10 Ekim 2013 Perşembe

DOĞA KONUŞUYOR, DUYAN VAR MI?


RAHMİ ÖĞDÜL

10.10.2013

Yeryüzünü karmaşık bir ağ gibi sarıp sarmalayan canlı-küreden (biyosfer) koparak tamamen kendi icadımız olan bir tekno-kürede (teknosfer) yaşamaya başladık. Artık doğanın semiyotiğini de okumaya gerek kalmadı. Bir baş belası olarak gördüğümüz doğadan kopalı çok oldu çünkü. Doğayı hayat müfredatından çıkaralı beri yapay olarak iklimlendirilmiş ve ışıklandırılmış mekânlarda yaşar olduk ve bulutların, rüzgârların dilini okuma dersinden hepimizin sınıfta kalacağı kesin.
DOĞANIN DİLİNİ GÖRSELLEŞTİRMEK
Açık havada dolaştığımız ender anlarda tenimizde hissettiğimiz, kimi zaman tüylerimizi ürperten, kimi zaman içimizden ılık ılık akan rüzgârı doğrudan deneyimlemek yerine görselin diline aktarmaya çalıştığımızda, yani doğa yerine temsillerine sığındığımızda doğadan bir kopuş yaşıyoruz ve bu temsiller giderek tüm yaşamımızı kapladığında artık doğa deneyimi çok uzak bir geçmişte  kalan bir anıya dönüşüyor. Üst paleolitik dönemde İ.Ö. 22.000 ile 11.000 yılları arasında ortaya çıkan derin mağara resimlerini yapan insanlar, doğayı temsiller aracılığıyla deneyimlemeye başlamışlardı ve bu kopuş uygarlaşma süreciyle ivme kazanarak tamamen temsillerden oluşan bir ortamın içinde bulduk kendimizi. Doğanın ele avuca sığmaz, yabani dilini görselin estetik diline aktarıyoruz durmadan. Sinemacı Robert Bresson anılarının yer aldığı Sinematograf Üzerine Notlar (Nisan Yayınları) kitabında doğanın dilini sinemaya aktarma işlemini bir tercüme edimi olarak görüyordu. “Görünmez olan rüzgârı, esip geçerken biçimlendirdiği suyun diline tercüme etmek.” Rüzgârın görsel dilden kaçan kuvvetlerini görünür kılmak, sinemanın diline aktarmak için rüzgârın dilini dalgalara çeviriyordu. William Turner ise Fırtına adlı tablosunda rüzgârın görünmez dilini, tuvalin yüzeyini fırça darbeleriyle bir girdaba dönüştürerek aktarmıştı bize.
Andrei Tarkovski ‘Ayna’ (1975) filminde rüzgârın görünmez dilini aşkın bir hakikat olarak aktarmayı seçmişti. Çayırlıkta birden bire, sebepsiz yere ortaya çıkan bir rüzgârın tüm sahneyi allak bullak ettiğini görürüz. Filmin içine yedirilmiş aşkın üsluptan dolayı, sanki tanrısal bir şeyler olmuş da aşkın bir dünyadan gelen kuvvetler çayırı ele geçirmiş hissi yaratır bu sahne. Oysa DVD’de verilen ve filmin içine dâhil edilmeyen görüntülerden bu sahnenin bir helikopter tarafından yaratıldığı dikkatli gözlerden kaçmaz. Film karesinde yer almayan bu helikopterin çıkardığı gürültü yerine bir de rüzgâr efekti eklenince, ister istemez aşkınlık duygusu kaçınılmaz oluyor. Doğanın içkin kuvveti olan rüzgâra aşkın bir form giydiriyor Tarkovski.

“Sanatım bizzat yürüme edimidir” diyen arazi sanatçısı Richard Long da yapıtlarında, doğanın söz dağarcığını kullanıma sokuyordu. Yürüyüşü de tıpkı sanat gibi bir odaklaşma, yoğunlaşma olarak gören Long, “Rüzgâr Hattı” adını taşıyan yapıtlarında, gerçekleştirdiği yürüyüşler sırasında yön değiştiren rüzgarları oklarla göstermiş  ve rüzgârın dilini fiziğin vektörlerine dönüştürmüştü. 


RESİM DÜNYASINDA YAŞAMAK

Edebiyat eleştirmeni William Hazlitt 1799 yılında ustaların tablolarından oluşan Orléans dükünün koleksiyonunu gezerken duyduğu heyecanı şu sözcüklerle açıklıyordu: “O günden beri ben bir resim dünyasında yaşıyorum.” Evet, doğayı doğrudan deneyimlemeyi bırakan bizler de tıpkı Hazlitt gibi bir resim dünyasında yaşıyoruz artık. Gelişen yeni görselleştirme teknikleriyle kendimize bir tekno-küre yarattık, grafik tasarımlardan oluşan bir ortamda bulduk kendimizi.  MSGSÜ Tophane-I Amirane Kültür ve Sanat Merkezi ‘Arayüzeyler-İstanbul’ başlığını taşıyan Uluslararası Grafik Trienali’ne ev sahipliği yapıyor. 35 ülkeden 140 sanatçının 260’a yakın işinin yer aldığı ve 7 Kasım’a kadar açık kalacak bu sergi doğanın dilini görsele aktarırken yarattığımız tekno-dünyayı yansıtıyor.
Deleuze’ün belirttiği gibi “sanatta söz konusu olan şey biçimleri yeniden üretmek ya da icat etmek değil, kuvvetleri ele geçirmektir. Bizi doğanın kuvvetlerinden yoksun bırakan tekno-dünyadan çıkış ya da kaçış yolunu keşfetmenin, kuvvetleri yeniden ele geçirmenin bir yolu olmalı. Benjamin Malamud’un ‘Kiev’deki Adam’ romanındaki Spinoza’nın Etika’sını okuyan adam güçlü bir rüzgâr hisseder sırtında: “Birkaç sayfa okudum ve sırtımda bir kasırga varmışçasına okumaya devam ettim.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder