yeniden yerine dikilmişti. Devrim yan yana duran ve yan yana durmayı bir yaşam biçimi olarak savunanlar tarafından yapılır, ama devrimden sonra değişen tek şey, kaidenin üzerindekiler. Oysa istisna dedikleri, kaidenin olmadığı, yan yana durabildiğimiz ve birbirimize dokunabildiğimiz, yeryüzünün olağan hâlidir.
Anıtlar, egemen tarihin taşlaşmış hâlleri. Ve anıtlar, bir mekâna yerleştirildiğinde, mekânın zamanı da taş kesiliyor. Meydanlarda yükselen anıtların zamanı hep iktidarı gösteriyor. Oysa meydanlar, durmaksızın akan zamanın dere yatakları gibidir; sel sularının kim bilir hangi topraklardan getirdiği parçalar meydanlarda yeni karışımlar yaratabiliyor; iktidarın hiç hesaplamadığı tuhaf birleşmeler. Ön görülemeyen, rastlantısal karşılaşmalarla kendi biçimi üreten, değişimlere gebe döl yatakları. Ama anıtlar, mekânın anlamını sabitleyerek, meydanı olası başka okumalara kapatır. Anıtlar sayesinde iktidar meydanı kendi anlatısıyla doldurarak kısırlaştırır. “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hakim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler” (Lefebvre, Ritimanaliz, Sel). George Floyd’un katledilmesiyle başlayan ayaklanmaların öfkesi, siyasi iktidarın mekâna hakim olmak için yerleştirdiği anıt-heykellere yöneldi. Ve şehirli yurttaşlar egemen anlamı saptırmak yerine, anıtları sökerek anlamı tamamen ortadan kaldırdılar.
Ama kaideleri hâlâ yerinde duruyor. Egemen tarih anlatısı anıtların yerinden sökülmesiyle değişmez. Kaideler, iktidar anlatısının yeniden boy atarak mekânı ele geçirmesini sağlayan filizlerdir. Ve iktidar tarihi, birbiri peşi sıra kaidelerin üzerinde yükselen ikonların tarihidir. Kaide, dikey ekseni değerli, yatay ekseni, yani yeryüzünü, yan yana durabilmeyi değersiz kılmaya yarıyor. Kaidenin kendisi istisnadır; yan yana durabildiğimiz, birbirimize dokunabildiğimiz olağan zamanları hatırlayın!

21 Haziran 2020 Pazar

KARTON YURTTAŞ KAMPANYASI

RAHMİ ÖĞDÜL
19.06.2020
Yokuz aslında. Kâğıt üzerinde varız; resmi kayıtlarda, kimlik kartlarında numara ve biyometri olarak. Sağ olsun kulüp yetkilileri, bu ontolojik sorunu çözmek için kampanya başlattılar ve karton maketlerimiz tribünlere yerleştirilince sonunda kamusal mekânda görünür olduk. Üstelik kartonun kalınlığından dolayı boyutumuz arttı, derinleştik, üçüncü boyuta geçtik. Ama hâlâ zaman denilen dördüncü boyutumuz eksik. Tabii, her şey birden olmuyor, zamanla o da olur inşallah. Şimdilik zaman boyutumuz olmadığı için bizleri taşıyıp diledikleri yere yerleştirdiklerinde öylece kalabilme yeteneğimiz var. Buna yetenek mi demek gerek, bilemedim. Çünkü yeryüzünün canlılarında böyle bir yetenek yok; bir tek bizde var. Onlar etkileyen ve etkilenen bedenler olarak yaşadıkları ortamın uyaranlarına tepki verebiliyorlar. Bitkiler bile durdurdukları yerde duramıyor. “Ama kimi hayvanlarda hibernasyon var”, diyeceksiniz, ayılarda da görülen kış uykusu. Kaç mevsim geçti, hâlâ uyanamadık; uyanacağımız da yok. Buna kış uykusu değil, üzerine ölü toprağı serpilmiş denir. Ölü taklidi yapa yapa sonunda yaşamayı unuttuk.
Karton maketlerin üzerindeki fotoğraflarda yaşıyoruz şimdi. “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz” (M.C. Anday). Tuhaf gerçekten, görünüşe bakılırsa hayattayız, ama fotoğraflarda hiç olmadığı kadar net çıkıyoruz. Victoria döneminde ölüler fotoğraflarda, birlikte poz verdikleri canlılardan çok daha net çıkıyorlardı. 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde, yakınlarını kaybeden aileler, ölen yakınlarıyla birlikte uzun pozlama süresi gerektiren kameraların önünde poz veriyorlardı. Poz vermeyi en iyi becerenler ölülerdi tabii ve fotoğraflarda en net çıkanlar da onlar. En iyi taraftar, en iyi resim veren taraftardır; kımıldamadan öylece duran, sesini çıkarmayan. Seyirci dediğin, yerini bilmeli. Yoksa tribünlere oynayan iktidar, bu kadar rahat oynayabilir mi? Bir de karton taraftar çok kullanışlı; sınıflandırması, istiflemesi, taşıması kolay. Araçlara yükleyip toplantı yapacağınız alanlara kolaylıkla yerleştirebilirsiniz. Pandemi yerini pan-despotik koşullara bırakınca zaten canlısına da gerek kalmadı.
Galiba en iyi becerdiğimiz şey, poz vermek. Sosyal medyanın yassı, iki boyutlu yüzeyine tutunma, bu yüzeyde var olabilme çabalarından biliyorum. Ekranlardan hayata taşıyor; estetize edilmiş ölü nesneler olarak poz veriyoruz durmadan. Oysa biz bu dünyaya özneler olarak gelmiştik ya da en azından bize öyle söylemişlerdi: “Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, onların özünde yatan anlamı çözmek kaygısıyla ve hayatın sırrına ulaşmak arzusuyla dopdolu bir özne olarak geldim ve talihsizliğe bakın ki, keşfede ede, öteki nesneler arasında bir nesne olduğumu keşfettim sonunda” (Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, Sosyalist Yayınları). Bir siyah olarak Fanon’un beyazların dünyasında kendini bir nesne olarak keşfetmesi, ikili karşıtlıklar dünyasında bizlerin de sürekli keşfettiği bir şeydir.
Etkin olanın kendini gerçekleştirmek için mutlaka edilgin olanın nesne-varlığına ihtiyaç duyduğu, etkin olanın edilgin olanı biçimlendirdiği ikili karşıtlıklar dünyasında, kendinizi her zaman bir başkasının anlam ağlarında asılı kalmış ölü bir nesne olarak bulabilirsiniz. Çünkü evrensel anlatı, ikili karşıtlığa dayanıyor. Ve bu anlam dünyasının hiyerarşik düzeninde, mutlaka birilerini alta yerleştirmek ve alttakilerin üstüne basa basa yükselmek gerek. Haliyle alttakiler de, üstte olanlara boyun eğerek daha üstün bir bütüne tabi olmak istiyor. Aynı zamanda bu, genelgeçer düşünme biçimi: tikel olandan genele doğru ilerlemek. Böyle bir düzende her tikelin, geneli temsil eden despota boyun eğmesi bekleniyor. Bilinç dediğimiz tam da bu işte: “Bilinç, ancak bir bütün kendini daha üstün bir bütüne tabi kılmak istediğinde ortaya çıkar... Bilinç, bizim uzantısı olabileceğimiz varlığa bağlı olarak doğar, bizi bu varlığa dâhil eden araçtır” (Nietzsche). Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, hayatın sırrına ermek için gelmiş bilinçli öznenin sonunda kendini kartondan ölü bir nesne olarak bulması, özne-nesne karşıtlığına dayalı bir dünyada kaçınılmazdır. Bu daha bir şey değil, başımıza kim bilir neler gelecek?

