27 Ağustos 2010 Cuma

TRAMPETİN ÇAĞRISI


RAHMİ ÖĞDÜL

26 Ağustos 2010

Semtimizin ana caddesine takılıyor çoğunlukla. Elinde eski bir otomobilden çıkma direksiyon ile caddede araba sürer gibi yaparken görüyorum bazen; yaşı otuz beşin üstünde olmalı; zayıf olduğu için yaşından daha genç bile gösteriyor. Geçen gün cadde üzerinde yine ona rastladım; bu kez nereden bulduysa izci kıyafeti vardı sırtında; boynuna astığı trampetini bozuk bir ritimle çalarak caddenin kenarında yürüyordu. Cadde esnafı ve yoldan geçenlerin bir kısmı bu tek kişilik başıbozuk-geçidi gülümseyerek izliyor, çoğunluk ise aldırmadan yoluna devam ediyordu. Birden karşı kaldırımda bu olaya hiç de kayıtsız kalmayan, hatta çok fazla ciddiye alan birini gördüm. Bir askeri tören ciddiyetiyle hazır ola geçip sağ eliyle asker selamı veren bu kişi semtimizin bir başka delisiydi. Delilerimizden biri tek kişilik bir gayri resmi geçit düzenlerken, bir diğeri ise bunu ciddiye alan tek kişi olarak gereken saygıyı gösteriyordu. Bu seyirlik olayı, hayatlarında kesinti, kırılma yaratmadan izleyen kaldırımdaki akıllılara bakınca, ‘deliyi ancak bir deli anlıyor, o da yanlış anlıyor’ diye geçirdim içimden.

BİZİMKİSİ SEYİRLİK HAYATLAR
Biz ‘akıllılar’ bu gösterinin aktörleri değildik, sadece izliyorduk. O kadar alıştık ki seyirci olmaya, televizyon seyretmediğimiz zamanlarda gündelik hayat içinde gözlerimiz hep bir seyirlik arıyor. Gündelik hayatın gerektirdiği, rutine bağlanmış tekrarlar içinde debelenip dururken, anlık bir değişiklik yaratacak, bir an bizi gündelik rutinden uzaklaştırıp oyalayacak bir gösterinin çıkmasını bekliyoruz; ama bu gösterinin katılımcıları değil de seyircileri olmayı yeğliyoruz; üstelik bu gösterinin gündelik rutinin bir parçası olduğunu da unutuyoruz.

Milyonlarca minik gözden oluşmuş dev petek gözümüzle pusuya yatmış bir izlerkitle olarak, olan bitenleri izlemekle yetiniyoruz sadece. Temsilcilerimizin sahneye koydukları temsilleri izliyoruz. Gezegenin çöküşünü, adaletsizlerin, eşitsizliklerin acımasız sonuçlarını, sergi salonlarındaki işleri, cinayetleri, eziyetleri, zulmü, anayasanın hazırlanışını, kentlerimizin biçimlenişini ve daha bir sürü hayatımızı doğrudan ilgilendiren şeyi, TV şovu izlemenin rahatlığıyla, yanımızdan eksik etmediğimiz koltuklarımıza gömülmüş, seyredebiliyoruz.

HAZIRA KONDUKÇA HAZIRIZ
Hep birileri bizim adımıza bir şeyler hazırlıyor; anayasayı hazırlıyor, kahvaltımızı hazırlıyor, yaşadığımız ortamları hazırlıyor, yatağımızı hazırlıyor; biz sadece ve sadece bu hazırlanışları izliyor ve hazıra konmanın hazzını yaşıyoruz, hazıra kondukça daha fazla hazıra konma isteği kabarıyor içimizde ve daha fazla uyuşuyoruz. Birilerinin adımıza aldıkları kararları, hazırladıkları şeyleri seyirci refleksiyle alkışlamak, yuhalamak ya da boykot etmek geliyor elimizden ancak.

