31 Ekim 2013 Perşembe

KEPÇELER, DAMPERLİ KAMYONLAR VE KAR TANELERİ

RAHMİ ÖĞDÜL

31.10.2013

1960'larda sanatçılar, kentlerdeki tükenmişlik karşısında tepkilerini dile getirmek için yeni kaynak arayışına giriştiklerinde doğaya yöneldiler ve açık arazide sanatlarını icra etmek üzere, arazi sanatçısı Robert Smithson’ın tabiriyle “fırça yerine buldozer” kullanmaya başladılar. Buldozer ya da kepçe yıkımın simgesi. Sistemin kaynağı tükendikçe yıkımdan enerji sağlayan iktidarı en iyi anlatan araç; geçen yazımda artık devleti anlatırken bütünü bir başka bütünle anlatan metaforların bir işe yaramadığından, parçanın bütünün yerine geçtiğinden söz etmiştim, yani metonimiden. Bir metonimi olarak kepçe, yoksullara ve doğaya karşı kullanılan bir yıkım aracı olarak devletin politikalarını bir çırpıda anlatabiliyor.

DOĞADAN SANAT ÇIKTI
Altmışlarda ekolojik kriz gündeme geldiğinde doğayı görünmez bir kaynak olarak sürekli sömüren kapitalist anlayışa tepki olarak sanatçılar haklı olarak, doğayı bir kendilik olarak görünür kılmak için doğaya yönelmişler ve arazi sanatı, toprak sanatı gibi adlarla anılan yeni bir sanatın doğmasına da yol açmışlardı. Ancak özellikle Amerikan arazi sanatçılarının yıkımın simgesi olan kepçeyi fırça olarak kullanmaları ve doğaya müdahale ederek doğanın içinde üç boyutlu manzaralar yapmaları sanatı doğa ile kapitalizm arasında bir aracı konumuna getirme çabasıydı.  Kapitalizm de doğaya ve kentlere kepçeyle müdahale ederek ve Smithson’ın tabiriyle “fırça yerine kepçe” kullanarak peyzajlar yapıyor. Sanatçı bir kapitalist girişimci gibi doğada büyük projelere imza atarken araçlarını değiştirmiş, kepçe ve damperli kamyon kullanmaya başlamıştı. Kepçe darbeleriyle doğanın yüzeyinde izler bırakıyor, damperli kamyondan boyalarını döküyorlardı doğal tuvalin üzerine. Oldukça resimsel bir hafriyat. Kapitalizm ile sanatın örtüşmesinin Smithson da farkındaydı: “sanat, çevreciyle sanayici arasındaki iletişimi sağlayan bir kaynağa dönüştürülebilir. Çevre bilinci ve sanayi iki ayrı çıkmaz yol gibi değil, bir noktada kesişen yollar gibi düşünülmelidir.”

EKOLOJİK AĞLAR ZAMANI
Sistem kapalı bir sistemse ve enerji girdisi yoksa bir süre sonra entropi, yani düzensizlik artışıyla çöküşe geçtiği görülecektir. Fizikteki termodinamiğin ikinci yasası böyle söylüyor bize. Ve kapitalizm bunu çok iyi biliyor, çöküşe geçmemek için durmadan insan doğası da dahil tüm doğayı bir enerji girdisi olarak sonuna kadar sömürmeyi kafasına koymuş. Kent içindeki yeşil alanlar birer birer ranta teslim edilirken, doğa çılgın projelerinden kaçamıyor. Kepçesiyle, milyonlarca yıldır örülen ekolojik ağları parçalayarak, doğayı ve insan doğasını durmadan yıkarak peyzajlar yaratıyor iktidar.
İktidar ne kadar çabalarsa çabalasın düzensizlik artışının önüne geçemeyecek. Zorla, dışarıdan dayatılan bir düzenin sonunda çökeceğini ve tamamen içeriden sistemi oluşturan öğelerin kendilerini örgütleyerek yeni bir yapı oluşturacaklarını söylüyor kimya bize (bkz İlya Prigogine’nin Kaostan Düzene adlı kitabı). Dengeden uzaklaşan bir sistemde çevredeki koşulların etkisiyle çatallanmalar ortaya çıkıyor ve bir kimyasal sistem iki ya da daha fazla olası yapı arasında seçim yapıyor; hangi yapıyı seçeceğinin önceden belirlemenemediğini belirtiyor Prigogine. Kaos ile düzenin içiçe geçtiği, pasif değil etkin bir biçimde kendini örgütleyen bir madde anlayışından söz ediyor. Bir kar tanesinin oluşumu kaos ile düzen arasında bu geçişkenliği göstermesi açısından önemli. Biliyorsunuz, hiç bir kar tanesi, bir diğerine benzemez.

KAR TANESİ KENDİNE ÖZGÜ ŞEKLİNİ ALIYOR
Buz kristalleri, türbülanslı bir havanın içinde, zorunluluk ve rastlantıya bağlı olarak, kendilerine has bir güzellikle biçimleniyor. Su donarken kristaller, dışarı doğru küçük uçlar (dentritler) veriyorlar önce; bu küçük uçlar büyüdükçe, sınır bölgelerde çevre koşullarına bağlı olan istikrarsız bir durum oluşuyor ve yanlardan yeni uçlar fışkırıyor. Kar taneleri şaşırtıcı incelikte bir düzen sergileseler de bu küçük uçların tam olarak ne kadar hızla büyüyeceklerini, çaplarının ne kadar olacağını ya da kaç kere dallanacaklarını öngörmek mümkün değil. Kıpır kıpır oynaşan, dinamik bir sınır, önceden kestirilemeyen çevresel koşulların ve içsel faktörlerin etkisiyle sürekli değişirken kar tanesi de kendine özgü şeklini alıyor.


 Toplumlar da tıpkı kar tanelerini andırıyor; Gezi Komünü’nde bir kar tanesi yarattık. Toplum mühendisliğinin dışarıdan kepçe zoruyla dayattığı peyzajları boşa çıkardık.. Doğrusal olmayan, dinamik süreçlerle, kaos ile düzen arasındaki etkileşimle, içeriden dışarıya doğru yarattık biz bu kar tanesini.

24 Ekim 2013 Perşembe

METAFOR DEVLETTEN METONİMİ DEVLETE: İPLİĞİN PAZARA ÇIKMASI

RAHMİ ÖĞDÜL

24.10.2013

Kim bilir hangi fırtınanın dalgaları bunlar?  Görünürde hiçbir neden yok, denizin yüzeyi hafif çalkantılı olsa da tuhaf şekilde dip dalgaları patlıyor kıyıdaki kayalıklarda birbiri ardı sıra. “İçimde uyanan eski bir arzu” belki de. Derinlerde kalmış, unutulmuş arzuların patlaması. İktidarın tüm çabasına rağmen bastırılmış olanın geri dönüşü. Bu geri dönüşte bir yücelik var, zira aklın sınırlarını zorlayan bir güç karşısındayız. Akıl çerçeve çiziyor, adlandırıyor, uysallaştırıyor her şeyi, parlak yüzeyler icat ediyor; ama yüzeyde uysallaştırılmış gibi gözükse de şeyler için için kaynıyor; 31 Mayıs 2013’deki büyük fırtınadan sonra hayat olağan akışı içindeymiş görünse de, yüzeye baktığımızda çarşaf gibi bir deniz görsek de kıyıdaki dalga patlamaları dip akıntılarının gücünü gösteriyor. Dalgalar durmadan patlıyor bir biri ardı sıra, Tuzluçayır’da, Gülsuyu’nda, Okmeydanı’nda, Armutlu’da, ODTÜ’de.

DEVLET VE HALKTAKİ GERÇEK AYRIŞMA
Hiç bu kadar ayrışmamıştı devlet ile halk; Yıldız Savaşları’nın karakterleriyle politik sahneyi donatabiliriz. Bir tarafta yaşamı yıkmaya çalışan karanlık güçlerin ittifakı, diğer yanda Jedi savaşcıları.  Daha önceki dönemlerde devlet, derin devletin durmadan başkalaşan güçleriyle kendini dolayımlayarak bastırmaya çalışıyordu dip dalgalarını. Ve biz metaforlara sığınarak derin kısmını görmezlikten gelebiliyorduk. Baba metaforu, ataerkilliğin meşrulaştırıcı zemininde devleti haklı çıkarabiliyordu. Gerektiğinde seven gerektiğinde cezalandıran bir baba. Metafor sözcüğünün Latince kökenine baktığımızda bir taşıma edimi görüyoruz. (meta: arasında, ötesine, phora: taşımak, nakletmek). Benzeşim ilişkisine dayanarak bir bütünün anlamını başka bir bütüne taşıma edimi. Ve devlet artık bir metonimi olarak gösteriyor kendini. Nedir metonimi? Parçanın bütünün yerine geçmesi. Devletin üstünü örtecek her türlü metafor bir işe yaramıyor artık; çorap söküğü gibi iplikleri görünür hale gelirken, iplikler çorabın yerine geçiyor. Gaz, çevik kuvvet, toma, eli sopalı siviller, doğa yıkımı, ağaç katliamı, savaş, otoyol, avm, kentsel dönüşüm, taşeronlaşma, işçi ölümleri dendiğinde devlet geliyor hemen akla. Bütün ya da metafor parçalanmış ve parçaları tüm şiddetiyle görünür hale gelmiştir.

