26 Ocak 2017 Perşembe

KESİŞMEYEN YAZGILAR ÜLKESİ

Anthony Gormley

Anthony Gormley
RAHMİ ÖĞDÜL
27.01.2017

Tüm yazgılar birbirlerine görünmez iplerle bağlıdır. Yeryüzünde ekosistemin ağına takılmadan yaşayamazsınız. Her yaşam başka yaşamlara uç verir, başka yazgılarla kesişir; hep arada, hep ortadasınız; birbirine dolanan yazgıların düğüm noktası. Dolayısıyla her canlı bir noktadır, sayısız ilişki çizgisinin kesiştiği. Geometride nokta tek başına düşünüldüğünde, uzamsal boyuttan yoksun olarak tanımlanır. Nokta, ancak çizgiler kesiştiğinde, bir kesişme yeri olarak boyut kazanacaktır. Yoksa, Kojin Karatani’nin, Öklidçi geometrideki noktayı anarken belirttiği gibi, “ne algıda ne de imgelemde ona ulaşılmaz”; “görünmez bir yapı gibi, yalnızca bir bağıntı ya da bir işlev olarak mevcuttur” (Metafor Olarak Mimari, Metis). İnsan da evrende bir noktadır ve ancak ilişkilerle var edebilir kendini. Michel Serres “ilişkiler varlıktan önce gelir” derken yerden göğe haklıdır. İlişkisiz ve işlevsiz kaldığında ne algıda ne de imgelemde insana ulaşamazsınız. Geometriden biliyoruz, bir noktadan sonsuz sayıda doğrunun geçebileceğini; bu haliyle nokta artık, “doğru demeti” adını alacaktır. Ve bir insan boyutunu, kendi üzerinden geçen ilişki çizgileriyle yaratabilir ve çoğaltabilir. O halde insan da bir ‘ilişkiler demeti’dir ve ilişkileri arttıkça boyutu da artacak.

Ama tek bir merkez etrafında örgütlenen despotik toplumlarda, ‘ilişkiler demeti’ olarak çok boyutlu insan yerini, tek boyutlu varlığa bırakır. Çünkü birey yatay ilişkiler ağından soyutlanmış ve boyutsuz bir noktaya dönüşmüştür. Ne algıda ne de imgelemde ulaşılmazdır artık. İktidar, varlığı kendisine bağlayabilmek için tüm ilişki bağlarını koparmış ve tecrit etmiştir. Ve bu boyutsuz noktanın var olabilmek, boyut kazanabilmek için merkezdeki iktidar noktasına bağlanmaktan başka çaresi kalmamıştır. Yine geometriden biliyoruz, iki noktadan sadece tek bir doğrunun geçebileceğini; ve boyutsuz nokta, boyut kazanmak için iktidar noktasıyla birleşecek ve kendini iktidarın doğrusuna yerleştirecektir. İlişki çizgilerinden oluşan ‘demet-insan’ dağılmış; tek bir çizgiden oluşan, tek boyutlu bir varlık kalmıştır geriye. Ve tek boyutlu varlıklar iktidarın doğrusu üzerinden merkezi noktaya yöneldikçe, tüm yaşam bu merkezi nokta tarafından dolayımlanıp çarpıtılacaktır.


Ve yazgılarımız birbiriyle kesişmesin diye görünmez duvarlar örmüşlerdir aramıza. Ama duvarların yıkıldığı anlar vardır. Böyle anlarda yazgılarımız kesişir, birbirine dolanır, Italo Calvino’nun “Kesişen Yazgılar Şatosu”nda olduğu gibi (Can Yayınları). “Sık bir ormanın ortasında şato, yolculukları sırasında ansızın gece bastırdığı için yollarına devam edemeyen kimselere… barınak sağlıyordu.” Yolları kesişen yolcular öyküler anlatırlar birbirlerine. Öykülerimiz sınırlı olabilir ama bir kere anlatmaya başlayınca birbirimizin öykülerini kaparak, birbiriyle karıştırarak çoğaltabiliriz.

Ya da doğal bir felaket tüm tabakalaşmaları, duvarları yıkmıştır, Kleist’ın “Şili’de Deprem” öyküsünde olduğu gibi. “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki” (Locarno Dilencisi, Can). Doğanın ortasına yerleşmiş bu büyük yaşam ailesini iç ya da dış savaşla parçalayabilirsiniz ve Amerikalı yazar Randolph Bourne’in söylediği gibi, “Savaş devletin sağlığıdır.”

