29 Mart 2019 Cuma

GELECEK ORMANDA SAKLI

Kilian Schönberger
RAHMİ ÖĞDÜL
29.03.2019

Yolunuz ormana düşsün bu sefer. Otoyolu terk etmişsiniz, çizgisel, doğru yolu. Ormandasınız; yolunuz durmadan çatallanıyor ve her çatallanmada hangi yolu seçeceğinize karar vermek zorunda kalıyorsunuz.Bir yolu seçtiğinizde, diğer yolun size vaat ettiği fırsatları kaçıracağınızı bildiğiniz için zordur karar anları. Ya da seçmediğiniz yol, en güvenli yol olabilir, seçtiğiniz yol ise tehlikelerle dolu. Yolları çatallanan bahçede yaşamak zordur. “Kim uğraşacak şimdi?” diyebilirsiniz. Vaz geçebilir ve otoyolun şeritlere ayrılmış düzleminde güvenli seyrinize devam edebilirsiniz. Birbirine dokunmadan sonsuza dek paralel olarak hareket eden taşıtların yolu.


OTOYOL BEDENSİZLERİN YOLU

Otoyol asfaltlanmıştır ve asfalt yolun ne demek olduğunu en iyi, ayçiçeklerin ressamı van Gogh bilir: “Normallik asfaltlanmış yoldur: yürümesi rahattır, fakat üzerinde tek bir çiçek bile açmaz.” Otoyolda güvendesiniz, ama “keşke tek bir çiçekle karşılaşmış olsaydım” diye aklınızdan geçirmişsinizdir mutlaka. Karşılaşsaydınız, içinizde de çiçekler açar, hayatınız değişirdi. Ama çiçeklerle karşılaşmak için asfalt yolu terk etmeniz gerekecek. Sadece kendi hayatınız değil, yeryüzünün tarihi de değişecek. Hayatın çizgisel değil, yolları durmadan çatallanan bir orman olduğunu ve üstelik yürüme yollarının aşkın bir tasarımcı tarafından önceden değil, ancak siz yürüdükçe şimdi ve burada açıldığını bir düşünsenize! Tasarımcı tasarladığı yolların hangisinin hakikate, hangisinin ise sanılara götüreceğini size kutsal kitabında bildirmiştir. O yüzden otoyol, bedensizlerin yoludur, çünkü tasarımcı bedenin algılarına güvenmez. Oysa algılar, içimizde çiçekler açtırır. Ormanın içinde yürümek, yitirdiğimiz bedenimize kavuşmaktır, algıları sonuna dek kullanmak; bedenli ve aynı zamanda akıllı. Yürümek için bundan daha iyi bir sebep olabilir mi? Zırhınızı, taşıtınızı otoyolun kenarında terk edin ve yürüyerek, sizi ormana götürecek patika yolu izleyin. Ormana vardığınızda zaman duygunuz da değişecek. Çizgisel zamanı, ‘kronos’u terk ettiniz artık, ‘kairos’un alanındasınız.
Kronos, yani saat zamanı otoyolun zamanıdır, umutlarınızın hep geleceğe ötelendiği hız mekânı. Gelecek bir türlü gelmediğine göre bir tuhaflık olmalı. Kâbus gibi; hiç geçmeyen şimdinin içinde bekliyoruz. Oysa hem geçmişe ve hem de geleceğe uzanan o biricik ânı şimdi ve burada yakalayabilirdik. Ve o ân, ‘ya o ya da bu’nun değil, ‘hem o hem de bu’nun ânıdır; tüm potansiyeli ele geçirdiğimiz karar ânı; bekleme odalarını terk edip, eyleme geçtiğiniz ân. Ormandayız artık, yolları durmadan çatallanan bahçede. Ve her çatallanma noktasında hem o hem de bu yolu aynı anda kucakladığınızda orman olmuşsunuzdur. İçiniz de, ormanın kıvrımlı yolları gibi kıvrım kıvrım; iç ile dışın ayrımsızlaştığı mıntıka. Orman, yürüyerek kendi mekânımızı açtığımız hayattır. Ve başkaları da vardır ormanda; yollarımız kesiştiğinde yeryüzünün tarihi de değişir. Yeryüzünün tarihini yaratan egemenler değil, sizsiniz. Ve dünya ile yeryüzü arasındaki ayrımı ortadan kaldıracak olan da siz. Dünya, anlam dünyamızdır, kaostan sakınmak için yarattığımız kristal kule; çakma kozmos. Anlam dünyamızdan yeryüzü dışlanmıştır. Oysa yeryüzünde yaşamak, kaos ile kozmos arasında gerili bir ipte yürümektir; ip çambazlığı. Ormanda yürümek de öyle; hem kaosu hem de kozmosu aynı ânda kucaklamak. Kairos, karar ânı.

