29 Ocak 2014 Çarşamba

BABİL'İN YÜKSELİŞİ VE KAÇINILMAZ ÇÖKÜŞÜ



RAHMİ ÖĞDÜL

30.01.2014

İktidar bir oyun koyuyor sahneye: Kaos ve kozmos oyunu. Bir tarafta karmaşayı, kaosu temsil eden kuvvetler, diğer yanda mutlak düzeni tesis edecek kozmos kuvvetleri. Temsili kuvvetlerden oluşan gruplar çatışıyor. Biz bu oyunu yıllar öncesinden, kadim zamanlardan biliyoruz. İ.Ö. 1894 yılında kurulan Babil kentinde Akitu denilen Yeni Yıl Töreni’nde, tanrının yeryüzündeki oğlu ve vekili sayılan hükümdarın gözetiminde her yıl nisan ayında sahneleniyordu bu ritüel. Mircea Eliade bu oyunun çok daha eskilere dayandığını belirtiyor (Ebedi Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi). Marduk tapınağında, Babil mitolojisi Enuma Eliş art arda birkaç kez okunur, kozmosun tanrısı, evrene mutlak düzeni getiren Marduk ile kaosun tanrısı, deniz canavarı Tiamat arasındaki, evrenin başlangıcında gerçekleşmiş kavga yeniden sahnelenirdi. Kentlerin kurtuluş törenlerinde de tanık olduğumuz temsili düşman kuvvetleri ile temsili milis kuvvetleri arasında geçen sahnenin kökenine rastlıyoruz burada. Kaosu ve kozmosu temsil eden iki grup oyuncu seçilirdi. Bu grupların mücadelesi, Tiamat ile Marduk arasındaki ilk çatışmayı hatırlatmakla kalmaz, kozmogoniyi, yani kaostan kozmosa geçişi tekrarlar, güncelleştirirdi. Böylelikle tanrısal özellikle donatılmış hükümdarın tepede yer aldığı hiyerarşik toplumun siyasal yapısı da korunmuş olurdu.

DÜZEN BAŞ AŞAĞI...
Yeni Yıl Töreni çerçevesinde gerçekleşen Zagmuk bayramında ise Marduk’un cehenneme inişi, tüm topluluğun katıldığı bir ağıt ve oruç dönemiyle anılır; yaratılış öncesi, yani kozmos öncesi kaotik döneme geri gidişi temsil eden bir karnaval eşlik ederdi bu bayrama: Gerçek hükümdarın aşağılanması, karnaval kralının tahta çıkarılması, tüm toplumsal düzenin baş aşağı çevrilmesi. Karnaval ortamında kaos bir temsil öğesine dönüşmüştü.

Kadim zamanlardan hatırladığımız, ilk kaosun temsili canlandırılması ve ardından mutlak düzenin, kozmosun kurulması günümüzde de tekrarlanıyor. Kadim zamanlarda olduğu gibi, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider”in gözetiminde gerçekleşiyor her şey. Etrafını duvarlarla çevirerek kurduğu kendi politik alanında göksel kutsal düzenin bir benzerini oluşturmaya çalıştığını, kutsal metine yaptığı referanslardan anlıyoruz bu tanrı-hükümdarın. Duvarların içerisinde mutlak düzeni yaratmaya çalışan iktidar kozmogonik temsiller sahneleyerek kendi iktidarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Mitoloji hâlâ geçerli. İktidarın, kendini mutlak düzenin temsilcisi olarak ilan ettiği her yerde, yaratılış öncesi kaosu hatırlatmak ve kendi mutlak düzenini pekiştirmek için bu tür ritüellere, temsili kuvvetler arasındaki çatışmaya ihtiyacı var.