Bu tekdüze ritmi, seyirci refleksini bozacak, gösteriyi dağıtacak, seyreden ile seyredilen ikiliğini sonsuza dek iptal edecek daha fazla trampetli deliye ihtiyacımız var diye düşündüm; Günter Grass’ın aynı adlı romanından uyarlanmış Teneke Trampet filminde yetişkin olmayı istemeyen, büyümesini altı yaşında durdurmuş Oscar, bozuk bir ritimle çaldığı teneke trampetiyle, Nazilerin düzenlediği tekdüze, uygun adım, askeri resmi geçit törenini darmadağın edebiliyordu. Seyredilecek gösteri kalmıyordu sonunda. Mahallemizin delisi de hayatın sıradan, rasyonel akışında bir çatlak yaratabilir, biz ‘akıllı’ insanların ‘akıllı, sağduyulu’ işlerinden başlarını kaldırıp kısa süreli oyalandıktan sonra yine egemen rasyonalitenin içine gömülmelerini sağlayan tekdüze ritmi toptan bozabilirdi.

TENEKE TRAMPET ÇALMA ZAMANIDIR
Teneke trampetlerimizi sakladığımız yerden çıkarıp kendimizce, 'delice' çalma zamanı geldi galiba. Tepede alınıp biz aşağıdakilere dayatılan kararları, temsilcilerimizin sahneye koydukları temsilleri, gösteri toplumunun piramidini alaşağı edecek başıbozuk, gayri resmi geçit törenleri düzenlemenin zamanı; sadece izlemekle yetinmek yerine aktif katılımcılar olarak kendi gösterilerimizi kurmanın vakti geldi. Yerel yönetimlere özerklik tartışmalarının yapıldığı bugünlerde özerklik konusunun sadece belirli bir bölgeyle sınırlı kalamayacağını, mahallelerden başlayarak tüm yerel yönetimlerde özerkliğin, doğrudan demokrasinin olabileceğini tahayyül edebilmek için, egemen rasyonalitenin tekdüze ritimlerini darmadağın edecek şekilde çalalım trampetlerimizi.

19 Ağustos 2010 Perşembe

BİTKİLERİN SUÇU



RAHMİ ÖĞDÜL

19 Ağustos 2010

Mersin’in Limonlu beldesinde kaldığım evin bahçesindeki kauçuk ağaçlarını seyrediyorum. Salonlarımızın bir köşesinde saksı içinde görmeye alıştığımız bu bitkileri, kendi ortamlarında iki metreyi aşan boylarıyla ağaç olarak ilk kez gördüğümde şaşırtmıştım. Okaliptüs ağaçlarıyla yan yana duran bu bitkiler, toprağın altında yatay gelişen rizomlu bitkilere karşıt olarak dikey gelişen hiyerarşik yapıları anlatmak için Deleuze’ün kavramsallaştırdığı ağacımsı yapılara gönderme yapmaları dışında, ilk bakışta her hangi bir politik izlenim yaratmamışlardı bende. Oysa 1920’lerin avangard ve konstrüktivist akımları kauçuklara farklı bir gözle bakıyordu. Bitkiler doğal ortamlarından evlere, kültür ortamlarına taşındıklarında ister istemez bu kültür ortamına sinen siyasal içerimleri de bünyelerinde taşımaya başlıyorlar. Orta ve alt orta sınıf ailelerin misafir odalarında bir zamanlar baş köşeyi tutan bu bitkilerin 1920’lerde Sovyet avangardları tarafından küçük burjuva yozluğunun simgeleri olarak aşağılandıklarını okudum (Susan Buck-Morss, Rüya Alemi ve Felaket, Metis Yayınları). Hatta 1930’larda avangard estetiği reddeden ve çiçeklerle tül perdeyi hoş görebilecek olan toplumsal gerçekçiler arasında bile kauçuk bitkileri bu olumsuz içerimleri taşımayı sürdürmüşler. Kauçuğa hayali burjuva seralarının hayatta kalan son hastalıklı mamulü, ya da orta sınıf evlerinin pencere kenarında görülen sardunyanın zayıf bir akrabası gözüyle bakılıyormuş; çünkü hem kauçuklar hem de sardunyalar ev içlerinde hiçbir kullanım değeri üretmiyordu.