BEDENİNİZİ KEŞFEDİN!

Ormandayız, evinizi özlemiş olabilirsiniz. Eve dönüş yolculuğu. Ama eve dönüş için, bize yol gösterecek ne haritamız ne de kılavuzumuz var; sadece bedenlerimiz. Tıpkı Ksenofon’un ‘Onbinlerin Dönüşü’nde (Anabasis) olduğu gibi. Otoyoldan ayrıldığınızda, sizi kiralayan patrondan ve yönlendiren despottan da kurtulmuştunuz. Şimdi bedenli varlıklar olarak eve doğru yola çıktık. Eve döndüğümüzde ev değişmiştir, sadece ev mi? Siz de değiştiniz. Bedeninizin neler yapabileceğini keşfettiniz bir kere. Bir daha patrona ve despota katlanabilir misiniz?

23 Mart 2019 Cumartesi

HAYALET UZUV OLARAK ÖZGÜRLÜK

RAHMİ ÖĞDÜL
22.03.2019

Özgürlük dediğiniz nedir ki? Bir uzuv. Ancak yitirdiğinizde eksikliğini hissedersiniz. Kimileri neyi yitirdiklerinin farkında bile değil. Belki de hiç böyle bir uzuvları olmadı. Farkında olmayanlara bir sözüm yok, asıl sorun farkında olup da özgürlükleri için savaştıklarını sananlar.