KAOS VE KOSMOS OYUNU
İktidarın sahnelediği kaos/kozmos oyununu seyrediyoruz sadece; yıl 2014, ama hâlâ Babil zamanlarının refleksiyle kozmogonik bir sahnelemenin seyircileri ya da katılımcıları olarak temsili kuvvetler arasında yerimizi alıyor ve ortaya çıkacak mutlak düzeni dört gözle bekliyoruz. Etrafını surlarla çevirdiğimiz mutlak düzenin hemen dışında kaosun suları uzanıyor oysa; temsili değil, gerçek kaosun. Babil kenti “Bab Apsi”, yani “Apsu’nun Kapısı” üzerinde kurulmuştu; “Apsu”, yaratılıştan önceki kaos sularının adıydı. Yeni Yıl Töreni’nin yapıldığı ay olan nisanda, yukarı Mezopotamya’daki dağlarda karların erimesiyle oluşan sel baskınları Babillilere zor anlar yaşatıyor, içeride kurdukları mutlak düzeni tehdit ediyordu. Babil mitolojisi Enuma Eliş ilk kaosu tanımlarken, her yerin sularla kaplı olduğundan söz etmesi boşuna değil. Duvarların dışındaki kaosu, içeride evcilleştirerek temsil düzeyine indiriyor; böylelikle katı hiyerarşik yapılarını meşrulaştırmak için kullanıyorlardı.

KABARAN KAOS SULARI
Kent içindeki mutlak düzeni bozan çokluğu keçinin başına yükleyerek kentin dışına, çöle sürme ritüelini, yani günah keçisi ritüelini Babilliler de uyguluyorlardı. İktidar, kent duvarları içinde kurduğu mutlak düzeni, temsili ritüellerle, göklere uzanan hiyerarşik kulelerle pekiştirmeye çalışsa da tüm kentlerin kaos sularının üzerinde kurulduğunu unutmayalım. Duvarların dışına sürdüğümüz çokluk, korkunç kaos kuvvetleri halinde tüm temsilleri, hiyerarşik Babil Kulelerini yerle bir edebiliyor. Nisan yaklaşıyor, dağlardaki karlar erimeye başlayacak; kabaran kaosun suları kentin duvarlarına dayandığında kaos/kozmos temsili de kurtaramayacak iktidarı.

23 Ocak 2014 Perşembe

ÜZÜMLERİ GAGALAMAK YA DA ÖRTÜYÜ KALDIRMAK...



RAHMİ ÖĞDÜL

23.01.2914
Eski bir tartışma ama yine de sorabiliriz: Sanat bir ‘mimesis’ midir, yani “doğanın taklidi” midir? Yoksa görünmez kuvvetleri görünür kılmak mıdır? Görünür dünya ile görünmez kuvvetler arasındaki bu gerilim, sanatı, yaşamı ve politikayı kucaklayan temel sorunlarından biridir hâlâ.
15. yüzyılda yaşamış, Rönesans’ın bilge kişilerinden, ressam, yazar, sanatçı, mimar, filozof Leon Battista Alberti, türünün ilk örneği sayılan Della Pittura (Resim Üzerine) adlı kitabında sanatın bir mimesis olduğunu söyleyecektir size. Görünmeyen şeyler ressamın işi değildir. Ressamın görevi, “canlı görünecek ve gerçek cisme benzeyecek şekilde çizmek ve boyamaktır” (bkz H. Damisch, Bulut Kuramı, Metis). Görünür dünyayı, göründüğünden çok daha canlıymış gibi resmetmek bir beceri olarak kabul edilmişti ve tarihçi Plinius buna dair geçmişten örnekler verir. İ.Ö. 5. yüzyılda, dönemin sanatçılarından Zeuxis ve Parrhasius kimin daha usta olduğunu kanıtlamak için yarışmaya karar verirler. Yarışacakları gün geldiğinde, Zeuxis yaptığı resmin üzerini örten perdeyi kaldırdığında, resimdeki üzümleri gerçek sanan kuşlar resmi gagalamaya başlar. Ardından Zeuxis, Parrhasius'un kendi resmi üzerindeki perdeyi kaldırmasını istediğinde, Parrhasius aslında perdenin kendi çizdiği resim olduğunu açıklar. Zeuxis, "Ben kuşları kandırdım, ama sen beni kandırdın” diyerek yenilgiyi kabullenir. Üzümleri gerçekten daha gerçek gibi boyayan sanatçı ile görünen gerçekliğin üzerine bir perde örterek görünmez olana gönderme yapan sanatçı arasındaki ayrımı da sezdiriyor bu anlatı.