“Melekler Düşerken”, yönetmen Roman Polanski’nin 1959 tarihli kısa filmi. Filmin son sahnesi; savaş alanında iki düşman askerin yolları ve yazgıları bir yıkıntıda kesişir. Askerlerden biri tüfeğini doğrultur düşmanına önce; sonra indirir ve yüzünde beliren gülümseme, tek boyutlu bir varlığın çok boyutlu bir yaşama dönüşeceğinin göstergesidir. Ama karşısındaki bir şeyler paylaşmak için elini paltosuna soktuğunda kuşkuya kapılır ve bu kez ateşler tüfeğini. Ölü askerin paltosuna sokulu elini dışarı çıkardığında, avucunda iki dal sigara görür. İki dal, iki yazgı tam birbirlerine sarılacaklarken son anda iktidar girmiştir araya ve bağlantı kopmuştur. Nokta. iktidarın metni ölü noktalarla doludur.

20 Ocak 2017 Cuma

FAZLADAN BİR OLAY GERÇEKLEŞİR VE HAYAT...

Boukje Voet

Pink Floyd, High Hopes
RAHMİ ÖĞDÜL
20.01.2017

Hayatı bir kurmaca olarak alımlarız, başka türlü baş edemeyiz çünkü. Fakat hayat kurmacadan daha fazladır ve kurmaca hayatı bir kalıba sokmaksa, hayat bu kalıptan taşandır. Witold Gombrowics ‘Kosmos’ adlı romanına dair güncesine düştüğü notlarda kurmacayı tanımlıyor önce: “Nedir polisiye roman? Kaos halinde olanı düzene sokma, düzenli hale getirme denemesi.” Bir yıl sonra şu notları düşmüş güncesine: “Fazladan gerçekleşen bir olay yüzünden gerçekliğin bir anda kabından taşıvermesi. Her yana uzanan duyargalar… karanlık oyuklar… sapmalar… anaforlar… bütün bunların yaratılması” (Kosmos, çev. Aykut Derman, Can). Gombrowics’in edebiyatı hayat gibidir, kalıbından taşar ve Deleuze’ün de belirttiği gibi “Daha ziyade biçimsizden ya da tamamlanmamışlıktan yanadır.”

Kurmaca sadece edebiyatın ya da sanatların işi değil, gündelik hayattaki sıradan insan da hayatın her yöne dağılmasına tahammül edemediğinden, hayatını derleyip toparlamak, kurgulamak zorunda. Çünkü “kurmacanın birliği var, biçimi var”diyor Aldous Huxley. Yatay ilişkiler ağı olarak düşünüldüğünde toplum, bireysel kurmacalarımızın birbirine dokunarak durmadan yapılıp bozulduğu, konturları bulanık, devasa bir kurmacadır. Bizler kendi hayatlarımızı kurgulayarak anlamlı hale getirsek de en berbat zamanlar, başkalarının kurmacalarına katlanmak zorunda kaldığımız zamanlar. Ve başkalarının kurmacaları üzerinden hayatı olumsuzlamak ve başkalarının kurmacalarında hayatımızın bir hiçe dönüşmesi. Ve düşünsenize, bu başkalarının iktidar olduklarını ve kendi kurmacalarını bize dayattıklarını.

Hayatlarımıza el koydular
Evet, korkulan hep oluyor ve başkalarının kurmacası iktidar oluyor ve hayatı kendi kurmacalarımız üzerinden alımlamak yerine başkalarının kurmacası üzerinden olumsuzlamak zorunda kalıyoruz. Bir kitabın kurmacasını beğenmediğinizde elinizden bırakabilirsiniz; ama dayatılan bu kurmacayı elinizden bırakmak ne mümkün? Hayatlarımıza el koydular çünkü ve hayatlarımız kurmacalarının malzemesine dönüşüyor. Kâbus gibi.
Ve bu kurmaca yasalarıyla, medyasıyla bizi bağlıyor, elimizi kolumuzu değil sadece, zihnimizi de. Çok sıkıntılı bir durum. Biz en iyisi yine Gombrowics’e dönelim: “Fazladan gerçekleşen bir olay yüzünden gerçekliğin bir anda kabından taşıvermesi.” İktidar bu “fazladan olay”ın farkında, nasıl kurgularsa kurgulasın, hayat taşacak ve kurmacayı dağıtacaktır. Kafamıza kurmacanın çuvalını geçirenler, hayatın taşkınlığından, olay olmasından korkuyorlar en çok. Korkmakta haklılar, hayat hiç çuvala sığar mı? Her an her yöne dağılarak yeni olaylar hazırlıyor.