Ve onlara Spinoza’nın bir çift sözü var: “Monarşik yönetim biçiminin büyük sırrı ve derin çıkarı, insanları dizginlemesi istenen korkuyu din kılığına sokarak onları aldatmakta yatar; insanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşcasına kölelikleri için savaşırlar” (Deleuze). Çağımız, kölelikleri için savaşanların çağı. Ve Spinoza ile birlikte sormayı sürdürüyoruz: “Neden insanlar, sanki özgürlükleri için savaşırlarmışcasına kölelikleri için savaşırlar? Neden sadece özgürlüğü elde etmek değil, özgürlüğe katlanmak da bu kadar zordur?” Zordur çünkü, uzuvlarınızı kullanmanız gerekir ve yitirdiğinizde acısını hissetmeniz ve eksikliğini her an duyumsamanız. Yitirdiğinizde, yerlerinde yoktur; yerinizden kalkıp yürüyemezsiniz; uzanıp başkalarına dokunamazsınız. Ve kendi mekânınızı yaratamazsınız. Uzuvlarını kullanmayan bir beden salt bir gövdedir. Gövdeleri istediğiniz yere yerleştirebilir ve istediğiniz işlevle donatabilirsiniz.
Gövdeler, iktidarların elinde bir silaha dönüşebilir mesela. Ve savaşlarda gövdeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Gövdeler birbirlerini kıyımdan geçirirken, işin tuhafı özgürlükleri için savaştıklarını sanacaklar. Savaşlar, duyumsayan bedenleri de uzuvsuz bırakan felaketler. Şiddetli patlamaların ortasında uzuvlarını yitirenler vardır. Ve iktidarlar için savaşlar, bedenleri uzuvsuz bıraktıkları, kederli ve kudretsiz gövdeler ürettikleri fabrikalar. Ve özgürlükleri için savaşıyorlarmışçasına kölelikleri için savaşan gövdeler konuştuklarında iktidarın diliyle konuşurlar. Çünkü artık iktidarın uzuvlarına dönüşmüşlerdir. İktidar kendi bedenini, gövdelerden inşa etmiştir; ne fiziksel ne de düşünsel olarak yürüyebilen gövdelerden hiyerarşik bir kule; tepesinde kendisi, tanrı-kral.
Hayalet uzuv sendromu ilk kez, 1862 yılındaki Amerikan İç Savaşı sırasında doktorluk yapan Weir Mitchell tarafından tespit edilmişti. Uzuvları kesilen çoğu hasta, yitirdikleri uzuvlarını, “gerçekten yaşayan organlarından çok daha canlı şekilde hissetmeyi sürdürüyor” (Lehrer, Proust Bir Sinir Bilimciydi, BÜY). Mitchell bu olguyu bedenin belleğine bağlıyor: “Beyin ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki zihin bedenin eksik parçasını her daim hisseder ve kısmen bile olsa insana sahip olmadığı bir şeye sahip olduğu bilincini saklar.”
Neyi yitirdik acaba? Bir şeylerin eksik olduğunu seziyoruz, ama tam olarak hayatımızda eksik olan şeyin adını koymakta zorlanıyoruz. Bir zamanlar sahip olduğumuz ya da olamadığımız, yine de eksikliğini duyumsadığımız bir şey. Asla yüzeye çıkmasa da ya da aktüel hâle gelmiş olmasa da virtüel olarak tenimizin altında kıpır kıpır kaynaşan bir şeyler var. Sokaklarda dolaşırken, iş yerinde çalışırken, gece uykularımızda bize musallat olan bir şey. Ya da dolapların içine kapattığımız, karşılaştığımızda bizi korkutan bir şey. Bir hayalet belki de; bizi hayal etmeye zorlayan bir şey. Sakın özgürlüğünüz olmasın bu? Özgürlük, hayalet uzvumuz.
Hayallerimizi ne yazık ki metalar süslüyor şimdi, ne çok sahip olunacak şey var. Özgürlük metalara hiç benzemiyor. Metalar, hayalet uzvumuzu unutturmaya yarıyor. Ama unutturur mu kendisini hiç? Bizi taciz etmeyi sürdürüyor. Metalarla, yitirdiğimiz uzvumuzu gidereceğimizi sanıyoruz ama olmuyor; sahip oldukça iktidarın bedenine gövdeler olarak daha fazla yerleşiyoruz.Ve özgürlük, “özgürlük deneyimi” olarak dilimizde kupkuru bir kavrama dönüşüyor. “Özgürlük deneyimi diye bir şey yoktur: Özgürlük bizzat deneyimdir” (Jean-Luc Nancy). Özgürlüğü hayal etmeniz de yetmiyor; denememiz, toplumu bir deneyim alanına çevirmemiz gerekiyor. Yitirdiğimiz uzvumuzu hep birlikte kazanabiliriz ancak.

15 Mart 2019 Cuma

BAHAR AYİNİ


RAHMİ ÖĞDÜL
15.03.2019

Baharın alâmetleri çoktan belirdi. Kimi ağaçlar çiçeklendi bile, ama hâlâ kabuklarının altında sessiz devrimler yaşayanlar var. Doğa, saat zamanı nedir bilmez, kendi zamanını yaşar; kabuğunu çatlatacağı o müthiş ân için tüm bu hazırlıklar. Dengenin bozulduğu ve henüz yeni bir dengenin ortaya çıkmadığı zamanlar, çalkantılı sular. Bahar ayini başladı.