GÖRÜNÜR KILMAK
Deleuze, ressam Francis Bacon üzerine kitabında, “sanatta, müzikte olduğu gibi resimde de söz konusu olan biçimleri yeniden üretmek veya icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir” diye yazarken Paul Klee’nin, “görüneni vermek değil, görünür kılmak” formülüne yaslanıyordu (bkz Duyumsamanın Mantığı, Norgunk). Görünür olanları değil, göremediğimiz, işitemediğimiz kuvvetleri resmetmek, kuvvetleri ele geçirmek. Sanatçı, bir şaman gibi görünmez kuvvetlerle temasa geçebilmeli. Şaman da esrime halinde, görünmez olan kuvvetleri ele geçirdiğini ve bunları bir kaya yüzeyinde görünür kıldığını söyleyecektir bize.
GÖRÜNMEZ OLAN İKTİDARI KORKUTUR
Görünür olanın, mevcut gerçekliğin yetersizliğini en iyi vurgulayan Louis Daguerre’in, 1838’de Paris’in Temple Bulvarı’nda çektiği ve tarihe ilk insanlı fotoğraf olan geçen fotoğrafıdır.  Bulvar fotoğrafın çekildiği anda hareketli insanlar ve taşıtlarla dolu olmasına rağmen, kullandığı on dakikalık pozlama süresi nedeniyle sadece hareketsiz objeler girebilmiştir kadraja ve bir toplumsal kuvvet olarak devinen halk görünmez olmuştur. Görünmez olan toplumsal kuvvetler toplumsal bir patlama anında birden boşluktan çıkıp görünür olduklarında iktidarın bakışı allak bullak olur. İktidar görünmez olandan çok korkuyor, boşluktan birden bire çıkıp ete kemiğe bürünen kuvvetlerden.
İnternet de bir sanal (virtüel) âlem olarak görünmez kuvvetlerin kimi zaman boşluktan zuhur ederek ete kemiğe büründüğü ve iktidarı korkuttuğu bir alan. Buradaki ‘virtüel’ sözcüğü, bilgisayar tarafından taklit edilmiş mevcut gerçekliği gösteriyor bize. Var olan gerçeğin bir simülasyonu (benzetim) olarak ‘virtüel’ âlem, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi, görünmez kuvvetlerin dölyatağıdır aynı zamanda.
Mevcut gerçeklik ile görünmez kuvvetler ya da ‘aktüel’ ile ‘virtüel’ olan arasında felsefede yapılan ayrım aydınlatıcıdır. ‘Aktüel olan, olup bitmiş, şimdiki haliyle mevcut gerçekliktir, kimliklerdir; oysa ‘virtüel’, henüz gerçekleşmemiş, gerçekleşmesiyle birlikte mevcut gerçekliği, kimlikleri dönüştürecek maddenin içindeki gizil güçlere gönderme yapar; ‘virtüel’in bu anlamı Türkçeye ‘gücül’ olarak çevrilmiştir. O halde ‘virtüel’ dendiğinde iki terim var elimizde. Mevcut dünyanın bir benzerinin üretildiği, gerçek gibi bir ortama gönderme yapan ‘sanal’ terimi; bir diğeri ise henüz görünmeyen ama mevcut, aktüel şeylerin içlerinde taşıdıkları fark kümelerine, ortaya çıkmasıyla birlikte mevcut gerçekliği dönüştürecek gizil güçlere gönderme yapan ‘gücül’ terimi.