15 Haziran 2020 Pazartesi

BİRİ ŞU IŞIĞI KAPATSIN!

RAHMİ ÖĞDÜL
12.06.2020
Dünyadaki ilk gecemizdi. “‘Işık olsun’ dedi ve ışık oldu”. Şişhane’deki avizeciler durur mu? Işığı cam kristallerin çokgen yüzeylerinde çoğaltarak şehrin tüm kuytu köşelerine yaydılar. Gecemiz gündüz oldu. Sadece gecemizi yitirmedik, düşlerimizi de. Kimsenin aklına kalkıp ışığı kapatmak gelmiyor. O günden beri her şeyimiz gün gibi ortada. “Olmuş olan yine olacak. Güneşin altında yeni bir şey yok.” Hayal gücümüz, olmuş olanın yine olduğu, aynı olanın hep geri döndüğü kısır döngüde asılı kaldı. İmgelemimiz kurudu. Bir zamanlar gecenin karanlığında büyüttüğümüz asi düşlerimiz şimdi tezgâhlarda üç kuruşa satılıyor. Işık altında kurduğumuz hayaller ise kuru gıda reyonlarında alıcı buluyor. Gizlimiz saklımızın kalmadı, karanlığımızı yitirdik. Hayal gücü karanlıkta filizlenir oysa ve yeni bir dünyanın tohumlarını taşır bağrında. Kaosun karanlık hayalleri olmasaydı, kozmos asla olmazdı. Işığın altında yeni bir şey yok, olmayacak da. Biri kapatsın artık şu ışığı!
Işığın altında hiçbir şey şaşırtmıyor bizi; her şey çok tanıdık. Nesneler, sabit nitelikleriyle karşımızda öylece durdukça biz, özneler de öylece duruyoruz. Bizi yerimizden eden ve düşündürten şey, aşina olmadığımız bir şeydir. Dile getiremediğimiz, dolayısıyla dile getirebilmek için mevcut formları eğip bükerek yeni ifade formları yaratmak zorunda kaldığımız bir şey. Karanlık, tanıdık nesneleri bile tekinsizleştiriyor. Gece ne büyük bir sanatçı; hazır-nesnelerle çalışıyor. Gün ışığından aşina olduğunuz bir nesneyi gece bağlamından çıkarıp karanlığının içine yerleştirdiğinde, artık o tanıdık bir varlık değildir, değişmiştir. Işık varlığın alanıysa, karanlık oluşun alanıdır. Karanlıkta nesneler, şekil ve kimlik değiştirip başkalaşıyor ve şaşırtıyorlar bizi; yüreğimiz hopluyor. Gregor Samsa, bir sabah uyandığında sırt üstü yatmış bir hamam böceği olarak bulmuştu kendini. Ne olduysa, gece olmuştur.
Karanlığın içinde henüz biçime bürünmemiş gizil güçler yatıyor. Ve yeni bir dünya bir tohum gibi karanlığın içinde doğum anını bekliyor. Farkında değiliz ama karnımız burnumuzda; ha doğurduk ha doğuracağız. Ikınmamız gerekiyor, yoksa dünya yine ölü doğacak ve ışığın altında her zamanki gibi zulüm ve katliamlar olacak. Yaşanası bir dünyayı doğuracaksak biz doğuracağız, ellerimizle. Ve dünya da bizi doğuracak, hiç olmadığı kadar kudretli bedenlerimiz olacak. Işık gözümüzü alıyor; doğmakta olanı fark edemiyoruz. Kapatalım artık şu ışığı ya da gözümüzü hiç ayırmadan dosdoğru ışığa bakalım, körleşene dek. Yoksa mevcut dünya yine kana bulanacak.
Kurt adam hikâyelerini bilirsiniz, hayvan-oluşlar. Gece, hele bir de dolunay varsa, güneş ışığında köseleleşmiş teniniz şamanın davulu gibi gerginleşir; algılanamaz titreşimleri bile duyumsar hale gelmiştir; hayvani duyumsama gücü. Dünyanın öbür ucunda bir kelebek kanat çırpsa, tüyleriniz diken diken olur, ruhunuzda fırtınalar kopar. Işık altında bedeniniz, belirli işlevlerin belirli bölgelerle sınırlandırıldığı, haritalandırılmış bir arazidir. Oysa karanlıkta, harita silinmiş ve bedeniniz arzunun sınırsız göçebe mekânına dönüşmüştür. Artık neresinin masum bir dokunuşa, neresinin erotik bir hazza yol açacağını kestiremezsiniz. Tepeden tırnağa yeryüzü olmuşsunuzdur. Yeryüzünün, henüz biçimlenmemiş göçebe kuvvetleri dolaşır teninizde. İçine hapsolduğunuz kimliğiniz silinir. Söndürelim ışıkları, yoksa kimlikler bizi öldürecek. Maddeye gömülelim.
Madde karanlıktır; aklın hakikatine direnir. Despotik aklın hakikat dediği, göklerden devşirdiği ve maddeye giydirdiği ışıklı deli gömlekleridir. Bizim hakikatimiz ise yeryüzünün maddesine gömülü; henüz karanlıkta kalsa da doğduğunda despotik formlar düzenini alaşağı edecek. Bedeninizdeki karanlık maddenin nabız atışlarını işitiyor musunuz? İşitmek için ışığı kapatmanız gerek. Nabız atışları, gelmekte olanın ritmidir. “Maddenin özünde karanlık bir bitki örtüsü biter; maddenin karanlığında kara çiçekler açar. Yumuşaklıkları ve kokularının formülü önceden mevcuttur onlarda” (Gaston Bachelard, Su ve Düşler, YKY). Peki, çiçeklerin kokusunu duyuyor musunuz? Zannetmiyorum. Güneşin altında çürümekte olanın leş kokusu, hayatın tüm kokularını bastırıyor.