ARTIK HER ŞEY YÜZEYDE
Metaforların değil de metoniminin geçerli olduğu bir alandayız. Toplumun ortak yararını gözeten, sözleşmeye dayalı, herkese eşit mesafede duran, hukuk alanı içinde hareket eden koruyucu, kollayıcı metaforik devletin ipliği pazara çıkmıştır. Tüm kirli işlerini illegalite alanında gerçekleştiren derin kısmı yüzeydedir artık. Derinlikler kaybolurken devletin ve derin kısmının yüzeyde birlikte sörf yaptığını görüyoruz. Mahkeme kararlarını beklemeden gece yarısı yasadışı bir şekilde ODTÜ ormanlarına girebiliyor; yasaları yasadışına taşırmak üzere durmadan manipüle edebiliyor ve devlet güçlerinin hemen yanında ne idüğü belirsiz eli sopalı siviller.

Derin devlet zamanında devlet kendisine karşı direnişi de derine çekmeye çalışıyordu. Yeraltı devletiyle mücadele girişen yeraltı örgütleri vardı. Şimdi devlet ve derin devlet yüzeyde tüm yasadışılığıyla örtüşürken, yeraltına ittiği direniş tüm meşruluğuyla yüzeyde yerini alıyor; hukuksuzluğun alanı olarak devletin karşısında direnişin meşruluğundan artık sorgu sual edilemez; yüzeye çıkan dip dalgaları hiç bu kadar meşru ve haklı olmamışlardı.

Devlet tüm şiddetiyle yüzeydeki pürüzleri gidermeye çalışsa da derinlerdeki dip dalgaları yüzeye çıkıyor. Sanatçı Tansel Türkdoğan’ın tuvalleri gibi parlak yüzeyli dolapların, kutuların içine sıkıştırılmış koyu lekeler, bulutumsu kütleler iktidarın tasarladığı mobilya düzenini altüst edecek.  Parlak yüzeyin altında yuvarlanan dip dalgaları birbiri ardı sıra patlıyor kıyılarda; bastırılmış olanın geri dönüşünde aklın sınırlarını zorlayan bir yücelik var.

17 Ekim 2013 Perşembe

KAYDA DEĞER BİR ŞEY VAR MI?