İNTERNET BÜYÜK TEHLİKE!
İnternet ‘virtüel’ sözcüğünün bu iki anlamını da bağrında taşıyor. İktidarın en çok sevdiği, mevcut gerçekliğin bir benzerini üreten ve pekiştiren bir ortam olarak internet. Kendi kurduğu kurmaca gerçeklikte ne varsa aynısını internette de kurmak istiyor iktidar. Gücül dediğimiz, görünmez güçlerin alanı olarak internet ise iktidar açısından büyük bir tehlike. Sanal dünyanın boşluğunda hareket eden görünmez güçler birden bire, hiç hesapta olmayan bedenleşmelerle, kümeleşmelerle ortaya çıkabiliyor. Mevcut gerçeklikte, oldukları halleriyle kolaylıkla kimliklendirip ait oldukları raflara yerleştirebileceği varlıklar, bu tür anlarda bir türlü yakalayamadığı, her türlü sınıflandırmadan kaçan oluşlara dönüşüyorlar.
İnternete getirdiği sansürle birlikte, gerçek dünyada olduğu gibi sanal âlemde de bir polis devleti kurarak kendi mevcudiyetini her yerde görünür kılmaya çalışan iktidar, hem yaşamın içindeki hem de internetteki ‘gücül’ olanı önleyemeyecek. İktidar, sanatçı Zeuxis gibi sanal âlemde boyadığı taklit üzümleri gagalamamızı istiyor. Oysa bizler, yaşamın meyvesi üzümlerden yapılmış şarabı, içindeki gizil güçleri yudumladık bir kere; esriyerek görünür hale geleceğimiz, Dionysos’çu bir yaşam severliği kutlayacağımız günlerin çok yakın olduğunu biliyoruz.