5 Haziran 2020 Cuma

VE DÜNYA KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞAR

RAHMİ ÖĞDÜL
05.06.2020
Havada süzülebiliyoruz. Kanatlarımız var, ama sadece havada asılı kalmaya yarıyorlar. Kanat çırpmayalı çok oldu. Kullanılmadıkları için dumura uğradılar, geriye güdük çıkıntılar kaldı. Havada asılı kalanlardan biri, “çırpamasak da hiç değilse kanatlarımız var” diye içinden geçiriyor. Bir diğeri, “ya olmasalardı, alimallah yere çakılırdık” diye şükrediyor. Düştüklerinin farkında değiller. Şimdilik her şey yolunda. Mathieu Kassovitz’in 1995 tarihli La Haine filminin açılışındaki 50’nci kattan düşen adamın hikâyesine benziyor bizim hikâyemiz. Her katta kendini rahatlatmak için, “buraya kadar her şey yolunda” diyen adamın. Giderek irtifa kaybediyoruz ve yere çakılmamıza az kaldı. Filmin açılışında uzayın derinliklerinden yerküreye doğru yaklaşan bir Molotof kokteyli dünyaya çarptığında, yerküre ateş topuna dönüşür. Dış ses: “Önemli olan düşüş değil, yere iniştir.”
Yere iniş Minneapolis’te gerçekleşti. George Floyd’un çırpamadığı siyahî kanatları bir işe yaramadı ve yere çakıldı. Boğazına basarak soluğunu kesen polis, “nefes alamıyorum” feryatlarını işitmedi bile. Ve Floyd’un düştüğü şehir ateş topuna dönüştü. Müslüm Gürses söylemişti: “Yakarsa dünyayı garipler yakar”. Garip; kimsesiz, zavallı, biçare, yoksul, düşkün, tuhaf anlamlarını taşısa da, yabancı anlamına gelen Arapça kökenli bir sözcük. Nişanyan Sözlük, fiil hali olan “garaba”nın, “ayrıldı, uzaklaştı, yola gitti” anlamlarına geldiğini belirtiyor. Garip, memleketinden ayrılan ve gittiği her yerde hep yabancı olandır. Yabandan gelmiştir ve yabanın karanlığı bedenine sinmiştir. O yüzden gariplerin rengi siyahtır. Yerlerinden koparılıp köleleştirilenlerin, kentlerin emek pazarlarında bedenlerini üç kuruşa satmak zorunda kalanların, sömürülenlerin tenleri hep siyahtır.
Siyah, kendilerine beyaz rengi layık gören yerleşiklerin, yabancılara, göçmenlere baktıklarında gördükleri renktir. Yerleşiklerin saflığını bozacak kir lekeleri. Gariplere asla beyaz renk yakıştırılmaz. Beyazlaşabilirler; ama beyazların gözünde gariplerin beyazlaşması, üzerine kat kat beyaz boya sürseniz bile duvardaki siyah lekenin bir süre sonra yüzeye çıkması gibidir; hep lekeli. Kendilerini yerleşik değerlerle, yasa koyucunun beyaz normlarıyla, yasalarıyla tanımlayanlar, yabancının siyah bedenine muhtaçlar. Çünkü beyaz olduklarını kanıtlamak için siyah renk gerekli. Garipler temizlik malzemesi gibidir, onlarla arındırırlar kendilerini. Despot ne zaman saflıktan söz edip evde temizliği başlatsa, hane halkı gariplerden işe başlar. Etnik, cinsel ya da dinsel temizliğe kalkışanlar, gariplerin kanıyla temizlerler kendi kirlerini. O yüzden beyaza en çok yakışan renk, kan kırmızısıdır.
Garip, sadece dışarıdan, yabandan gelen değildir. İnsan, yerinden ayrılmadan da garipleşebilir. Yüzyıllardır farklılıklarına rağmen aynı topraklarda yaşayanlar, yasa koyucunun beyaz yasalarıyla birden, homojen kütlenin içinde göze batan siyah lekelere dönüşebilirler. Memleketi insanı terk etmiştir. Bir zamanlar, birbirine karışmış alacalı bulacalı renkleriyle coğrafyayı ebruli bir yüzeye dönüştürenler, dünyayı sadece siyah ve beyaz gören yasa koyucunun gözünde pisliklerdir. O yüzden gökkuşağı yasa dışı ilan edildi. Ve liberal rüzgârların etkisiyle havalanmış garipler, çırpamadıkları güdük kanatlarıyla havada asılı kaldılar şimdi. Hava esmiyor. Eski güzel günlerin esintilerini hatırlayanlar, hâlâ hak ihlallerinden bahsedebiliyor. Oysa süzüle süzüle düşüyoruz. Güdük kanatlarımız sadece düşüşümüzü geciktiriyor. Nefesimiz kesiliyor, soluk alamıyoruz. Havada asılı kalanlardan biri, “buraya kadar her şey yolunda” diyor; bir diğeri ise, “önemli olan düşüş değil, yere iniştir”. Bence de. Yere iniş, cennetten kovuldukları halde, hâlâ kendilerini cennette sananların yeryüzüne ayak basmaları ve bedenleşmeleridir. Pessoa “asla gerçekleşmiyoruz” diye not düşmüş Huzursuzluğun Kitabı’na (Can). Havada asılı kaldığımız sürece asla gerçekleşmeyeceğiz de. Despotların siyah-beyaz dünyasını yakarsa, ayakları yeryüzüne basmış garipler yakar. Ve dünya küllerinden yeniden doğar. Zümrüdüanka kuşununki gibi çırpabileceğimiz geniş kanatlarımız olur ve kanatlarımızda da yeryüzünün ebruli ve asi renkleri.

31 Mayıs 2020 Pazar

YERİNİZDEN MEMNUN MUSUNUZ?