Paris, 29 Mayıs 1913 akşamı; İgor Stravinsky’nin Bahar Ayini balesinin prömiyeri. Bale ilk kez Ballet Russes’de seyircisiyle buluşacak. Bahar Ayini’nden önce sahnede, Michel Fokine’in koreografisini yaptığı Les Sylphides balesi var. Chopin’in piyano müziği eşliğinde beyaz tütüleri içindeki balerinler seyircileri romantik düşlere daldırır. Ama romantik düşlere dalma zamanı değil şimdi, düşten uyanma zamanı; doğa yeni bir kalkışmaya hazırlanıyor. Romantik düşler Bahar Ayini’nin başlamasıyla çok geçmeden yerlerini karmaşaya bırakacak; seyircilerin de dengesi bozulacak çünkü. Ayin ilk başta kulağa tanıdık gelen ezgilerle başlar, ama bir süre sonra tıpkı devrimlere hazırlanan doğa gibi dengesini yitirir ve müzik basmakalıp ezgilere alışmış kulaklar için dayanılmaz hale gelir, gerilim giderek artar. Yeryüzü yeni bir uyanışa hazırlanırken, dengeden söz eden de kim? Kış uykusundan uyanan doğa dölyatağından yeni dengeler ve biçimler çıkaracak. Doğa dengeleri bozuyor.
Bahar Alâmetleri, Stravinsky’nin balesinin ikinci bölümünün başlığı. Bahar Alâmetleri baş gösterince seyirciler arasında çığlıklar duyuluyor ve koridorlarda itiş kakışlar: “Yaşlı kadınlar genç estetlere saldırıyor, balerinlere hakaret ediyordu. Hengâme o kadar gürültülü bir hal almıştı ki şef artık orkestrayı duyamıyordu. Orkestra gitmiş, yerini enstrüman seslerinin birbirine karıştığı bir kakofoniye bırakmıştı” (Lehrer, Proust Bir Sinir Bilimciydi, BÜY). Müzikteki disonans (uyumsuzluk), seyircileri de dengesizleştirdi. Balenin koreografı Vaslav Nijinski’nin bu denge bozumunda payı büyüktü. Akademik balenin geleneksel dans kalıplarını bilinçli olarak reddetmiş ve bahara özgü dengesizliği koreografisine taşımıştı. Dansçılar ayaklarıyla ahşap sahneyi dövüyorlardı. Doğa da yeryüzünü ayaklarıyla dövüyor, gümbür gümbür; yeni biçimlerin ayak seslerini duymuyor musunuz?

DOĞA, DEVRİM VE ÇÜRÜME

Kadim toplulukların düzenledikleri ‘yeni yıl törenleri’nde toplumsal hiyerarşiler askıya alınır ve tabakalar arasında sıkışıp kalmış bedenler aralarında olmadık bağlantılar icat ederek yeni bir denge durumuna geçişi kutlarlardı. Doğanın yeniden doğuşunu kutladıkları bu törenler tam bir curcunayı andırır; kaostan kozmosa geçiş ritüelleri. Doğa bu şenliği her yıl baharda gerçekleştiriyor, ama biz duyumsamıyoruz; gerçeği kat kat örtülerle sarıp sarmaladıkça doğamızdan ayrı düştük. Biz duyumsamasak da doğa durgun sulardaki hiyerarşiyi bozmaya devam ediyor; zenginlik, parçalar arasında eşit olarak dağıtılmalı. Doğada devrimler yaşanırken, bizler çürümekte olan durgun sulardayız. Doğanın içimize sızmaması için tedbirler almışlar. Olur ha, ayrı düşürülmüş bedenler, aralarında olmadık bağlantılar icat edebilir ve yeni bir denge durumuna geçebilirler; iktidar korkuyor.
Doğanın bir biçim repertuvarı olduğu öğretildi bize; baktığımızda biçimler görüyoruz. Ve içeride biçimleri, yer ve işlevlerine göre yerleştirerek statik düzenler kurdular. Ama “Doğa biçim değil, bağlantılanma sürecidir: Bir çokseslilik icat eder, bir bütünsellik değil, toplantıdır” (Deleuze). Parçalar başka parçalarla bağlantılar kurdukça çoğaltırlar kendilerini, o yüzden biçimleri yoktur. Ama içeride parçalar, bir yapboz gibi bütünsel bir resim oluşturmak üzere birbiriyleriyle kenetlenmişler. Ve hareket edemedikleri için çok geçmeden çürüyecekler. Fakat iktidar sırf kendi düzeni sürsün diye mumyalıyor hepsini. Baktığınızda kimlikli biçimler görürsünüz, ama içleri çürümüştür. Bahar ayininin çalkantılı sularına bırakmış olsalardı kendilerini, içleri çoktan canlanmıştı bile, ama biçimleri bozulacak. Biçiminizi bozmadan canlanamazsınız!