16 Ocak 2014 Perşembe

'YAPBOZ'UN TUTSAĞI DEĞİL, 'BOZ-YAP'IN FAİLİ OLMAK / ERİM BAYRI'NIN ÇALIŞMALARI





RAHMİ ÖĞDÜL
16.01.2014
Ürettiği işlerle bağını koparmayan, koparamayan, onlara kendi bedeninin bir parçası, zihinsel ve bedensel yolculuğunun hem ürünleri hem de yoldaşları gibi muamele eden sanatçı türünün nesli tükendiği bir çağda, Erim Bayrı tuhaf bir sanatçı figürü gibi duruyor. Bayrı gibi bir sanatçının ürettiklerini bir meta gibi kolaylıkla elden çıkarması mümkün değil. Bu tuhaf sanatçının ürettiği tüm işleri bir arada görebilirsiniz artık. Karşı Sanat’ta açılan sergide Bayrı’nın Tophane’deki atölyesinde ürettiği, yaşamıyla sanatını birlikte yoğurarak yarattığı işler, çözmemizi bekleyen mekâna, zamana ve figüre dair problemlerdir aslında. Ahşap, metal, boncuk tutkalı, kâğıt, toprak, alçı, ateş gibi farklı malzemeleri kullanarak içinde taşıdığı çoklu kişiliği dışa vurması, birbirinden çok farklı ürünlerin yan yana gelmesiyle sonuçlanmış. Ahşap heykellerinin yanı sıra, endüstriyel metal parçalarını birleştirerek yarattığı konstrüksiyonlar; boncuk tutkalı kullanarak yaptığı, odanın sıcaklığına bağlı olarak genleşip ya da büzülürken ses çıkaran heykeller; bildik telli sazları yeniden, kendince üretirken ortaya çıkan enstrüman-heykeller; alçıdan rölyefler; sulu boyalar…
TİTREŞİMLER YARATMAK İSTİYOR
Sesli heykeller olarak adlandırabileceğimiz, mevcut telli çalgılardan esinlenerek ürettiği enstrüman-heykeller bir duvarda asılı. Tellerin sesini ahşabın gövdesine nasıl aktarabileceği üzerinde kafa yorarken asıl meselesinin, sesleri insan gövdesine nasıl aktarabileceği ve gövdede yaratacakları titreşimler olduğunu anlıyoruz Bayrı’nın. Dış dünyanın, duyu verilerinin bedende hiçbir titreşim yaratmadığı bir çağda, bir metinden okuduğu bir sözcüğü, sohbeti, sokaktan gelen konuşmaları bedenine aktararak titreşimler yaratmak istiyor Bayrı. Yeryüzüyle birlikte titreşmeye çabalayan, duyarlı bir bedenin üretimleri bu enstrüman-heykeller. Yeryüzünün kuvvetleriyle rezonansa girmiş, titreşimli bir beden olarak sanatçı, zaman ve mekân içinde salınan bedene dair karmaşık ilişkiler kuruyor.
ANLAMLI BÜTÜNLÜKLER YARATIYOR
Bayrı parçalanmış bir yaşamdan topladığı kırıntılarla anlamlı bütünlükler yaratırken sorular soruyor durmadan. Ve bizden de kendi yaşamından devşirdiği bu soruları birlikte çözmek için çaba harcamamızı istiyor. Bir ağaç bloğunu yontarak içinde saklı olan figürü açığa çıkarmak yerine, farklı ağaçların parçalarını devşirerek ahşap heykeller üretmiş; paramparça yaşamlarımızın içindeki parçalardan, anlamlı bütünlükler yaratmanın peşinde. Michelangelo’nun dünyası ile günümüz dünyası arasındaki uçurumu görebiliyoruz, Bayrı’nın ahşap heykellerine baktığımızda. Bir taş bloğun içinde saklı olan bütüncül imgeyi açığa çıkarmak için yontuyordu Michelangelo. Malzemenin içinde saklı böylesine bütüncül bir imgeyle karşılaşmamız imkânsız artık. Bir nesneyi zihinsel olarak tüm özellikleriyle kavrayamadığımız bir çağda, kırıntıları toplayarak anlamlı bütünler yapabiliyoruz ancak. Bayrı da kendi yaşamından topladığı malzemelerle parçalanmış bir hayatın içinde ve parçalar arasındaki ilişkilerde saklı olan anlamı açığa çıkarmak için, bağlamlarından koparılmış parçaları bir araya getirerek anlamlı bütünlükler yaratıyor.
ÖNCEDEN SAPTANAN İKTİDAR PLANI
Parçalarla kurduğu bu ilişkiler etrafımızı saran endüstriyel ürünlere dek uzanıyor. Evlerimizdeki endüstriyel parçalardan yarattığı konstrüksiyonlar, yaşamın acımasız ve gerilimli geometrisinin sertliğini yansıtıyor. Ev makinesinin yeri ve işlevi belirli parçalarını, endüstriyel hazır-nesneleri bir araya getirerek soyut ve soğuk geometrik düzlemi görünür kılmış Bayrı. Bu soyut ve soğuk geometrik düzlem, özgür bir yaşam sürdüğümüz yanılsamasını bozuyor ve iktidarın, toplumu ve doğayı istediği gibi düzenleyeceği yapboz bulmacasının planını deşifre ediyor. Yapboz adı verilen bulmacalarda geometrisinden dolayı her parçanın ait olduğu yer planda belirlenmiştir ve bizden istenen sadece parçayı doğru yere yerleştirmektir. Önceden belirlenmiş bir plana göre yerleştiririz parçaları ve ortaya verili bir görüntü çıkar. Fakat bu, tepede tasarlanan, her parçanın ait olduğu yerin önceden saptandığı bir iktidar planıdır.
Bayrı, bu iktidar geometrisini görünür kıldıktan sonra parçalı bir yaşamın içinde, iktidarın yapboz bulmacasının yerleri ve işlevleri belirli parçalarını alıp, aralarında farklı ilişkiler kuruyor ve kendi anlamlı bütünlüklerini yaratırken, bizleri de verili parça-bütün ilişkisini bozarak, kendi anlamlı bütünlüklerimizi yaratmamız için kışkırtıyor. İktidarın planını bozup yeniden yeryüzüyle ve birbirimizle titreşime geçtiğimizde parçalar arasında ortaya çıkacak başka türlü bir ilişkiyi fazlasıyla duyumsuyoruz. Yapbozun önceden belirlenmiş planının tutsağı değil, ‘boz-yap’la parçaları tutsaklıktan kurtarıp, birlikte yaratacağımız bir düzlemin faili olabilmek; sanırım, asıl mesele bu.
Not: Erim Bayrı’nın “Çalışmalar” adlı sergisini 30 Ocak 2014 tarihine kadar Karşı Sanat’ta izleyebilirsiniz.

10 Ocak 2014 Cuma

ELLERİMİZ NELERE MUKTEDİR; AH BİR KULLANABİLSEK!