MODERNİST ESTETİĞİN SÜS DÜŞMANLIĞI
Süs bitkilerinin avangardlar arasında değerden düşürülmesinden çok önce, süs ile suç arasında bağıntı kuran İtalyan kriminolog Cesare Lombroso da bitkileri suçlu ilan etmişti. Daha önceki yazılarımda süsten, bezemeden arınmış modernist estetiğin köklerinin, Lombroso’nun süs düşmanlığına dayandığını belirtmiştim. 19. Yüzyılda zarif dekoratif süslemelerin, kıvrımlı büklümlü bitkisel desenlerin sıkça kullanıldığı art nouveau’ya bir tepki olarak, modern mimarlığın kurucuları Lombroso’nun süs ile suçu ilişkilendirdiği düşüncelerine sarıldılar. Süsü ilkelliğin, evrimsel bakımda geri kalmışlığın yanı sıra suçlulukla da ilişkilendiren Lombroso, doğaya baktığında tropik bitkiler arasında bile süs ile suç bağlantısını görüyordu. Albenili renkleri, kıvrımlı büklümlü, sarılmaya hazır filizleriyle tropik bitkiler, süslü gövdelerinde zehir formunda suç muhteva ediyorlardı. Lombroso’nun her türlü süsten nefret etmesi, modern mimar Adolf Loos’a sirayet etmiş, Loos’un deyişiyle “Kültürün evrimi, kullanım nesnelerinin süsten arınmasıyla eş anlamlı” hale gelmişti. Aynı düşünce Loos üzerinden Bauhaus Okulu’nun kurucusu Walter Gropius’a, Mies van der Rohe’ye ve Le Corbusier’e geçecekti. Modern estetik bir anlamda çiçekli, kıvrımlı bitki desenlerinden, dekoratif süslemelerden bir kopuş demekti.

YENİ BİR DÜNYA İNŞASI
1920’lerde Sovyetlerde Konstrüktivizm, Almanya’da ise Bauhaus Okulu bünyesinde üretilen yapıtlar, farklı koşullarda üretilmiş olsalar da üretim süreçleri, malzemeleri ve geometrik biçimleri açısından benzerlikler taşıyor. Her iki akım da yeni bir dünyanın inşası için yeni bir sanat dili kurmayı amaçlamışlardı ve sanatı alışılmışın dışında toplumsal bir olgu olarak düşünmeye başladılar. Biçimi belirleyen işlevdi. Bu dönemde üretilen işlevsel nesneler temel biçimsel unsurlara indirgenmiş, her türlü bezemeden arındırılmış geometrik bir sadelik taşımaya başlamıştı.

‘SOKAKLAR FIRÇAMIZ, MEYDANLAR PALETİMİZ’
1920’lerde Lenin’in kısaca fütüristler adını taktığı konstrüktivistler, süprematistler ve diğer avangard gruplar tamamen üretim sanatına dönmüşler, daha önce yaptıkları biçimsel ve teknik yenilikleri kitlelerin üretip kullanacağı gündelik eşya ve mimari mekânların tasarımına uygulamaya başlamışlardı. Yapıtlarıyla, yeni bir toplumun kurulmasında proletaryaya hizmet ve öncülük edecekler, proleterler için yeni evler, yeni sokaklar, yeni gündelik eşyalar yaratacaklardı. Mayakovski, “sokakları fırça, meydanları palet” haline getirmekten söz ediyordu.

Avangard sanatçılar, kumaş tasarımı, çocuk kitapları, dergi kapakları, reklamlar, tiyatro dekorları, porselen takımları gibi ticari, işlevsel formlara yöneldiler. Küçük burjuva duyarlılığının simgesi olan çiçek desenlerinin yerini geometrik desenler alıyordu. El Lizitski, Maleviç’in süprematist karesini çocuk kitabı kahramanı haline getirmiş, Liubov Popova bu geometrik anlayışa uygun giysi tasarımları gerçekleştirmişti.

FABRİKASAL BİR YAŞAM
Kapitalist yaşamın simgesi haline gelen ev ve ev yaşamına da saldırdılar avangardlar. Kapitalizmin temeli özel mülkiyet ve dolayısıyla ev olduğu için ev-karşıtı, ev yaşantısı-karşıtı bir tutum takındılar. Mayakovski özel fetiş nesneleriyle, ıvır zıvırla dolu olan küçük burjuva ev ortamı aleyhine öfkeli şiirler yazıyordu: “odanızı temizleyin! Süs eşyalarını yargı önüne çıkarın!” Özel alanın yıkımını, her şeyin kamusal, daha doğrusu fabrikasal olduğu bir yaşamı istiyorlardı. Evlerin salonlarında yetişen tropik süs bitkileri de küçük burjuva yaşamı temsil eden simgelerdi. Bunlardan da kurtulmak gerekti.

Uzmanlar Mayakovski’nin 1930’da intihar etmesini, gündelik hayatın devrim öncesi duruma geri dönmesinden duyduğu kaygıya bağlıyorlar. 1920’lerdeki devrimci kültürel program ev yaşantısını yasaklamıştı; ne var ki 1930’lara gelindiğinde toplumsal beğeniler, orta sınıf üslup ve değerlerine dönüş eğilimi sergiliyordu. Kumaşların üzerindeki geometrik desenlerin yerini yeniden çiçek desenleri almaya başlamıştı. Bahçedeki kauçuk ağaçlarına bakarken, acaba diyorum, Mayakovski kauçuklar ev içlerine geri dönünce mi intihar etti?

12 Ağustos 2010 Perşembe

KAMUSAL MEKâN VE MAHALLE


RAHMİ ÖĞDÜL

12 Ağustos 2010

Geleneksel İstanbul sokaklarında yürürken Avrupa kentlerinin ya da İstanbul’un Avrupai semtlerinin tek biçimli, homojen kamusal mekânından farklı olarak, sürekli bir eşikten diğerine atladığınızı hissediyorsunuz: genelden daha özele doğru, ya da kamusaldan daha mahrem olana doğru ilerlerken buluyor insan kendini. Yaşadığım Haseki ve Cerrahpaşa yöresinde çok sık rastlanan bir durum bu. Modern kentlerin tek biçimli kamusal mekânında dolaşmaya pek benzemiyor buralarda dolaşmak. Ana caddelerin herkese açık yapısının aksine, ara sokaklara doğru kıvrıldıkça giderek özel ve mahrem bir mekânın içine doğru çekiliyorsunuz. Dar sokaklarda evlerin girişlerindeki basamaklara oturan, örgü ören kadınlar ya da sokak köşelerinde, kahvehane önlerinde dikilen delikanlılar, dükkânlarının önünde oturan esnaf, bakışlarıyla kendi özel mekânlarında olduğunuzu, yabancılığınızı duyumsatıyorlar size. Kapı önleri hala evin ya da dükkânın bir uzantısıymış gibi algılanıyor.

Modern Türkiye’de her ne kadar Batılı anlamda kamusal mekân anlayışı yerleştirilmeye çalışılsa da yazılı olmayan, zımni bir anlayışın geçerli olduğunu, modern kamusal mekân kavramından farklı olan bu anlayışın, kentin kıvrımlarında hâlâ kendini koruduğunu gösteriyor tüm bunlar.

KENTTE YÜRÜYÜŞE ÇIKMAK
Roma hukukuna dayalı modern bir kent ile İslam hukukuna dayalı Osmanlı kenti arasında fark kamusal mekân kavramında düğümleniyor gerçekten. Modern kent normları, özel ile kamusalı tek bir çizgiyle net olarak ayırt ediyor ve bu iki alanı birbirleriyle karşıtlığı içinde tanımlıyor. Modern kentte özel hayatın korunduğu evi, kamusal yaşam mekânı sokaktan tek bir çizgi, evin eşik çizgisi ayırıyor. Bu eşik çizgisini aştığınızda kendinizi derhal tek biçimli bir kamusal mekân içinde buluyorsunuz; böyle bir kentte yürüyüşe çıkan birisi homojen bir mekân içinde hareket ediyor durmadan; kamusal mekânı oluşturan sokakların, meydanların her noktası, birbirine çoğu kez yabancı olan kent sakinlerinin kullanımına eşit ölçüde açık olarak duruyor.