8 Mart 2019 Cuma

ZAMANI NASIL DENEYİMLİYORSUNUZ?


RAHMİ ÖĞDÜL
08.03.2019

Niye bu hız? Tabakhaneye mi yetişeceksiniz? Eskiler “Dünyanın işi bitmez” derler ve yavaşlamasını bilirlerdi. Bırakın yavaşlamayı, giderek hızlanıyoruz. Dünya bir şantiye, işi bitmiyor; şantiyenin tüm yükü sırtımızda, yüklerin yetiştirilmesi gerekiyor. Bu hız bizim hızımız değil, dünyayı şantiyeye çeviren kapitalizm; hız, onun hızı. Bu hıza bir beden daha ne kadar dayanabilir? Çok geçmeden enkaza dönüşecek. Marx boşuna dememiş, “İnsan olsa olsa zamanın enkazıdır” diye. Vakit nakde çevrildiğinden beri bedenler zaman denilen otoyolda hızlanmak zorunda. Ve hız, kapasitelerini aştığında bedenler devre dışı kalacak. Sinir uçlarımızı bilgisayar devrelerine bağlayıp bedenleri ıskartaya çıkarmanın planları yapılıyor. Bedenleri ıskartaya çıkarılacak motorlu kuryeleriz. Kısaca motor da diyebilirsiniz. Bedensiz motorlar olsa olsa kapitalizmin elektronik devrelerindeki çiplerdir. Çipler sorun çıkarmaz; sorun çıkaran bedendir; duyguları vardır, duygulanır ve duygulandırır. Ve isyan edebilir, makineyi kırabilir de. 18. Yüzyıl’da Nedd Ludd Leicestershire'da makineleri kırmış ve isyanı başlatmıştı. Makineyi kırmazsak o bizi soykırımdan geçirecek.