Lucian Freud, "Kuşlu Manzara", 1940
RAHMİ ÖĞDÜL
29.05.2020
Sizi yerinizde tutan ne? Yerin ruhu mu? Yer ile uzam arasındaki farkın ruh olduğunu söylüyor Yi-Fu Tuan. Uzam ruhsuzdur; çünkü onu henüz bir giysi gibi sırtınıza geçirmemişsinizdir. “Duygusal anlam ifade eden bir yerin kişiliğinin olması, eski bir yağmurluğun karakteri olduğunu söylemek gibidir. Yağmurluğun karakteri onu giyen ve giydikçe de çok seven insanın yüklediği bir anlamdır. Yağmurluk kullanmak içindir, ama bu durumda zamanla kendine özgü dikimi, şekli ve kokusuyla bir kişiliği olur. Yer de aynen böyledir”. O halde uzamı, kesilip biçilmemiş, henüz bedene uygun bir giysiye dönüştürülmemiş kumaş topu olarak tanımlayabiliriz. Ne demişti Protagoras? “İnsan her şeyin ölçüsüdür”. Uzam, insanın ölçüsüne göre biçimlendirildiğinde ve ona anlam yüklendiğinde yere dönüşüyor. Bu anlam yerin ruhudur. Evimiz de sırtımıza geçirdiğimiz giysidir; kullandıkça biz ona alışırız, o da bize. Her evin bir ruhu vardır, bedenlerimizin biçimini alır, kokumuz siner her köşesine.
Yerin ruhu, yerleştiğiniz yere sinen bedeninizin kokusudur. Beden bir yere tutunur ve o yerin ritmiyle tutarlı hale gelir. Bedenin tutarlılığı alışkanlıkların tutarlılığıdır. Alışkanlıklar mı yere bağlıdır yoksa yer mi alışkanlıklara? İşler karışır. Yer değiştirdiğinizde yeni alışkanlıklar edinebilirsiniz ya da içine doğduğunuz ve sizden önce de var olan toplumsal, çevresel, dilsel alışkanlıklar, yer değiştirseniz de peşinizi bırakmazlar. “Yeni bir ülke bulamazsın/Yeni bir deniz bulamazsın/Bu şehir arkandan gelecek” (Kavafis). Nostalji, sılayı özlemekten daha çok alışkanlıklardan vazgeçememektir. Alışkanlıklarınızı değiştirdiğinizde sıla özlemi geçer; iyileşirsiniz. Ama kolay mı, yerin alışkanlıklarına tutunmuş bir bedeni terk etmek? Şehir değildir peşinizden gelen, bedeninizdir. Bedeninizle birlikte o şehri de her yere taşırsınız; tutarlılığın göstergesi. Beden yeni yerde ancak kendine tutunabilir ve düşman kuvvetler tarafından kuşatılmış bir adaya dönüşür. Bedenin, dışarıya her adım attığında tutarlılığını bozacak kuvvetlerden kendini sakınması gerekir. İşin tuhafı, terk ettiği şehir çoktan değişmiştir. Ve beden, olmayan bir şehrin alışkanlıklarını savunurken bulur kendini. Yersiz kalan ruhun, bedeninden başka sığınacağı şehri kalmamıştır.
Ama bir yer olarak her beden, tıpkı şehirler gibi, içine yerleştiği yeryüzü ile birlikte hayatta kalabilir ancak. Şehirlerini yitirmiş ruhları, ara sıra yitirdikleri şehirlerin sokaklarında dolaştırmak gerekir. Japonlar, “kami” dedikleri ruhları yılda bir gün tapınaklarından dışarı çıkarır ve şehrin sokaklarında dolaştırırlar. Kami’lerin neler hissettiklerini bilmiyoruz. Ama bizlerin, yersiz kalan ruhların neler hissettiğini çok iyi biliyoruz. Her dışarı çıktığımızda bambaşka bir çehreye bürünüyor şehir ve acı çekiyoruz; nostos algos: eve dönememenin acısı. Eskiden yeryüzünün kumaşından yerimizi kendimiz dikerdik. Dikimi, şekli ve kokusuyla evimiz olurdu. Havadardı, yeryüzünün nefesi girerdi içeri; yeryüzünün nefesiyle yollara düşerdik. Ama artık hazır giyim, konfeksiyon yerler var; giysiler gibi, boy boy. Yeryüzünün hayat verici nefesi içeri girmesin diye tasarlanmış lahitler. Parası olan battal boy yer alabiliyor kendine. Parası olmayanlar, yoksullar, göçmenler, buldukları bir boşluğa/uzama sığınıyor ve tıpkı kumru gibi, dışarıdan taşıdıkları çer çöp ile boşluğu yer haline getiriyorlar.
Çocukluğumdan kalma bir tekerleme, kulaklarımda çınlıyor. Akşamın alacakaranlığı çöküp de anneler şehrin sokaklarında oynayan çocuklarını evlerine çağırdıklarında hep birlikte, “evli evine, köylü köyüne, evi olmayan fare deliğine” tekerlemesini söyler ve sonra evlerimize dönerdik. O yüzden ev denince hâlâ içim sızlar. Yeri olmayan ruhların üşümesiyle ürperir bedenim. Salgın günlerinde hayatta kalmak için kapanacak yeri olanlar, lahitlere alışanlar, dışarı çıktıklarında o şehri yerinde bulamayacaklar; şehrin sokaklarına tutunamayacaklar. Yasa koyucu boş durmuyor, terk ettiğimiz yerler despotik ölçülere göre yeniden biçimlendiriliyor; insan değil, despottur her şeyin ölçüsü. Yerini yitirmiş ruhlar burunlarını fare deliklerinden dışarı çıkarabilecekler mi acaba? Merak ediyorum. Ruhum üşüyor, ürperiyorum.