Osmanlı geçmişi olan İstanbul gibi bir kentin kıvrımlarına girdiğimizde böyle bir soyut çizginin artık pek işe yaramadığını, kamusal olandan özele doğru aşamalı geçişlerin olduğunu görüyoruz. Ana yoldan ara sokaklardaki mahallelere doğru saptıkça özel bir alana, bir yakınlık bölgesine doğru yaklaşılıyor. Osmanlı kentinde yürüyüşe çıkmış bireyin her adımı onu farklı bir konuma sürüklüyor. ‘Tanzimat’ın Kent Reformları Üzerine’ adlı makalesinde Stefanos Yerasimos’un belirttiği gibi bu aşamalı geçiş ‘finâ’ kavramıyla karşılanıyordu Osmanlıcada (Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, Tarih Vakfı Yayınları). Sokak sakinlerinin kendi sokakları üzerindeki kullanım hakkını gösteriyor. Örneğin bir şahsın evi önündeki sokak parçası o şahsın ‘finâ’sını oluştur ve bu sokak parçasını geçici olarak kullanma hakkına sahiptir: kapısının önünde oturmak, hayvanlarını bağlamak, malzeme boşaltmak gibi. Sokak sakinleri arasında birbirlerinin haklarını ve mahremiyetini gözeten zımni bir anlaşma vardı.

ÇIKMAZ SOKAKLAR
Kentin ara sokakları bu finâ kavramı çerçevesinde giderek özel bir alana dönüşüyordu. Ana yollardan ara sokaklara, mahalle içlerine girdikçe mahalle sakinlerinin yakınlık bölgesine giriyordunuz giderek ve bu yakınlık bölgeleri çıkmaz sokaklarda son buluyordu genellikle. Osmanlı mahallelerinde çıkmaz sokaklar çoğunluğu oluşturuyordu ve bu sokaklara özel sokak (tarik-i has) denmesi boşuna değildi. Bu sokakların kullanım hakkı, sadece buraya kapısı açılan hane halkına aitti. Eski Osmanlı mahallelerini bünyesinde barındıran Cerrahpaşa yöresinde de çoğu sokak, çıkmaz sokaktı. Modernleşmeyle birlikte tıpkı bir kör bağırsak gibi akışı engellediği için bu çıkmazların kapalı uçları yıkılarak çıkar hale getirildiler; sokak adlarını gösteren ayrıntılı bir haritaya baktığınızda bu adı taşıyan bir sürü sokakla karşılaşıyorsunuz hala. Çıkmaz sokaklar, kamuya açık sokaklar ile evlerin mahremiyeti arasında bir geçiş oluşturuyordu. Dolayısıyla mahremiyetin, yakın ilişkilerin nüvesini oluşturan evden başlayarak aşama aşama (ev-çıkmaz sokak-sokak-ana yol) mahremiyetin giderek seyreldiği dış mekânlara doğru bir açılım söz konusuydu Osmanlı kentinde.

MAHALLELERDEN KURTARILMIŞ BÖLGELER
TOKİ’nin kent dışında dar gelirliler için yaptırdığı modern sitelerde de kadınların kapı önlerinde oturduğunu öğrendik basından. Bu sitelere yerleştirilenler, geldikleri mahallelerdeki geleneksel davranışlarını sürdürmüş, kapıların önlerinde, merdivenlerde oturarak bir kabuk gibi kendilerine giydirilmeye çalışılan modern siteleri mahalleye dönüştürmeye çalışmışlar. Modern bir konut formunun otomatikman modern bir hayatı, kamusal mekân anlayışını kuracağına inanan yetkilileri şaşırtan bu finâ anlayışı, yazılı yasaklamalarla aşılmaya çalışılmış; site yönetimi kamusal mekânın bu şekilde ihlal edilmesini yasaklayan maddeler koymuşlar site yönetmeliğine.