Zamanı hesaba katmadan yeni bir toplum kurmamız mümkün değil. Her değişim kendi zaman anlayışını dikte ediyor. Ve biz yaşamın lehine bir dönüşüm yapmak istiyorsak şayet, önce zaman anlayışımızı değiştirmemiz gerekecek. Zamanı kapitalizmin elinden kurtarmalı. Yoksa yeryüzünün yıkımında kepçeler, yıkım makineleri, motorlar olmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor. Yıktığımız yeryüzüdür, kendi bedenlerimiz ve belleğimiz. Ve kapitalizmin nihai hedefi, sorun çıkaran duygulu, duyumsayan bedenlerden kurtulmak; yeter ki makine tıkır tıkır işlesin. O yüzden egemen ideoloji bize saatin çizgisel zamanını dayatıyor, saatin tik taklarını paraya çevirirken, bedenlerimizi de saatleştiriyor, bir makine. Ve saat gibi dönüşümler geçiriyoruz, önce analog makinelerdir, şimdi dijital. Ve bırakın dakikaları, saniyelere, saliselere uymak zorundasınız artık.
Bu hız bize tepeden dayatılmıştır. Oysa bedenimizle algıladığımız zaman, makinenin zamanından çok farklı. İçsel zaman deneyimi, egemen anlayışın dayattığı gibi boş kompartımanlardan oluşmuş, hep ileriye doğru akan ve giderek hızlanan bir tren değil. Aksine duyumsanan zaman, hele kudretli ve neşeli bir bedenseniz duyumsadığınız zaman, bellek aracılığıyla geçmişe doğru hareket eden ve beklentiler aracılığıyla geleceğe doğru açılan şimdi ve buradanın zamanıdır. Zaman döngüsel bir akış olarak algılanır. Ve bu akış kesildiğinde sorunlar baş gösteriyor. Kapitalizmin saat zamanı içsel zaman deneyimimizi kesintiye uğratmıştır. Makinenin yıkımlarıyla baş edemediğimizde zaman algımız değişiyor ve bedensel/ruhsal sorunlar yaşıyoruz.
Zamanı nasıl deneyimliyorsunuz? Geçmişiniz giderek büyüyor ve şimdinizi yutuyorsa ve gelecek parçalanıp dağılmışsa depresyondasınız demek ki. Ya da geçmiş ve gelecekle bağlantınız kopmuş ve şimdinin içine hapsedilmişseniz canınız bayağı sıkılıyor. Veya kafanızı geçmişe ve şimdiye değil de sadece geleceğe takmışsanız, çok kaygılısınız. Veyahut zaman, akışkan olma özelliğini yitirmiş ve bütünsel birleşimi parçalanmışsa şizofrenik bir deneyim yaşıyorsunuz; şizofrenik deneyimde zaman mekânsallaşır; dinamikliğini yitirir, birbirinden kopuk statik parçacıklar halinde çözülür; artık size ait değildir; yaşamsal olmayan bir şeye dönüşmüş, taşlaşmıştır (Borgna, Bekleyiş ve Umut, YKY). 
Taşlaşan sadece zaman mı? Bedenler de katılaştı ve yaşamsallıklarını yitirdi. İktidar zaman ayarlarımızı bozarak bedenlerimizi ele geçiriyor. Bedenlerimiz makinesinin bir parçası; ruhumuz ise makinesinin dişlilerini yağlıyor. Zamanı kapitalizmin elinden kurtarmak, bedenlerimizi de kurtarmaktır, yeniden bedenleşebilmek. “Gerçek tarihsel materyalist sonsuz çizgisel zaman boyunca anlamsız bir gelişme hayali peşinde koşan kişi değildir; …her an zamanı durdurabilecek kişidir” (Agamben, Çocukluk ve Tarih, Metis). Makineyi her an kırabilir, zamanı durdurabilirsiniz. Yeniden bedenleşeceğimiz neşeli günler bizi bekliyor.

2 Mart 2019 Cumartesi

İNSANIN ESKİ BİR MUAMMASI

Roy Nachum

RAHMİ ÖĞDÜL
01.03.2019
Yüzeyleri yokluyoruz ellerimizle; bir çatlak olmalı, arayışımız sürüyor. Gözlerimiz bir işe yaramıyor, ortam zifiri karanlık. Bastığımız zeminden bile emin değiliz, ayağımız her an takılabilir, çukura düşebiliriz. Ellerimizi kullanmaktan başka çare yok. Yüzeylere dokuna dokuna, yoklaya yoklaya ilerliyoruz. Tenimiz duyarlı. Gözler yanılttı bizi, sonunda ellerimize güvenmeyi öğrendik.