22 Mayıs 2020 Cuma

DELİ GÖMLEKLERİ HİÇ YAKIŞMIYOR SİZE

Holbein, "Elçiler", 1533
RAHMİ ÖĞDÜL
22.05.2020
Herkes gibi ben de özlediğim hayatı seyretmek istiyorum. Gelgelelim her tıkladığımda reklam çıkıyor karşıma. Sağ alt köşedeki “reklamı atla” seçeneğine tıklıyorum, düğme çalışmıyor; kâbus gibi. Ya özlediğiniz hayattan vazgeçeceksiniz ya da reklama katlanmak zorunda kalacaksınız. Seçenek düğmeleri bir işe yaramıyor. Temsili demokrasilerde sunulan seçeneklerden hangisine tıklarsanız tıklayın, görüntü değişmiyor; hep aynı temsil. Seyretmeye devam ediyoruz, reklamlar bir gün bitecek diye.
Özlediğimiz hayatlara kavuşmak umuduyla malları ya da mallaşmış hayatları satmaya çalışan o arsız ses ve görüntülere maruz kalıyoruz. Galiba sorun seyretmek. Çünkü özlediğimiz hayata seyrederek kavuşmak istiyoruz. Bizim sorunumuz çerçevelenmiş ve kurgulanmış, hazır-yapım bir hayatı istemek. Resim tarihinin ürettiği temsiller ile gerçeklerini birbirine karıştırdığımızdan beri, hayatı da bir tablo olarak algılamaya başladık. Beyaz küplerin içinde çerçevelenmiş statik hayatları seyretmeye bayılıyoruz. Ama hayatın statik olmadığını, kıyısı olmayan zamanın durmadan aktığını ve ancak bir dalgıcın, akışa dalarak yüzeye yeni formlar çıkarabileceğini biliyoruz. Ama bilmezlikten geliyoruz. Kim uğraşacak şimdi, hazır-yapım hayatlar varken; görsel kültür ürünleri.
Kültürlüyüz, iyi bir tablodan, iyi filmden keyif almasını biliyoruz. Evlerimiz kitaplarla dolu; kitapların önünde pozlar verebiliyoruz. Kültür, hayatın önüne geçtiğinde ve önünde poz vereceğiniz formlara dönüştüğünde, Holbein’ın tablosundaki “Elçiler”den bir farkımız kalmıyor. Tabloya ya da hayata doğrusal değil de eğri baktığınızda, tablonun alt kısmında, karanlık göz çukurlarıyla bize bakan kurukafa, birlikte poz verdiğimiz kültür nesnelerinin geçici formlar olduklarını, tüm bu formların altında formsuzluğun yattığını hatırlatıyor. Karanlık göz çukurları bizi hiçliğin, kaosun içine çekiyor. Kaostan yüzeye her çıktığımızda beraberimizde yeni formlar getirebilme yeteneğimiz var. Oysa kaosu olmayanlar, üst üste yığdıkları ölü formlarla kuruyorlar kozmoslarını ve ölü formlar arasındaki bir kültür formuna dönüşüyoruz.
Kültür dediğimiz nedir ki? Hayatın kesintisiz akışından yüzeye çıkardığımız formların toplamı değil mi? “Hayatın yaratıcı hareketinin hayata ifade ve gerçekleşme formları sunan bir takım yapıtlar (artefakt) ürettiği yerde, buna kültür deriz: Medeni kanunlar ve anayasalar, sanat eserleri, din, bilim, teknoloji vb. Bunlar, hayatın kesintisiz akışını içlerine alıp ona form ve içerik kazandırır” (Georg Simmel). Formsuz olamıyoruz, ancak bir form ile kendimizi zaman ve mekân içinde ifade edebiliyoruz. Aksi takdirde hiçliğin dipsiz çukurunda boğulabilirdik. Fakat hayatın yaratıcı hareketiyle biçimlenen formlar, hayat kesintiye uğratıldığında, hayatın akışından soyutlanıp bağımsız biçimlere çevrilmeye ve hayatın çok gerisine düşmeye başladıklarında, hayata giydirilen deli gömleklerine dönüşüyor. Simmel hatırlatıyor: “İlk oluşma anlarında hayatla uyumlu olabilirler; ama hayat kendi evrimini sürdürdükçe, bu formlar katılaşıp sabitleşmeye başlar, hayata yabancı, hatta düşman hâle gelirler.” Formlar, hayata düşman kesildiklerinde kültür de bize giydirilmiş deli gömleğidir. Ama hayat hâlâ deli gibi akıyor. Hayata katılmak için yeterince deliremedik demek ki. Delirebilseydik, gömlekler çoktan parçalanmış ve yeni ifade biçimleri icat etmek için hayatın yaratıcı hareketine çoktan katılmıştık bile.
Dubuffet haklı: “Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var” (Boğucu Kültür, Dost). Bir zamanlar hayatın yaratıcı hareketinin ifade biçimleri olan formlar kutsal emanetlere dönüşmüşse, hayat yaşanmaz artık, seyredilecek ve iman edilecek formlara dönüşmüştür. Formlara iman edenlerin oluşturduğu kültür cemaati, sadece özlediği formları, hazır-yapım hayatları seyretmek istiyor. Özledikleri formlar yitirdikleri ülkedir. Bedenlere en dar gelen deli gömleği, yitirilen formlara duyulan özlemdir. Oysa deli gibi akan hayat yeni formlara gebe. Size deli gömlekleri hiç yakışmıyor. Hâlâ deli gömleği giyiyorsanız, yeterince delirmemişsiniz demektir.