İstanbul modernleşmeye rağmen geleneksel mahalle anlayışını hâlâ kıvrımlarında barındıran, insana Batı kentlerinden çok farklı mekân duygusu yaşatan bir kent; farklı toplumsal katmanlardan geçişlere eşlik eden duygusal dalgalanmalar yaşatıyor size. Osmanlının yazılı olmayan finâ anlayışının izlerine günümüzde de tanıklık ediyoruz. Aşamalı geçişlerden oluşan bu mekânın ‘baskı’sından kaçanlar, soluğu modern kamusal mekân anlayışının geçerli olduğu kesimlerde ya da kapalı sitelerde alıyorlar. Soyut bir çizgiyle kesin şekilde ayrılmış özel ile kamusal olanı yönetmeliklerle, güvenlik elemanlarıyla korumaya çalışan kapalı siteler, adeta geleneksel mahallelerden kurtarılmış bölgeleri andırıyor; TOKİ örneğinde görüldüğü gibi geleneksel mahalle yaşantısının buralara sızma harekâtı derhal püskürtülüyor. Soyut çizgilerle birbirinden ayrılan ve adeta birbirlerine görünmez olan site sakinleri ile kuvvetli toplumsal bağlar içinde birbirlerine fazlasıyla görünür oldukları için mahremiyet kavramıyla sokaklarını ören mahalle sakinlerini birlikte ve yeniden düşünmek gerek galiba.

5 Ağustos 2010 Perşembe

KİMLİK REYONUNDAN KİMLİK BEĞENMEK


RAHMİ ÖĞDÜL

05 Ağustos 2010

Batı dillerinde kimlik için kullanılan sözcük (identity) aynı zamanda özdeşlik anlamı da taşıyor. Kendi içinde hep özdeş, aynı kalana, ama başkalarından farklı olana işaret ediyor kimlik. Böylelikle, şeyler arasında özdeşlikler, analojiler, karşıtlıklar ve benzerlikler kurarak dünyayı sabit kategoriler içinde düşünmeye meylediyoruz. Önce bir şeyin kendi kendine özdeşliğini kuruyor, ardından da diğer şeylerle bu şeyin farklılığı ve benzerliği üzerinden düşüncemizi ilerletiyoruz. ‘İki resim arasındaki farkı bul’ oyununa fena halde kaptırıyoruz kendimizi.

Bu düşünce, çeperleri kesin çizgilerle ayrılmış nesneler arasında kesin ayrımlar yapmaya yarıyor, şeyler arasındaki farkları ve benzerlikleri tanıyor sadece. Kimliklerin sızdırmaz kaplar olarak iş gördüklerini, farkın, başkalığın ancak kimlikler arasında ortaya çıktığı argümanına yaslanan bu düşünceye Deleuze, ‘dogmatik düşünce imgesi’ adını veriyor. Bu imge, dünyaya düşünce kalıplarıyla yaklaşmamıza izin veriyor sadece. Şeyleri ait oldukları sızdırmaz kimlik kalıpları içine tıkmamıza yarıyor.

SÜPERMARKET HIZI
Bu düşünce kalıbı, yani dogmatik düşünce imgesi temsile dayanıyor, temsil sayesinde iş görüyor. Kararlı, değişmez ve dingin şekilde karşımızda uzanan dünyayı, bu mevcut haliyle düşüncemizde yine kararlı, değişmez ve dingin bir temsile dönüştürüyoruz. Temsile dayalı bakışın sadece tek bir merkezi ve sahte bir derinliği var.

Tek bir bakışın sahte bir derinlik duygusuyla hiyerarşikleştirdiği nesneler tüm donmuşluklarıyla ölü doğalara dönüşüyor. Aslında baktığımız her yeri, algıladığımız her şeyi doğal, toplumsal, siyasal peyzajlara dönüştürürken iş başında olan hep bu dogmatik düşünce imgesi.

Sabitlenmiş temsillerden ya da donmuş kimliklerden oluşan bir müze içinde dolaşıyoruz adeta. Bu donmuş, olup bitmiş kimlikleri, şeyleri harekete geçirecek başka türden bir düşünceye ihtiyacımız var; varlığı bitmemiş bir şey, sürekli kendi gizil güçlerini açığa çıkaran bir şey olarak kavramak, yeni bir ontolojiyi gerekli kılıyor. Varlıkların sabitlenmiş kendilikler, katı çeperlerle çevrili kimlikler değil, gözenekli ve geçirgen olduklarını ve kimliklerin sadece belirli bir zaman ve mekânda boy gösteren geçici gerçekleşmeler (aktüellikler) olduklarını kavramamız gerekiyor.