RAHMİ ÖĞDÜL

09.01.2014

Ellerimiz maymun tuzaklarında hapsolmuş; ellerimizle birlikte bedenlerimiz de. Deliğin mekânı dışında bir başka mekân bilmiyoruz neredeyse. Sistemin ayrıştırıp sosyal kutulara yerleştirdiği bedenler, maymun tuzaklarının içindeki nesnelere sıkıca sarıldıkları için ellerini de kullanamıyor artık. Oysa insanın evriminde elin çok büyük katkısı var. İki ayak üzerinde durmaya başlayan atalarımız elleri serbest kalınca üretmeyi ve yaratmayı keşfetmişler ve elleriyle inşa etmişlerdi kendilerini. Engels’in 1876’da yazdığı ama ancak 20 yıl sonra yayınlanan “İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” adlı broşür, insan gelişiminde elin önemini vurguluyordu: “Elin, konuşma organının ve beynin, yalnızca tek bir bireyde değil tüm toplumda birlikte çalışmasıyla, insanoğlu çok daha karmaşık işlemleri yapabilir hale geldi.” Alet yapımı ve kullanımı elin daha da rafine bir hale gelişini ve gelişmesini sağlamıştır, yani el, emeğin hem bir “organı” hem de bir “ürünü”dür (John Pickard, www.marxist.com).

AĞAÇLAR VE İNSANLAR
Ellerimiz maymun tuzaklarında kullanılmaz hale gelince, karmaşık işlemleri bizim adımıza artık iktidar yapıyor. Bizden sadece maymun tuzaklarındaki nesnelere sıkıca sarılmamız isteniyor; ellerimizi deliklerden çıkarmamızın ve doğaya ve topluma dokunmamızın ne denli tehlikeli olduğunu yakın tarihimiz göstermişti iktidara. Ağaçlara ve birbirine dokunan insanlar erklenince, karmaşık işleri üstlenerek kendini tepeye yerleştiren ve dolayısıyla konumunu meşrulaştıran iktidarı geçersiz kılmışlardı çünkü. Devlet büyüklerimiz ne diyor?: “Herkes kendi işini yapacak!” Yani herkes kendi deliğindeki nesnesini sıkıca tutacak; sakın elinizi delikten dışarı çıkarıp başka şeylere dokunmayın.

Oysa ellerimizle dokunarak, dokuyarak kuruyoruz mekânlarımızı. Ayrışık gibi duran mekân kırıntılarını ellerimizle ilişkilendirerek, daha önce bağlantısız gibi duran kırıntılardan iktidarı korkutan mekânlar yaratabiliyoruz. Kentin içindeki bir mekân kırıntısından, ağaçlara ve birbirimize dokunarak, bu coğrafyanın isyanlar ve ütopyalar tarihinde şimdiden yerini almış direniş mekânını, Gezi Parkı’nı yaratmadık mı? Bu mekân bir kâbus gibi iktidarın gece ve gündüz düşlerinde yer etmiştir artık. Sürekli kontrol altında tutulacak bir isyan ve ütopya mekânı.


Sinemada elleri en güzel görüntüleyen yönetmenlerden Robert Bresson da mekân kırıntılarını eller aracılığıyla birleştirerek kendi film mekânını kurmuştu. “Bresson’da bütünlüklü mekânlar hemen hemen hiç yoktur. Aksine, bağlantısız mekânları vardır onun: köşede bir yer, hücre gibi…  bir dizi küçük mekan kırıntısı, mekan parçacıkları… bağlantıları ise önceden belirlenmiş değildir” diye yazıyordu Deleuze ve soruyordu: “Bu görsel küçük mekân parçacıklarını önceden belirlenmediği halde birbirine bağlayan nedir? İşte Bresson’da ellerin rolü buradan geliyor: kenardaki el. Bresson mekânlarının parçalarının birleştirilmesi – bunlar bağımsız küçük mekân parçacıkları olduğundan – ancak el ile yapılabilir. İşte Bresson’da elin yüceltilmesi bundandır” (İki Konferans, Norgunk Yayıncılık).