Doğa hiç anlatılan gibi değil
Hayatı kalıba sokmak için önce doğayı kalıba sokmak gerekecek, biliyorlar. O yüzden varlıklara sabit doğalar yüklüyorlar. Her canlının kendine özgü doğası vardır, kadının doğası erkeğinkinden farklıdır ya da insan, doğası gereği kötü veya iyidir. Ve sabitlenen bu doğalar üzerinden iktidar kendi despotik kurmacasını dayatacaktır topluma. Ama hayat, dayatılan bu doğalara sığmaz. Despotizmin estetikçileri ve tetikçileri, doğanın merkeze yöneldiğinde ideal formlar yarattığını ve iktidarın da kendini merkeze yerleştirerek ideal ve mükemmel bir form olarak zuhur ettiğini savunucaklar. Ama doğa hiç de anlattıkları gibi değil; ne sabit doğalar vardır ne de merkezde ideal bir form. Aksine doğa sürekli taşarak her yöne yayılacak ve farklılıklar üretecektir. Doğa: En büyük yaratıcı; durmaksızın farklar ve bireysel nüanslar yaratır, ideal formlar değil. Darwin de hiyerarşik bir ilerlemeyi, yükselmeyi vurgulayan “evrim” sözcüğünü kullanmamıştı, onun yerine “değişikliklerle türeyiş” deyimini yeğlemişti, farklılaşmayı vurgulamak için. Ve Darwin bu farklılaşmanın hiyerarşik bir üst ya da alt yaratmadığını, aksine her organizmanın yatay bir düzlemde farklı bir örgütlenme biçimi, bir bireyleşme olduğunu söylüyor (bkz. S. J. Gould, Darwin ve Sonrası, TÜBİTAK).

Her canlı kalıbından taştıkça farklılaşır ve hayat bizim kurmacalarımıza sığmaz, taşar ve farklılaşır. İktidar hayatı kendi imgesine göre topyekûn kurgulamaya kalkışır ama kurguladığını sandığı an, çoktan taşmıştır. Ve hayat topyekûn direniştir artık.

18 Ocak 2017 Çarşamba

SÜRÜKLENİYORUZ AMA NEREYE?

Théodore Géricault, Medusa'nın Salı
RAHMİ ÖĞDÜL
13.01.2017

Bu hafta sahne beyaza büründü. Kar, kentlerin kartezyen koordinat sistemini örttükçe zaman ve mekânın çizgiselliğini kırıyor ve sonsuzluk hissi veriyor insana. Karı biz kentliler bu yüzden seviyoruz galiba. Sonlu ve sınırlı bir dünyada alabildiğine beyazlığa bakmak ve bu beyazlığı avucunun içinde tutmak, sonsuzluğu kavramak gibi bir şey olmalı. Ve varlıklar birbirine dokunmadan paralel olarak hareket etsinler diye tasarlanmış kapitalizmin otoyolunu da iptal ediyor. Yumuşak bir doğal felaket olarak yeryüzüne düştükçe otoyolun şeritleri görünmez olurken şeritlerini yitiren bireyler oyun alanına çeviriyorlar otoyolunu. Kar toplarıyla dokunuyorlar birbirlerine, birlikte kardanadamlar yapıyorlar.

Biz kar topu oynarken…
Ama yeryüzü sahnesi beyaza büründüğünde, sonsuzluğu duyumsayarak sorunlarımızdan kısa bir süreliğine uzaklaşsak da yeryüzünü yeniden kodlayıp yeni koordinat sistemine, faşizme göre örgütlemeye çalışanlar boş durmadılar. Uzun zamandır provalarına hazırlandıkları oyunu sahneye koymak için sıkı çalışıyorlar; metinler yazılıyor, yasalar çıkarıyorlar peş peşe. Biz kar topu oynarken daha fazla çizgili hale getiriyorlar yeryüzünü, daha fazla sınır, daha fazla mesafe, daha fazla ilişkisizlik. Karlar eridiğinde kıstırıldığımız hücreleri fark edeceğiz ama iş işten geçmiş olacak. Bir daha kar yağmayacak. Yağacaksak biz yağacağız bir doğal felaket olarak; başka çaremiz mi var?