RAHMİ ÖĞDÜL
17.10.2013
Modern olmak, bellek yitimidir. Her şey o kadar hızlı değişir ki kayda değecek bir şey bulamayabilirsiniz. Kayıt tutmaya başladığınızda da ya siz ya da belleğinizin yerine geçen tuttuğunuz notlar demode olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oscar Wilde'ın deyişiyle, "aşırı modern olmak kadar tehlikeli bir şey yoktur", zira "bir de bakarsınız modası geçivermiştir insanın." Aşırı modern olmak kendini bir fırtınanın ortasında bulmaktır, "bize serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi" diyor Marshall Berman, 'Katı Olan Her Şey Buharlaşır'da (İletişim).
Çevremizdeki her şey değişirken, bu değişime göre biçim değiştirebilme kabiliyetidir aşırı modern olmak, bir tür bukalemun. Kalıcı olan, kaydedilmeye değer olan her şeyin buharlaşıverdiğini hissedersiniz. Wilde aşırı modern olmaya dair saptaması bu paradoksu çok iyi özetlemiştir. Durmadan yazılıp silinen, yapılıp bozulan bir bedendir insan. Belleksiz bir şimdi içinde debelenip duran insanın yaşadığı dramı anlatan Memento (Akıl Defteri) filmini hatırlayalım. Kahramanın tek bir amacı vardır: karısını öldüren katili yakalamak. Geçmişi çok iyi hatırlamasına ve geleceğini bu geçmiş üzerine kurmasına rağmen şimdiyi, başına gelenleri hatırlayamaz. Bellek yitiminden mustarip kahramanımız bu dünyadaki amacını hatırlamak için bedenine notlar alır durmadan. Bedeni geçmişe ait bir metine dönüşürken, kendi yazdığı metinin izini sürer sadece; durmadan dağılıp giden, elimizden kaçan bir dünyada kalıcı olanın, kendi hakikatinin peşine düşmüştür. Ve bir anlamda kendi metninin esiri olmuştur. Yazdığı ya da kayıt tuttuğu kadar deneyimler şimdinin dünyasını; oysa kayda düşmeyen bir sürü şey gelir başına; bunları yok sayacaktır.
Bir kayıt tutma aracı olan yazının belleğe değil de hatırlamaya yönelik bir buluş olduğunu söyler bize Platon, Phaedrus adlı yapıtında. Mucit tanrı Theuth "Bilgeliğin ve belleğin reçetesini buldum" diye yazıyı çıkarırır Mısırlı Kral Thalmus'un önüne. Kral'ın mucit tanrıya yanıtı manidardır: "Yazıyı kullanmaya başlayanlar belleklerini kullanmaktan vazgeçecekler ve unutkanlaşacaklar. Bir şeyleri hatırlamak yerine harici bir takım işaretlere bel bağlayacaklar. Sen bellek için değil, hatırlama için bir reçete keşfettin." Belleğini yitiren ve hatırlamak için durmadan bedenine notlar alan Memento filminin kahramanının yazgısını dile getiriyor Platon. Belleksiz bedenlerden oluşan toplumun yazgısını yani.
Modern ortamın yıkıcılığını uç noktaya taşıyarak yıkıcılığa yıkıcılıkla karşılık veren Dadacılar, belleksiz bir toplumun tarafında yer alırken aşırı modern olmuşlardır. Dadacı Tzara belleğin yıkımını ilan eder: "Dada, yıkıcı bir eylemdir. Mantığın yerle bir edilmesidir. Belleğin, arkeolojinin, geleceğin yıkımıdır. Dada, özgürlüktür. Çarpışan renklerin, zıtların birliğinin, grotesk şeylerin, tutarsızlıkların ifadesi; kısacası yaşamın kendisidir." Modern olmanın tehlikesini, insanın her an modasının geçmesini burada da görüyoruz; etrafında olup bitenlere göre hızla biçim değiştirmesi, bedenini ve belleğini hızla bozup yeniden yapması gerekmektedir ve artık bu yıkımda bellekten, daha doğrusu insandan söz etmek imkânsızlaşıyor.
Tophane'deki Galeri Mixer'de Öznur Güzel Karasu'nun küratörlüğünde düzenlenen "Kayıt" başlıklı sergide, tam da bellek, hatırlama, kayıt üçgeninde günümüz bireyinin yaşadığı gerilimleri yansıtan işler yer alıyor. Farklı disiplinlerde üretim yapan sanatçılar "kayıt" ve "kaydetme" pratiklerini hem bireysel hem de toplumsal bellek düzeyinde sorgularlarken, insan belleğinin sürekli biçim değiştiren bir balmumu mu yoksa değişime karşı direniş stratejileri geliştiren üretken bir makine mi olduğuna dair sorularla ayrılıyoruz sergiden. Etrafında olup biten şeylerin yansımasıyla durmadan biçim değiştiren modern bedenlerin belleklerinin yeniden yazılabileceğini, belleklerine yeni programlar yüklenebileceğini düşünen bir iktidar karşısında başka bir dünyanın mümkün olabileceğine dair kolektif bellekte arkeolojik kazılar yapmanın zorunluluğunu düşünmeden edemiyoruz. Tanrı Theuth gibi iktidar da 'yazıyı icat ettim' diye çıkıyor karşımıza ve kendi imgelemine, kendi metnine göre insanı yeniden yaratmasının, ancak belleksiz bir toplumda mümkün olabileceğini hatırlayalım.
Not: Öznur Güzel Karasu küratörlüğünde Tophane Galeri Mixer'de gerçekleştirilen ve 10 Kasım'a kadar açık kalacak "Kayıt/Record" temalı sergide Can Ertaş, Dilek Öztürk, Emine Boyner, Hacer Kıroğlu, Hülya Eyidoğan, Kerem Ozan Bayraktar, Murat Germen, Uygar Demoğlu ve Yücel Zorlu yapıtlarıyla yer alıyor.