İŞTE GELECEĞİMİZ
Ellerimizi, deliklerden çıkarıp bir kullanabilsek ve dokunabilsek doğaya ve birbirimize! İktidarın verili olarak, durmadan tepeden tasarladığı mekân kırıntıları içinde hareket ettiğimizi bir fark edebilsek! İlişkisizliğin mekânlarını yaratıyor iktidar. Birbirine dokunmadan paralel olarak sonsuza doğru akıyoruz otoyollarda ve ellerimiz makinenin bir parçasına dönüşüyor. Kalın kaportalarının içerisine tıkılmış halde özgürce dolaştığımız yanılsamasına kapılıyoruz. İnsanları bir yere kapatan disiplin toplumundan, özgürce dolaştıkları sanısına kapıldıkları denetim toplumuna geçişi en iyi gösteren otoyollardır. Şöyle özetliyor Deleuze: “ insanlar otoyollarda sonsuza kadar “serbestçe” dolaşırlarken kapatılmış olmuyorlar ama kusursuz şekilde denetleniyorlar. İşte geleceğimiz bu.”

Geleceğimiz bu olmamalı. Ellerimizin bizi denetleyen, sınıflandıran makinelerin parçasına dönüştüğü bir gelecek beklememeli bizi. Eller her zaman denetimden kaçmanın yollarını bilmişlerdir. Ve iktidar düzeni bozmamak için ellerimizi masanın üstünde tutmamızı öğütlerken kendince haklıdır: “Sofra adabı bakımından ellerimizi masanın üstünde tutmak mecburiyetinde olduğumuzu unutmamak lazım gelir” diye hatırlatıyordu bize, ‘Sofra Tanzimi ve Adabı’ kitabı yazarı Ekrem Muhittin Yeğen (1963); masanın altındaki ellerin nelere muktedir olacağını bilemiyoruz çünkü. İktidarın denetiminden kaçan ellerimizle mekân kırıntılarından isyanın ve umudun mekânlarını yaratabilir ve yeryüzünü “Güneşin Sofrası”na dönüştürebiliriz.

2 Ocak 2014 Perşembe

MAYMUN TUZAĞI


RAHMİ ÖĞDÜL

02.01.2014

1926 yılının sonlarında Moskova’yı ziyaret eder Walter Benjamin.  Yaklaşık iki ay süresince program çerçevesi dâhilinde müzeleri, sanat kurumlarını gezer. 24 Aralık günü rastgele gördüğü ve yanında “Müze” yazan açık bir kapıdan girdiğinde Cezanne’ın bir tablosuyla karşılaşır: “Cezanne’ın olağanüstü güzellikteki bir resminin önünde, “eşduyum” (empati) sözünün dilsel olarak dahi yanlış olduğu fikrine kapıldım. İnsan bir tabloyu kavrarken, asla onun uzamına girmiyor; daha çok bu uzam…, farklı yerlerinden dışarıya taşıyor. Geçmişin çok önemli deneyimlerini yerleştirebileceğimize inandığımız açıları ve köşelerinden bize açıyor kendini” (Moskova Günlüğü, Metis Yayınları). Akademik resmin çizgisel perspektifinin yarattığı ve insanı konik bir uzamın içine çekerek, çerçevenin içine hapsettiği tabloların aksine, Cezanne’ın da dâhil olduğu empresyonistler çizgisel perspektiften vazgeçerlerken, çerçevenin meşruiyetini de geçersiz kılmışlardı ve tam da Benjamin’in saptadığı gibi resimleri “farklı yerlerinden dışarı taşıyordu.”

ÇERÇEVENİN İHLALİ
Program çerçevesinde gezilerini sürdüren Benjamin, çerçeveden çıktığında şans eseri karşılaştığı Cezanne’da da çerçevenin ihlalini görmüştü. Kalın ve kimi kez oymalı, yaldızlı bir çerçeveyle çevrilerek sınırları iyice pekiştirilmiş ve duvardan dışarı açılan bir pencere yanılsaması yaratılmış bir tablonun içine girmek, onun uzamına hapsolmak, tam bir tuzağa düşmektir. Ve Benjamin de bu tuzağın farkında.  O daha çok çerçevenin kırılma noktalarının, resmin çerçeveden dışarı taştığı, deneyimimizle ilişkilendirerek resmi dışarı doğru kaydırabileceğimiz açıların ve köşelerin peşinde ve bu özellikleri Cezanne’ın resminde bulmuştu.