“Tüm dünya bir sahnedir ve tüm erkek ve kadınlar birer oyuncu.” Shakespeare’in ,“Size Nasıl Geliyorsa” oyunundan sık sık alıntılanan bu sözleriyle her karşılaşma durup düşünmek fırsatı yaratmalı bize. Yeryüzünde eyleyenler, yani aktörler varsa, durmadan sormalıyız: Hangi oyun sahneye koyuluyor ve bu oyunda bize biçilen rol nedir? Ve en önemlisi: Metni kim yazıyor? Tüm ülkeyi bir sahne olarak dekorlarla donatanlar rolleri çoktan dağıttılar bile. Bize biçilen rol, dekordur; artık duşakabin mi olursunuz, şifonyer mi? Size kalmış. Dekor olarak rolünüzü seçme hakkını tanıyorlar. Müthiş özgürlük! Rolünüzü seçin ve rolünüzün hakkını vermek için vakit geçirmeden çalışmaya başlayın. En çok da vestiyer rolü yakışacaktır size. Kimlik göstergesi giysileri ait oldukları yerlerde koruma altına alan dekorlar. Ama kimlikleri hiç sorgulamazlar. Kimliklerinin altında titreşen, her yöne dağılarak başka bedenlerle bağlantılar kuran, dolayısıyla kimliklerini parçalayan bedenleri hiçe sayacaklar.

Ben bu oyunda rol almak, dekor olmak istemiyorum diyen mızıkçılar da vardır, hem de çok. Senaryoyu ihlal ederek bir kar gibi yayılacaklardır mekâna, bir doğal felaket olarak. Çizgili mekânı pürüzsüz mekân haline getirecek ve kent içindeki gönül çelen imgelerin peşinden sürükleneceklerdir. Modern hayatın kahramanı olan flanör kentin içinde imgelerin peşinde sürüklenen ve ilişkisiz gibi görünen imgeleri birbirine bağlayandı ve sürekli kimlik değiştiren. Ya da sitüasyonistlerin “dérive” dedikleri sürüklenme tekniği. Yine kentin içindeki oyuncul sürüklenmenin tadını çıkarmayı öneriyordu. Kentin kamusal mekânı ortadan kalkarken modern hayatın kahramanları da görünmez oldular. Kent içinde aylak aylak dolaşmanın, sürüklenmenin devrimci bir eylem olacağı kimsenin aklına gelmezdi doğrusu.

Evet dünya bir sahnedir
Yine sürükleniyoruz ama bu kez sürüklenmemiz bir salın sürüklenmesidir: “Medusa'nın Salı”. Gerçek bir olaydan esinlenerek Fransız ressam Théodore Géricault’un 1818-19 yıllarında yaptığı meşhur tablo. Kaptanın acemiliği yüzünden Senegal açıklarında kayalıklara çarpan “Méduse” fırkateyninden kurtulan ve derme çatma bir sal üzerinde açık denizde sürüklenen çaresiz insanları gösteriyor. Ve bu insanlar hayatta kalmak için birbirlerini yemek zorunda kalmışlardı. Evet, dünya bir sahnedir. Ama bize biçilen rol bu olmamalı. Bir kez daha “parabasis”i düşünelim; tıpkı Aristophanes’in oyunlarında olduğu gibi, maskelerimizi çıkaralım ve bir adım öne çıkıp bir yurttaş olarak seslenelim birbirimize. Parabasis, aktörlerin senaryoyu bir kenara bırakıp kendi duygu ve düşüncelerini söyledikleri ve çizgiyi aştıkları andır. Bir adım demeyin, kamusal mekânda atılacak bir adım, Neil Armstrong’un ay yüzeyinde attığı adım gibidir: “İnsan için küçük bir adım ama insanlık için büyük bir adım.”

7 Ocak 2017 Cumartesi

BİR ÇATLAK OLMALI YA DA SU OLUP ÇATLATMALI!

Ilya Repin

Jerry Uelsmann

RAHMİ ÖĞDÜL
06.01.2017

İnsanı delirten kesinliktir, şüphe değil.” Nietzsche’nin sözü kafamın içinde dönüp durdu yeni yıla girerken. (“Neden Bu Kadar Akıllıyım?”, çev. S. Cemgil, Zeplin). Ve son şüphelerimiz de çok geçmeden yerlerini kesinliğe bırakırken artık kaçacak deliğimizin olmadığını fark ettik. İşte en kötüsü bu, hiçbir şeyden şüphelenmemek; her şey gün gibi ortada çünkü. Delirmemek işten değil. Tüm kaçış yollarının kapatıldığı, katliamların gerçekleştiği bir hapishaneye girer gibi girdik yeni yıla. Ne güzel şüphelerimiz vardı oysa her şeye, yaşama dair. Şimdi üzerimize kapanan duvarlardan şüphe etmiyoruz, kapatıldığımız, kıstırıldığımız kesin. Aşırı belirlenmiş, satranç tahtası gibi bir düzlemde, hareketlerimiz önceden tahmin edilip bizimle oyun oynuyorlarsa? Şüpheye gerek yok, kesin. Unutmayın, satranç tahtasının dışı yoktur, sadece ölüm. Ölümden başka çıkış yolu bırakmadılar.