Farkı sadece kimlikler arasında ortaya çıkan bir şeymiş olarak kavrayan dogmatik düşünce imgesi, farkın bizatihi varlıkların içinde kıvrılmış şekilde yattığını ne yazık ki görmeyi başaramıyor. Bir kimlik, belirli bir çevre probleme yönelik aktüel bir çözümdür oysa. İçinde farklılığı barındıran bir varlığın bir probleme yönelik bulduğu çözüme kısaca kimlik diyebiliriz. Başka bir deyişle çözümler kendilerini sabitlenmiş kimlikler olarak sunuyor. Oysa varlık kendi içinde virtüel olanı, yani gizil güç olarak henüz kendisini gerçekleştirme olanağı bulamamış olanı, farklılığı taşıyor.

Her aktüelleşme/gerçekleşme bir bakıma virtüel olana karşı bir ihanet gibi duruyor; her kimlik, virtüel olanı bastırıyor. Dogmatik düşünce imgesi varlığı virtüel bir farklılık alanı olarak değil, olup bitmiş, aktüel bir kimlik olarak tanımlıyor.
Varlığı bir çözüm olarak değil, problem olarak ele aldığımızda, giderek dogmatik düşünceden uzaklaştığımızı görüyoruz. Çözümler kendilerini sabitlenmiş kimlikler olarak sunarken, problemler ise açık alanlar, boşluklar ve ontolojik kıvrımlar olarak önümüzde uzanıyor. Çözümler ya da kimlikler tüketilmiş, olup bitmiş, belirli bir zaman kesitinde donup kalmış kabuklar gibi işlev görürken, bir problem olarak varlık ise ontolojik kıvrımlarını durmadan açarak kendisini, farklılığını açığa çıkarıyor.

Kimliği bu şekilde sorunsallaştırmak, gündelik hayatta, toplumsal yaşamda kimliklerin taşıdığı önemi yadsımak anlamına gelmiyor elbet. Evrenselleştirici ve aynılaştırıcı kuvvetlerle iş gören modernitenin, belirli kimlikleri öne çıkarıp ideal modeller olarak bunları dayatırken, kıyıda kalmış, işine yaramayan, tasarladığı dünya/toplum imgesine uymayan kimlikleri ise bastırmaya çalıştığını biliyoruz. Temsiller dünyasında kendilerini temsil edebilme olanağı bulamamış, etnik ya da toplumsal cinsiyete ait kimliklere yönelik bu ayrımcılık özellikle seksenlerin son yarısında dile getirilmeye başlandı.

Modernitenin tek-kültürcü anlayışına karşı, postmodernitenin çok-kültürcü anlayışı şekillendiriyor dünyayı artık. Modernitenin ötekileştirdiği, dışarı ittiği kimlikler toplumsal hayatın her kesiminde temsil edilebilmek için mücadele ediyor. Süpermarket raflarında ürün çeşitliliğinin artmasına koşut olarak, aynı hızla kimliklerin de çoğaldığını görmek şaşırtmıyor.

YAPAY NUMUNE
Çokkültürcü perspektif içinde de kimlikler sabitlenmiş, olup bitmiş şeyler olarak yerlerini alıyorlar. Burada da dogmatik düşünce imgesi iş başında; aynı anlayış devam ediyor. Bu kez toplumsal raflarda daha fazla kimlik temsil edilebilme imkânına kavuşuyor. Etnik, cinsel ve sınıfsal kimliklere kültürel numunelermiş gibi yaklaşıyor çok-kültürcü bakış.
Raf çeşitliliği gibi toplumsal çeşitliliği arttırmak için bu sabitlenmiş kimliklerin yeniden ve yeniden üretildiğini ve kimi kez de icat edildiğini görüyoruz. Kızılderili performans sanatçısı James Luna bu duruma dikkat çekmek için, 1987’de bir müze içinde kendi bedenini sergilemişti. Modernitenin ötekileştirdiği kimliklere, postmodernitenin birer kültür numunesi, turistik, ticari bir nesne gibi yaklaştığına işaret ediyordu performansın adı da: “Yapay Numune (Artifact Piece)”

Toplumsal ve etnik bölünmenin bize dayattığı kimlikler reyonundan hangi kimliği üzerimize giyeceğimize biz karar verelim, ama bu kimliklerin içimizde barındırdığımız gizil farklılık alanına bir ihanet olduğunu da unutmayalım.