15 Mayıs 2020 Cuma

İKİNCİ DALGAYI BEKLERKEN

Hokusai, "Kanagawa Açıklarındaki Büyük Dalga", 1829-33
RAHMİ ÖĞDÜL
15.05.2020
Evin kozmik düzeninde eşyalar, gökyüzündeki takımyıldızları gibidirler. Önce boşluk vardır ve takımlar boşluğa yerleştirilince kozmik düzen yaratılır. Sonra da özneler, yerleşik nesnelerin düzenine göre düzenlerler yaşantılarını. Ritimlerini sürdürebilmeleri, nesnelerin yer ve işlevine bağlı olduğu için, nesnelerin düzenini değiştirecek dalgalardan korkarlar en çok. İlk dalgayı atlatmışlardı. İkinci dalganın geleceğini haber alan özneler, evlerine yeniden yığınak yaptılar. Suların içeri girmesini önlemek için kapı eşiklerine kum torbaları yerleştirildi. Dalga geldiğinde, nesneleri ya sularına katıp götürüyor ya da nesnelerin yerlerini değiştiriyordu. Ve yerleşik nesnelerle kendilerini tanımlayan özneler, nesnelerin düzeninin bozulmasını yıkım olarak adlandırıyorlar. Yerlerinden edilen öznelerin, nesneleri tekrar aynı yerlerine yerleştirmek ve bildik yaşam tarzlarını yeniden kurmak gibi bir alışkanlıkları var. Ve bu sürece normalleşme deniliyor. Mesela ilk yaptıkları şey; yerinden kıpırdamış olan kralın oymalı, altın varaklı, ağır koltuğunu tekrar eski konumuna getirmek; çünkü nesnelerin ve öznelerin simgesel konumunu bu koltuk belirliyor. Ve ardından albenili nesnelerin yerleştirildiği tüketim tapınaklarına ziyaretler başlıyor. Hayatın dalgalarıyla kirlenmiş ruhlarını ölü nesnelerle arındırmaları gerekiyor. Biz kumsalda yaşayanlar için çok tuhaf bir yaşam biçimi.
Kumsalda hayat başka türlü yaşanır. Nesnelerin düzeni dalgalarla durmadan değiştirdikçe, ritimlerimiz de değişir. Bir sonraki dalgaya bekliyorduk. Deleuze’ün, Nietzsche’nin “ebedi döngü”süne atıfta bulunarak zarlar için söylediği, dalgalar için de geçerli: Dalgaların iki anı vardır: dalgaların atıldığı an ve dalgaların düştüğü an; atılan dalgalar, rastlantının olumlanmasıdır; kumsala düşerken oluşturdukları kombinasyon ise zorunluluğun olumlanması. Okyanusun açıklarında, yeryüzünün kim bilir hangi rastlantısal kuvvetleri tarafından atılmış dalgalar kumsala her düştüklerinde, kum ve çakılların yerleşim düzeni değişiyor. Ve biz dalgayı ve ortaya çıkan kombinasyonu olumlardık. Çakılların yeni düzeniyle birlikte yürüme tarzımız, algılarımız, dilimiz, düşünce biçimimiz de değişiyor. Yerleşiklerin, sabit nesnelere göre kurdukları ve simgesel anlamlar yükledikleri yaşantılarının tam tersi. Biz ruhlarımızı ölü nesnelerle değil, hayatın dalgalarıyla arındırıyoruz. Yeryüzünün dalgalarıyla oyunlar oynuyoruz. Anlayacağınız, neşeli bir varoluş bizimkisi.
Sabit nesnelerin arasına sıkışıp kalmaktan yorgun düşenlerin ve isyan edenlerin olduğunu işitiyorduk. Konstrüktivist diyorlarmış kendilerine. İçlerinden, Mayakovski adında biri, eve ve ev içindeki ölü nesnelere karşı savaşı başlatmış: “Kahrolsun ev ıvır zıvırları”. Hareket halindeki bireye gündelik yolculuğunda eşlik etsin ve bireyle birlikte sürekli biçim değiştirsin diye, “yoldaş nesneler” dedikleri nesneler icat etmeye başlamışlar. Bedenler mi nesneleri hareket ettiriyor, yoksa nesneler mi bedenleri? Bizim kumsalda bedenleri devindiren, yeryüzünün dalgalarıyla durmadan yer ve işlev değiştiren nesnelerdir. Yeryüzünün dalgaları karanın içlerine, yerleşiklerin yaşadığı yere ulaşsa bile, kalın duvarları aşması zordur. Kalın duvarlar, dalgaların içeri girip iktidarı yerinden etmesini önlemek için inşa edildi. O yüzden dalgayı içeride yaratmaları gerekiyor; sürekli yer ve işlev değiştiren nesnelerle. Dalgalanan nesneler, bedenleri de dalgalandırıyor.
Cortazár’ın “Ele Geçirilmiş Ev” öyküsünde, evin içindeki görünmez bir dalga, nesnelerin arasına sıkışmış evin sakinlerini yerlerinden sökerek kapının girişine dek sürükler. Ve sonunda sokakta bulurlar kendilerini. Sokak, rastlantının ve zorunluluğun alanı. Ve dediklerine göre sokakta, kaldırım taşlarının altında kumsal varmış. Dalgaların tuzlu kokusu, kaldırım taşlarının arasından kente yayılıp da toplumsal bedeni dalgalandırmaya başladığında, mevcut şeylerin düzenini ve hayatlarını değiştirmeye kalkışırlarmış. Ama kaldırım taşlarının üzerini asfaltla kaplamışlar şimdi. Bazen asfaltta oluşan çatlaklardan sızan dalgaların kokusu, kimi bedenlerde ürpermeye yol açabiliyor, rüzgârlardan biliyoruz. Tutsak kardeşlerimizin kanat çırpışlarını rüzgârlar kumsala getiriyor.

8 Mayıs 2020 Cuma

ETRAFINIZ SARILDI, TESLİM OLUN!


RAHMİ ÖĞDÜL
08.05.2020

“…Haritacılık Okulu, İmparatorluk’la birebir ölçekte bir İmparatorluk Haritası geliştirdi, öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu” (Borges). Gerçeğin temsili olan haritaların uzamı ve içindeki nesneleri ve hayatları biçimlendirdiği zamanlarda yaşıyoruz. Harita yeryüzünü kaplıyor, haritanın içinde dolaşıyoruz. John Pickles, “haritalar bölgeden önce gelir” (Uzamların Tarihi, YKY) derken, coğrafi bölgelerin, içinde yaşadığımız kentlerin haritaya göre inşa edildiğini vurguluyor ve tıpkı Borges’in imparatorluğu kaplayan birebir ölçekli haritası gibi, yaşantılarımız da haritayla birebir çakışıyor. Önce harita vardır; harita, varlıktan da önce gelir.

Hem kültürel olarak hem de gerçek anlamda sürekli olarak hareket eden özneyi haritalandırmak güçtür. Ama varlık, tanımı gereği değişmeden kalandır. Varlığı inşa etmek için önce bir çember çizmeniz ve içini eş merkezli dairelerle donatmanız yeterli; bir dart tahtası gibi. İşte size varlık! 11’inci yüzyıldan kalma Abingdon Labirenti olarak adlandırılan harita varlığı, eş merkezli dairelerin en merkezine yerleştirmiş; yeryüzünün kuvvetleri şekli şemailini bozmasın diye. Varlığı hakikat diye dayatanlar var; yeryüzünü ise, hakikati durmadan bozan hareketin, çokluğun, yani yanılsamanın yeri olarak aşağılayanlar. Çünkü varlık hakikatini göklerden almış, aşkın bir plana göre tasarlanmıştır. Abingdon Labirenti’nin içine, Latince varlığı gösteren “est” sözcüğü merkezdeki daireye denk gelecek şekilde, “Assumpta est Maria ad Caelestia” (Meryem Göğe Yükseldi) yazılmıştır. Varlık göksel, aşkın ‘bir’ hakikat ile bağlantı kurdukça var olabilir ancak. Varlık, aşkın hakikatin yeryüzündeki temsilcisi despot tarafından kuşatılmıştır. Fakat her şeye rağmen hayatı çemberin içine kapatmak zor, dışarıya taşmak ister.Dışarısı, oluşun mekânıdır, rastlantısal karşılaşmaların ve karışımlarım. O yüzden dışarısının da haritalandırılması ve karşılaşmaların önceden belirlenmesi gerekiyordu. Bu kez haritalandırılan coğrafi bedendir, yeryüzü.

Varlık, dışarı çıktığında yine aşırı kodlanmış bir haritanın içinde bulur kendini ve adı değişmiş, özne olmuştur. Bölgeler, içinde fiilen yaşadığımız mekânlar, nasıl harita adı verilen kayıtların, kodlamaların üst üste bindirilmesiyle oluşmuşsa, özne de harita içinde hareket ettikçe bıraktığı izlerin ve edindiği kodların üst üste bindirilmesiyle inşa edilir. Özne, artık sabit bir öze göre tanımlanamaz; haritada dolaştıkça iktidarın yakalama aygıtlarına yakalanır ve durmadan inşa edilen bir sürece dönüşür. Denetim toplumunda özgürlüğün, gezinmenin keyfini çıkaran özne, ister gerçek olsun ister sanal, haritada izlediği yollar, konakladığı yerler, okuduğu metinler, satın aldığı ve paylaştığı şeyler ile kendini durmadan ele vermektedir. İktidar, kaçış çizgilerini görünmez kılmak için yeryüzünü ve özneyi yeniden ve yeniden kodluyor. Haritanın içinde kıstırıldınız. Bunu ben söylemiyorum, iktidar söylüyor.

Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nda Dunkirk’teki Müttefiklere durumlarının çaresiz olduğunu kanıtlamak için havadan attıkları broşürlerdeki harita, tamamen kuşatılmış olduklarını gösteriyor ve broşürlerdeki yazı askerlere şöyle sesleniyordu: “İngiliz Askerleri! Haritaya bakın: Vaziyet ortada! Birliğinizin etrafı tamamen kuşatıldı. Teslim olun! Silahlarınızı bırakın!” (Pickles). Yasalarla, kurumlarla kodlanmış ve durmadan kodlanan bir dünyada kuşatılmışlık duygusu yaşamayan var mı? Ama haritadaki kuşatılmış bölgenin bir kenarı denizdir. Orhan Veli’nin dizeleri geliyor aklıma: “Ne duruyorsun be, at kendini denize/...Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol/Git gidebildiğin yere.” 1769’da Alman filozof Herder, denize açılmış ve düşünceleri kanatlanmıştı: “Kıyıdayken insan ölü bir noktaya takılı ve bir durumun dar çemberiyle sınırlı”. Varlığın çemberi, yerini öznenin haritasına bıraksa da, durmadan kodlanan hayatlarımız, haritadaki ölü bir noktaya dönüşüyor. Denize açılmak, despotun kodlamasından kurtulmak ve devrimci kuvvetlerle temas kurmaktır. Bir yanımız kuşatılsa da bir yanımız deniz: “Birlikte kürek çekmek, paylaşmaktır; tüm yasaların, sözleşmelerin ve kurumların ötesinde bir şeyleri paylaşmak” (Deleuze). Deniz bizi çağırıyor.

3 Mayıs 2020 Pazar

PEYZAJINIZI NASIL ALIRDINIZ?

Komar ve Melamid, "En Çok İstenen Resim, Danimarka", 1994

Komar ve Melamid, "En çok İstenen Resim, Amerika", 1994
RAHMİ ÖĞDÜL
01.05.2010
Bu soru böyle sorulmadı tabii. ABD’ye yerleşmiş Sovyet sanatçılar Vitaly Komar ve Alexander Melamid 1993’te National Institute’ten aldıkları ödenekle dünya çapında bir kamuoyu araştırması gerçekleştirdiler. Anketler ve toplantılar aracılığıyla, insanlara neyin resmini görmek istedikleri, iç mekân mı yoksa manzara mı tercih ettikleri, ne tür hayvanlardan hoşlandıkları, en sevdikleri renkler, hangi insanların resmedilmelerini istedikleri gibi sorular yöneltildi. Yaklaşık iki milyar insanı kapsayan bu araştırmadan çıkan sonuçlara göre her ülke için en çok istenen ve en az istenen tablolar resmettiler. Bu tablolar her ulus için en sevilen renkler, şekiller ve konuların kullanıldığı pastişlerdi. Toplumsal kimliği oluşturan, uygarlaşma sürecinde zihinsel peyzaja eklenen kültürel öğeleri, ya da doğayı tüketirken manzaraya katılan ulusal sosları tablolardan çıkardığınızda geriye hepsinde ortak öğelerden oluşan temel bir görüntü kalıyor: Ağaçlar, açık alanlar, su, insanlar ve hayvanların olduğu bir manzara (Denis Dutton, Sanat İçgüdüsü, Ayrıntı).
Doğanın kendi başına bir hikâyesi yoktur. Rönesans insanı Alberti’ye göre, çizgisel perspektifle tasarlanmış dengeli bir kompozisyon olarak resmin aynı zamanda mutlaka bir ‘istoria’sı, yani hikâyesi olmalı. Doğa, çerçevenin içine ancak hikâyenin dekoru olarak girebiliyor; insan faaliyetin sergilendiği bir sahne olarak. Ve İncil’deki İsa, havariler, aziz ve azizeler gibi ana ve yardımcı karakterlerin anlatıldığı hikâyelerin sembolik değerine bağlı olarak doğa anlam kazandı. Rönesans sanatçılarının Antik Yunan’ın yıkıntıları arasında pagan heykellerle karşılaşmaları, mitolojiye yönelik ilgiyi de arttırmıştı. Venedikli ressamlar, Knidoslu Afrodit imgesini, ya da Romalıların verdiği isimle Venüs’ü resimlerinin ‘istoria’sı yaptıklarında yeni bir Venüs imgesi icat ettiler: Bir manzaranın içinde sırt üstü uzanmış, çıplak ve baştan çıkarıcı bir kadın. Manzaraya Venüs’ün girmesiyle birlikte doğanın da anlamı değişti. Geçen hafta yazımda vurguladığım gibi, doğa, modern manzara resminde tek başına tuvali kaplasa da, baktığımızda, o uysal, baştan çıkarıcı, davetkâr Venüs’ü görüyoruz hâlâ. Doğa; edilgin, hazlarımızı yaşayacağımız bir kadın, fethedilecek bir manzara olarak sere serpe uzanıyor.
Fellini’nin 1973 tarihli Amarcord filminden bir sahne. Aile, akıl hastası amcaları Teo’yla birlikte kentin dışındaki çiftlik evine gider. Teo Amca birden ortadan kaybolur ve bir ağacın tepesine çıkıp “Kadın istiyorum!” diye bağırmaya başlar. Manzara, insansıların primat soyundan ayrıldığı ve erken insan evriminin gerçekleştiği Doğu Afrika savanalarını andırır: seyrek ağaçlar, kısa otlarla kaplı geniş açık alan; ufkun görülebileceği açıklık. Yazının başında söz ettiğim Sovyet sanatçıların anketi sonucu ortaya çıkan manzaranın aynısı. Uygarlaşma sürecinde katmanlarla kat kat örtülmüş manzara fikrini kazıdığınızda altından Savana manzarası çıkıyor. Savana Hipotezi olarak adlandırılan görüşe göre insan, insanlaşma sürecinin bir kısmını geçirdiği bu ortamı, belleğinin derinliklerinde gömülü olsa da unutmamıştır, hatırlar.
Seyrek ağaçlarla kaplı açık alan, avcı-toplayıcıların hayatta kalmaları için gerekiyordu. Ağaca tırmandıklarında hem yırtıcı hayvanlardan korunuyor hem de yerlerini, içinde bulundukları coğrafi bağlamla ilişkilendirebiliyorlardı. Oysa bizler, yerden tamamen soyutlanmış, coğrafya ile bağlantısı kesilmiş ortamlarda yaşadığımızdan beri, dışarıda uzanan doğaya baktığımızda, fethedilecek, boyun eğdirilecek, tüketilecek bir kaynak deposu görüyoruz sadece ve hep istiyoruz. Teo Amca’nın isteği, doğaya yöneltilmiş eril bakışın da arzusudur. Ve siyasal iktidarın istediği, kendi ‘istoria’sına göre biçimlendirdiği ve anlamlandırdığı toplumsal bir peyzaj, pastoral bir tablo yaratmak. Ama olmuyor. Tıpkı doğa gibi, hikâyesi olmayanlar; işçiler, kadınlar, eşcinseller, sömürülenler, ezilenler, velhâsıl ötekiler; kendi hikâyelerini/ tarihlerini yazmaya kalkıştıklarında peyzaj bozuluyor. Bugün 1 MAYIS! Peyzajı bozulan iktidar açısından talihsiz, bizim açımızdan tarihli bir gün. Asla unutulmuyor.