Umut nereden beslenir?
Ne güzel günlerdi, her şeyden şüphelenirdik, mevcut nesneler düzeninden, kalıcı gibi görünen şeylerden, varlığın kendisinden bile; en çok da gelecekten. İşi paranoyaya vardırmazsanız, şüphe bize olumsal bir dünya sunacaktır; düşündüğümüz, şüphelendiğimiz her şey hem olabilir hem de olmayabilir. Olmuş olan ile olabilecek olan arasındaki bu çatlağa yerleştirmiştik kendimizi. Umut da buradan beslenir ve çoğaltır kendisini. Olumsallığın değil, kesinliğin zeminine yerleştiğimizde artık bu çatlak kapanmıştır. Bu çatlak aynı zamanda kaçabileceğimiz çatlaktı, aynı zamanda ışığın içeri sızacağı. Kapatılmışlığın kesinliği delirtecek bizi.

Ama bir çatlak olmalı; Leonard Cohen söylüyor: “Bir çatlak vardır her şeyde/ Işığın içeriye girdiği”. O halde çatlağın olmadığı, ışık sızdırmayan kapalı bir sistemin aşırı belirlenmiş düzleminde su olmaktan başka çaremiz kalmamıştır. Su yolunu bulur derler, yani çatlağı ya da su çatlatabilir duvarı. Babil’de her yıl düzenlenen kaos/kozmos bayramında kaosu temsil eden Tiamat, kozmosu temsil eden tanrı Marduk tarafından alt edilirdi. Suydu en çok korkutan tanrı kralı ve Tiamat bir su ejderhası olarak temsil edilirdi. Su: Doğanın dizginlenemeyen, kabına sığmayan, kayaları parçalayan kudreti. Ve her yıl bahar aylarında taşan Dicle ve Fırat’ın suları Babil’in surlarını yıkardı. Doğanın içinde ve doğaya rağmen duvarlarla çevrili sabit bir düzen kuracağını düşünen tanrı kral, halkını her yıl kutlanan kaos/kozmos bayramıyla oyalardı. Ama olmadı, doğa hâlâ duruyor yerli yerinde, şimdi Babil’in ve tanrı kralın yerinde yeller esiyor. Ama tanrı kral olmak isteyenler hâlâ anlatıyorlar bu masalı ve kaos/kozmos oyununu sahneleyerek doğanın içinde ve doğaya rağmen sabit bir düzen kurabileceklerini sanıyorlar.

İçimize doğa kaçmış bir kere
Ne doğa ne de insan doğası katlanır kapatılmaya. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısı kesilen sistemler çökmeye yazgılıdır. Termodinamiğin ikinci yasası, kapalı sistemlerde entropinin, yani düzensizliğin artacağını söylüyor. Bu yasayı anlamanız için illa da fizikçi olmanız gerekmiyor. Nehirlerle ya da yeraltı sularıyla beslenmeyen göller bir süre sonra bataklığa dönüşüp kuruyacaklardır. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısı kesilmiş bireyler, çok geçmeden ruhen ve bedenen çökecek. Rüzgârlara açık olmayan düşünceler de kokuşmaya yazgılı. O halde bizi doğanın akışlarına rağmen kapatmaya çalışanların çökeceğini söylemek salt bir iyimserlik olmasa gerek. Doğayı surların ötesine ötelemeleri ve içeri sızmaması için önlemler almaları; ne de büyük bir gaflet! Doğa bizim içimizde, içimize doğa kaçmış bir kere. Ve doğa şişede durduğu gibi durmuyor, birey de kapatıldığı odada. Şişenin içindeki cin, ispirto ya da spirit ya da ruh; ne derseniz deyin. Yaşamın ruhuyla, kuvvetleriyle kendinden geçen bireyler olacaktır her zaman. Tutkulardan arınmış değil, tutkularıyla yaşama bağlı bireyler; yaşamayı tutku haline getirenler. Ölüm severlere karşı yaşam severlerin, su gibi aziz olanların örgütlenişi.

Bizden saklanan yaşam
Bizden saklanan yaşamdır. “Bugüne dek yasakladıkları tek şey gerçekliğin kendisidir” diyor Nietzsche. Ve yeryüzünü duyumsayanlardan nefret ediyorlar. Bir çatlak olmalı, bizi yaşamla buluşturacak ya da su olup çatlatmalı duvarı. Yapabiliriz, çünkü bedenlerimizin üçte ikisi su.