ÇATLAKTAN HAYAT FIŞKIRACAK

Bazen karanlığın içinde bir ışık parlıyor ve hep birlikte oraya yönelenler çıkıyor, gösteriyi kaçırmak istemeyenler; sırf alışkanlık. Her ışık yandığında umutlanıyorlar, ama biliyoruz ki ışığın altında yeni bir şey yok; sadece gösteri. Karanlığa alışalım diye tüm bu gösteriler. İzleyenler, gösterilenlere inanıyor ama görmüyorlar. Gördükleri, inanmak istedikleridir, umudun ışığı kör etmiş gözlerini. Sonra ışık sönüyor ve yine zifiri karanlık. Ve ışığın tekrar yanmasını beklemeye koyulanlar, arayışı terk ediyor, tenleri körleşmiş. Umut, ışığın tekrar yanmasını beklemektir, daha önce yandı, yine yanacak; sırf alışkanlık. Ama ışığın bir yanılsama, bir illüzyon olduğunu bilenler, tensel arayışlarını sürdürüyorlar hâlâ; karanlık yüzeyleri yoklaya yoklaya ilerliyoruz. Özgürlük ışık gösterisinden değil, karanlık çatlaklardan gelecek ve ellerimizle büyüteceğiz çatlakları, çatlaklardan hayat fışkıracak.
Kavramlar çıkarıyorlar önümüze bazen, hazır yapım kavramlar. Ve kavramların içine girenler oluyor, yaşadıklarının anlamını bulmak için. Kavramların içinde kayboluyorlar ve yollarımız ayrılıyor. Biz, hâlâ karanlıktayız ve bıkmadan usanmadan tensel arayışımız sürüyor. Bir çatlak olmalı mutlaka, yeryüzüne açılan. Yeryüzünün sularına, havasına, toprağına ve ateşine. Çatlaktan ateş fışkırabilir, yeryüzünün ateşi; yıkıcı ve yaratıcı ateş. Mevcut formların yıkıldığı, yeni formların yüzeye çıktığı o müthiş an. Ve ateşten doğan zümrüdüanka kuşları. Korkanlar oluyor, kavramlara ve ışıklara sığınanlar. Işık, ateşin simülasyonudur, kavram ise bir anlığına aydınlatılmış bir nesne, aydınlanma yanılsaması. Ama nesne durduğu yerde durmuyor, hareket ediyor ve nesne kavramını çoktan terk etti bile. Kavramlar, yılanın terk ettiği kuru ve ölü kabuklar. Ve hazır buldukları ölü kabuklarla yaşadıklarını anlamlandıranlar çıkıyor; bir süre sonra gözleri karanlığa alışıyor ve yeryüzünü aramaktan vaz geçiyorlar. Tenleri körleşmiştir.
Ellerinizi en son ne zaman kullandınız? Belki mutfakta, masanızı hazırlarken. Peki hayatınızı, hayatımızı aynı özenle hazırlamak varken, neden konserve, ölü kavramlarla donatıyoruz karanlığımızı? İktidar ateşler düşürüyor ocaklarımıza, yıkıcı ateşler; sofralarımızdan canlar eksiliyor. Bir zamanlar yeryüzü sofralarında birlikte hazırladığımız yiyecekleri hep birlikte paylaşırken, şimdi dört duvar arasındaki masalarda yalnızlığımızı tüketiyoruz. Dışarıda ise yaratıcı ateşler, cemreler düşüyor birer birer; önce havaya, sonra suya ve toprağa. Bahar geliyor! Hayat yeni formlar doğuracak, yeni formlar için yeni kavramlar yaratmalı. Çatlağı mutlaka bulmalıyız, yeryüzüne açılan. Arayışımız sürüyor.

ATEŞLERLE KORKUTULUYORUZ

Dört duvar arasındayız, ortam zifiri karanlık. Yeryüzünün yaratıcı ateşleri ulaşmıyor bize. Yeryüzünün yaratıcı ateşini değil, iktidarın yıkıcı ateşlerini tanıyoruz sadece ve ateşlerle korkutuluyoruz. Korkutuldukça simülasyonlara, ekran ışıklarına sığındık, umutlanıyoruz. Ölü kabuklardan medet umuyoruz, ölü kabuklarla ölüleri aydınlatabilirsiniz ancak. Aydınlanan lahitlerinizdir. Aydınlanmış lahitlerde ölümde kalmayı yaşamak sanmak. Ateşler düşüyor evrene; havaya, suya ve toprağa. Hâlâ soluyabildiğinize göre havasınız. Bedeninizin yüzde yetmişi su ve dediklerine göre topraktan yaratılmışsınız. Doğru, maddeden yaratmıştık kendimizi ve yeryüzünün ateşlerinde pişirdik; yeni formlar yaratabilmenin kudreti. Dışarıda hayat fışkırırken nasıl oluyor da insan, lahitin karanlığında ölümde kalmayı becerebiliyor? İnsanın eski bir muamması!