24 Nisan 2020 Cuma

HAYATI GERİ ALABİLİR MİYİZ?

Giorgione, "Uyuyan Venüs", 1510
RAHMİ ÖĞDÜL
24.04.2020
Manzaraya baktığımızda gözlerimiz kadın arıyor ve buluyor. Çırılçıplak uzanmış, edilgin ve davetkâr; arzularımıza boyun eğmeye hazır. Edgar Degas’nın ‘Paysage’ına dikkatle bakarsanız, sırt üstü uzanmış kadın bedeninin topografyayı oluşturduğunu fark edeceksiniz. Gözlerimizi ne zaman doğaya çevirsek, doğa sere serpe uzanmış bir manzaraya dönüşüyor. Doğa, hazlarınızı yaşamanız için sırt üstü uzanmış, sizi bekliyor.
Biçimlendirici etkin gücü eril, biçimlendirileni dişil olarak tanımladığımızdan beri doğa, eril akıl tarafından biçimlendirilen dişil özelliklerle donatılmış. Ve erkeğin nesnesini bir kadın olarak görme alışkanlığı, doğayı manzaralaştıran resim sanatından bize bulaşmış olabilir. Dürer’in ‘Perspektif Aleti’ gravüründeki obje olarak kadın mesela. Ya da Rönesans sanatçısı Giorgione’nin ‘Uyuyan Venüs’ündeki ön planda boylu boyunca uzanmış kadın, arka planda uzanan manzaranın topografyasını belirliyor; yumuşak, uyumlu eğriler pastoral, dişil bir manzara için gerekli.
Manzara dediğimiz ve bakışlarımızı içine yerleştirdiğimiz doğa temsilleri, kendimizi evimizde hissetmemizi sağlıyor. Manzara, eril bakışın boyun eğdirdiği ev nesneleri gibi, boyun eğdirilmiş doğadır. Manzara resmi, park ve bahçeler, yani doğa temsilleri; doğanın evcilleştirildiği ve tüketilebilir hâle getirildiği görsel kullanım nesneleri. Ve doğadan anladığımız, tüketilebilir bir temsildir. Kendi kendini biçimlendiren içkin kuvvetler alanı olarak doğa, birden temsili bozduğunda sadece görsel manzaramız bozulmakla kalmıyor; kavramlarla inşa ettiğimiz temsili düşünsel peyzajımız da alaşağı ediliyor : “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı gibi ayaklarımızın altından kaydı” (Darwin). Devrimi, mevcut şeyler düzeninin alt üst oluşu olarak tanımlarsak, yaşadığımız tam anlamıyla bir devrimdir: Viral devrim. İnşa edilen temsili düzen, bu temsili düzen içinde kurulmuş temsili hayatlar, temsilin dekorları, gerçeğin sismik dalgalarıyla alt üst olmuştur. Küresel ağlarla bir temsil alanı, bir sahne olarak inşa edilen dünya ile yeryüzünün temsil bozucu içkin kuvvetleri arasındaki boşlukta asılı kaldık.
Boşluk evlerimizdir. Boşluk, Taoculara göre henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeyler düzenini değiştirecek on bin varlığı, yani çokluğu içeriyor. Ama yaratıcı boşluk, yani evlerimiz, hiçbir şey olmamış gibi davranmamızı, normal hayatta yaptıklarımızı yapmamızı, böylelikle ruh sağlığımızı koruyabileceğimizi söyleyen dış sesler tarafından dolduruluyor. Kimisi, “evcil hayatınızı aynı uysallıkla sürdürün” diyor; kimisi, yaşadığımız zorunlu münzevi hayatı fırsata çevirmemizi, içimize dönmemizi ve kendimizi tanımamızı tavsiye ediyor.
Ve bu esnada dışarısı, hep olduğu gibi, doğal devrimlerden darbe koşulları üreten ve kurulu düzenlerini yeniden ve çok daha güçlü bir biçimde tesis etmeye çalışan hayatın düşmanları tarafından, hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal ediliyor. Ve biz içeride hayatta kalma pratikleriyle uğraşırken, gelecek hâlihazırda dışarıda inşa ediliyor olabilir. Sakın gelecekteki yerimiz şimdi ve burada belirlenmiş olmasın? Evler bizim geleceğimiz mi? Hep aynı alışkanlıkla normal hayatımızı sürdürüp, bıkmadan usanmadan kendimizi tanıyacağımız, tanıdıkça sosyal medyada paylaşacağımız ve beğeni aldıkça var olmanın keyfini çıkaracağımız evler.
Oysa yapılan şey, varoluşun kudreti, en mahrem karanlığınızı, içinizdeki direngen çokluğu ihbar etmekten başka bir şey değil. Sosyal medyada var olmak, iktidarın elektronik sinir ağına eklemlenmek ve bedenlerinizdeki asi güçleri bir muhbir gibi durmadan ifşa etmektir.
İktidar manzarayı çok seviyor; topluma baktığında uysal bir kadın görüyor; sere serpe uzanmış, direnmeyen, mahremini paylaşmaya hazır. Tamamen evcil nesnelerden oluşan temsili bir toplum iktidarın hayaliydi, gerçek oldu. Ama bedenler asla edilgin değildir; tecrit günlerinde bile evdeki şiddete direnen kadınlardır. Ve doğa bedenlerin kıvrımlarında en direngen, asi güçlerini biriktiriyor; evlere sığmayacak, sokaklara taşacak ve temsili bozacak denli kudretli. Hayatı geri alabilir miyiz?