10 Ekim 2013 Perşembe

DOĞA KONUŞUYOR, DUYAN VAR MI?


RAHMİ ÖĞDÜL

10.10.2013

Yeryüzünü karmaşık bir ağ gibi sarıp sarmalayan canlı-küreden (biyosfer) koparak tamamen kendi icadımız olan bir tekno-kürede (teknosfer) yaşamaya başladık. Artık doğanın semiyotiğini de okumaya gerek kalmadı. Bir baş belası olarak gördüğümüz doğadan kopalı çok oldu çünkü. Doğayı hayat müfredatından çıkaralı beri yapay olarak iklimlendirilmiş ve ışıklandırılmış mekânlarda yaşar olduk ve bulutların, rüzgârların dilini okuma dersinden hepimizin sınıfta kalacağı kesin.
DOĞANIN DİLİNİ GÖRSELLEŞTİRMEK
Açık havada dolaştığımız ender anlarda tenimizde hissettiğimiz, kimi zaman tüylerimizi ürperten, kimi zaman içimizden ılık ılık akan rüzgârı doğrudan deneyimlemek yerine görselin diline aktarmaya çalıştığımızda, yani doğa yerine temsillerine sığındığımızda doğadan bir kopuş yaşıyoruz ve bu temsiller giderek tüm yaşamımızı kapladığında artık doğa deneyimi çok uzak bir geçmişte  kalan bir anıya dönüşüyor. Üst paleolitik dönemde İ.Ö. 22.000 ile 11.000 yılları arasında ortaya çıkan derin mağara resimlerini yapan insanlar, doğayı temsiller aracılığıyla deneyimlemeye başlamışlardı ve bu kopuş uygarlaşma süreciyle ivme kazanarak tamamen temsillerden oluşan bir ortamın içinde bulduk kendimizi. Doğanın ele avuca sığmaz, yabani dilini görselin estetik diline aktarıyoruz durmadan. Sinemacı Robert Bresson anılarının yer aldığı Sinematograf Üzerine Notlar (Nisan Yayınları) kitabında doğanın dilini sinemaya aktarma işlemini bir tercüme edimi olarak görüyordu. “Görünmez olan rüzgârı, esip geçerken biçimlendirdiği suyun diline tercüme etmek.” Rüzgârın görsel dilden kaçan kuvvetlerini görünür kılmak, sinemanın diline aktarmak için rüzgârın dilini dalgalara çeviriyordu. William Turner ise Fırtına adlı tablosunda rüzgârın görünmez dilini, tuvalin yüzeyini fırça darbeleriyle bir girdaba dönüştürerek aktarmıştı bize.
Andrei Tarkovski ‘Ayna’ (1975) filminde rüzgârın görünmez dilini aşkın bir hakikat olarak aktarmayı seçmişti. Çayırlıkta birden bire, sebepsiz yere ortaya çıkan bir rüzgârın tüm sahneyi allak bullak ettiğini görürüz. Filmin içine yedirilmiş aşkın üsluptan dolayı, sanki tanrısal bir şeyler olmuş da aşkın bir dünyadan gelen kuvvetler çayırı ele geçirmiş hissi yaratır bu sahne. Oysa DVD’de verilen ve filmin içine dâhil edilmeyen görüntülerden bu sahnenin bir helikopter tarafından yaratıldığı dikkatli gözlerden kaçmaz. Film karesinde yer almayan bu helikopterin çıkardığı gürültü yerine bir de rüzgâr efekti eklenince, ister istemez aşkınlık duygusu kaçınılmaz oluyor. Doğanın içkin kuvveti olan rüzgâra aşkın bir form giydiriyor Tarkovski.