İktidar ise kalın çerçeveler içinde bakışımızı, duygularımızı, arzularımızı, düşüncelerimizi, bedenlerimizi soğuracak bir delik yaratma peşinde; çerçevelerin içine hapsetmek istiyor bizi.  O yüzden kalın çerçeveli bir tablonun uzamına girmek ve çıkamamak tuzağa düşmektir. Yaratılmış kapalı evrenlerin içinde kısıtlı kalma duygusu yaşatıyor kimi tablolar. İçsel tutarlılığı olan tablolar yaratmak, kendi üzerine kapanmış evrenler, daha doğrusu kara delikler yaratmayı andırıyor. Ve bu kara deliklerin bizi nasıl kıstırdığını, içine soğurduğunu,  iktidara koşulsuz teslim ettiğini hayvanlar âleminden de biliyoruz.


İKTİDARIN KARA DELİĞİ
‘Tanrılar Çıldırmış Olmalı’ filminin yönetmeni Jamie Uys tarafından, 1974 yılında Güney Afrika’da çekilen “Animals are Beautiful People” filminin bir sahnesinde, yöre insanlarının bir babundan yararlanarak su bulma yöntemleri anlatılır. Su bulmak için önce bir babun yakalamaları gerekiyor.  Meraklı bir babunun kendisini izlediğinden emin olan yöre insanı, bir sopa yardımıyla bir termit yuvasında bir babunun elinin girebileceği bir delik açar önce. Ve bu deliğin içine yaban kavunu tohumlarını yerleştirir. Ardından bir çalının arkasına gizlenerek maymunun merakına yenik düşmesini bekler. Çok geçmeden maymun delikte ne olduğunu araştırmak için elini deliğe sokar ve tohumları avuçlar. Tohumları avuçlar ama elini yumruk haline getirdiği için bir türlü delikten kurtaramaz ve elindekileri de bırakmak istemez, enselenir. Ağaca bağladığı maymunun önüne kaya tuzları koyar, bütün gece bu kaya tuzlarını yiyen maymunu sabah olunca serbest bırakır; susamış maymun deli gibi gizli su kaynağına koşar ve su kaynağının yeri tespit edilir böylece.

Kara deliğe yenik düşmüştür maymun ve kara deliğin içindeki ganimetlere. İktidar da eli delikteyken suçüstü yakalanmıştır ve bizi de kendi suçuna ortak etmek için durmadan kara delikler açar toplumun içinde. Delikler tarafından yutuluruz farkına varmadan.  Dolayısıyla yeryüzünün yıkımından, toplumsal adaletsizlikten, eşitsizlikten, yaşanan onca acıdan bizler de sorumluyuz. Avucumuzun içindekileri, sahip olduklarımızı, mülkiyet ilişkilerini, kapitalizmin bize sunduklarını bırakmamak için daha fazla sıktıkça yumruğumuzu, kapitalizmin deliklerine kollarından bağlı maymunların durumuna düşüyor ve enseleniyoruz. Foucault olsa bu delikleri dispozitif olarak tanımlardı, yani yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, modelleme, denetleme aygıtı.


İktidar kalın çerçevelerin içine hapsolacağımız tablolar, elimizi kurtaramayacağımız delikler yaratarak tuzağa düşürüp esir alıyor bizi. Yapmamız gereken tek şey avuçlarımızın içinde tuttuğumuza inandığımız ve bir türlü bırakamadığımız tuzak nesnelerden vazgeçmek ve Benjamin gibi çerçevenin kırılma noktalarını görüp bu peyzajdan kaçabileceğimiz, kendi deneyimlerimizle ilişkilendirebileceğimiz bir dışarısını birlikte keşfetmek. İktidarın kara deliğinin, maymun tuzaklarının dışarısında, tüm imkânlarıyla başka bir yaşamın da olabileceğini hiç bu kadar kuvvetle hissetmemiştik.