“Sanatım bizzat yürüme edimidir” diyen arazi sanatçısı Richard Long da yapıtlarında, doğanın söz dağarcığını kullanıma sokuyordu. Yürüyüşü de tıpkı sanat gibi bir odaklaşma, yoğunlaşma olarak gören Long, “Rüzgâr Hattı” adını taşıyan yapıtlarında, gerçekleştirdiği yürüyüşler sırasında yön değiştiren rüzgarları oklarla göstermiş  ve rüzgârın dilini fiziğin vektörlerine dönüştürmüştü. 


RESİM DÜNYASINDA YAŞAMAK

Edebiyat eleştirmeni William Hazlitt 1799 yılında ustaların tablolarından oluşan Orléans dükünün koleksiyonunu gezerken duyduğu heyecanı şu sözcüklerle açıklıyordu: “O günden beri ben bir resim dünyasında yaşıyorum.” Evet, doğayı doğrudan deneyimlemeyi bırakan bizler de tıpkı Hazlitt gibi bir resim dünyasında yaşıyoruz artık. Gelişen yeni görselleştirme teknikleriyle kendimize bir tekno-küre yarattık, grafik tasarımlardan oluşan bir ortamda bulduk kendimizi.  MSGSÜ Tophane-I Amirane Kültür ve Sanat Merkezi ‘Arayüzeyler-İstanbul’ başlığını taşıyan Uluslararası Grafik Trienali’ne ev sahipliği yapıyor. 35 ülkeden 140 sanatçının 260’a yakın işinin yer aldığı ve 7 Kasım’a kadar açık kalacak bu sergi doğanın dilini görsele aktarırken yarattığımız tekno-dünyayı yansıtıyor.
Deleuze’ün belirttiği gibi “sanatta söz konusu olan şey biçimleri yeniden üretmek ya da icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir. Bizi doğanın kuvvetlerinden yoksun bırakan tekno-dünyadan çıkış ya da kaçış yolunu keşfetmenin, kuvvetleri yeniden ele geçirmenin bir yolu olmalı. Benjamin Malamud’un ‘Kiev’deki Adam’ romanındaki Spinoza’nın Etika’sını okuyan adam güçlü bir rüzgâr hisseder sırtında: “Birkaç sayfa okudum ve sırtımda bir kasırga varmışçasına okumaya devam ettim.”

3 Ekim 2013 Perşembe

TRAFİK KESİLİR VE ATEŞ!



RAHMİ ÖĞDÜL

03.10.2013

Kırmızı ışık yanar ve kaldırımda bekleyen jonglörler yaya geçidinde alevli sopalarıyla gösteriye başlarlar. Sonra yeniden otomobiller için yeşil yanar ve trafik kaldığı yerden akışına devam eder. Korunaklı zırhlarının ya da taşınabilir ev-makinelerinin içinde sürücüler, ön camlarına yansıyan görüntüleri bir ekrandan izler gibi izlemişlerdir. Ateşle oynayan gençler kaldırımda bir sonraki trafik kesilmesini beklemeye koyulurlar. Gösteri ve hız toplumunun sıradan dünyasından görüntüler. Akışın ne zaman kesileceğini ve gösterinin ne zaman başlayacağını bize söyleyen bir metin var.  Burada kesinti kurala bağlı, ancak gösterinin ne olacağını bilemeyebiliriz. Trafik akışı kesildiğinde sürücüler jonglörlerin gösterisini beklemiyor ve şaşırmış olabilirler. Ama kesinti tamamen kurallara uygun olarak gerçekleşmiştir. Kesinti anını eylem mekânına dönüştürerek, yaya geçidinde olabileceklerin ötesine geçmiş ve kendi gösterilerini sahnelemişlerdir. Brezilyalı sanatçı Cinthia Marcelle 13. İstanbul Bienali kapsamında Arter’de yer alan “Yüzleş” adlı videosunda gündelik hayatın tekrarlarına müdahale ederek kendilerini araya sokuşturan jonglörleri gösteriyor bize.  Ve gösterilerinin de bir tekrara dönüşmesiyle, hayat olağan akışını sürdürür yine de. 

Bizim kırmızı ışıklarımızda da kesintiyi fırsat bilen yoksul çocukların mendil sattıklarını ya da ellerindeki süngerlerle camları silmeye çalıştıklarını görürüz. Kesintiyi bir fırsata dönüştürüp, kendilerini akışın arasına sokmuşlardır. Otomobil sürücülerin genel tepkisi camlarını sıkıca kapatıp koltuklarına büzüşmek olur. Yoksulların, ilişkisizliğin steril otoyolunda birden karşılarına çıkmaları yadırgatıcıdır. Çünkü hayat yoksullarla karşılaşmayacak şekilde ayrıştırılmıştır ve ilişkisizliğin mekânı otoyolda birden yoksulların yüzleri ön camda beliriverince canları sıkılır.  

Kesintinin kural dışı olduğu anlar da vardır. Dünyanın pek çok ülkesinde birden elektrik kesilir ve yoksullaştırılmış kitleler, vitrinlerdeki kışkırtıcı metaları yağmalarlar. Burada da kent yoksulları kendi gösterilerini sahneye koymuşlardır. Ya da bir despotun ülkeyi kendi imgelemine göre yeniden tasarlamaya koyulduğu bir anda ortaya çıkan çokluk, akışı kesintiye uğratarak kendi mekânını yaratabilir ve Gezi Direnişi örneğinde gördüğümüz gibi kendi etkinliğini sahneleyebilir. İktidarın tanımladığı gibi bu çokluk yağmacı ya da çapulcu değil, aksine iktidarın yağmaladığı, sömürgeleştirdiği kamusal mekânları, sokakları ve meydanları geri alandır. Kamusal mekânların halkın elinden alınması olağanlaşırken, bu mekânları geri almak, akışı kesintiye uğrattığı ölçüde olağandışılaşıyor.  Onur Erem’in BirGün Pazar ekindeki haberinde, Madrid’deki Sol Meydanı işgaline katılanlardan Sara’nın taşıdığı kâğıtta şunlar yazıyordu: “Devrim, gündelik hayatın olağandışılaşmasıyla başlayacak”, yani akışın kesintiye uğratılmasıyla.

Sokaklar halka aittir. En azından on dokuzuncu yüzyıla kadar böyleydi. “1789’dan başlayarak 19. yüzyıl boyunca ve Birinci Dünya Savaşı’nın büyük devrimci ayaklanmalarında kent insanlarının ortaya koyduğu tez: Sokaklar halka aittir” diye yazıyor, Marshall Berman ‘Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’ kitabında (İletişim Yayınları). Bu tezin karşısında ise “sokağı öldürmeliyiz” diyen Le Corbusier’in tezi yer almaktadır; dolayısıyla sokaklar öldürüldüğünde, halk dediğimiz sokakları, meydanları dolduran ilişkisel kitleyi de ortadan kaldırmaya yeltenmiştir iktidar. Berman, Baudelaire’in bulvarlarda gerçekleşen kent deneyimiyle Le Corbusier’nin otoyollardaki kent deneyimini karşılaştırır. Aralarında sadece yarım yüzyıl olmasına rağmen kent radikal bir şekilde dönüşürken, her an patlamaya açık maddi ve insani güçleri bir araya getiren ilişkisel bulvar yerini, ayrıştırmanın ve hızın mekânı olan otoyola bırakmıştır. “Arabadaki adamın perspektifi yirminci yüzyılın modernist kent planlama ve tasarımının paradigmalarını doğuracaktır” diye ekliyor Berman. Yeni bir insan modeli çıkartılmıştır ortaya. Kalın zırhının içinden kenti deneyimleyen, sistemin mega-makinesinin bir parçası olan makine-insan.  Ön camdan akan görüntüler bedenine dokunmaz bile ve görüntüleri kanıksamış bedeninde hiçbir uyarım yaratmaz. Tüm duyguları körelmiştir.

Baudelaire’nin deyişiyle “ani, zamansız, beklenmedik dönüşler ve sıçramalarda”, sadece bacakları ve bedeniyle değil, zihni ve duyarlılığıyla da ustalaşmış 19. yüzyıl bulvar insanı, 20. yüzyıla geldiğinde tüm sinirleri alınarak kapalı bir kutunun içine kapatılmıştır. Kutunun ön camına yansıdığı ölçüde deneyimler dünyayı. Cinthia Marcelle’nin “Yüzleş” adlı videosunda yaya geçidinde gençlerin gösterisinde ateşin sıcaklığı tenlerine dokunmamıştır. Soğuk camın arkasında rahat koltuklarına gömülü, bacakları ve bedenleri debriyaj ve gaz pedalına kilitli, trafiğin açılmasını beklerler.