RAHMİ ÖĞDÜL
03.10.2013
Kırmızı ışık yanar ve kaldırımda bekleyen
jonglörler yaya geçidinde alevli sopalarıyla gösteriye başlarlar. Sonra yeniden
otomobiller için yeşil yanar ve trafik kaldığı yerden akışına devam eder.
Korunaklı zırhlarının ya da taşınabilir ev-makinelerinin içinde sürücüler, ön
camlarına yansıyan görüntüleri bir ekrandan izler gibi izlemişlerdir. Ateşle
oynayan gençler kaldırımda bir sonraki trafik kesilmesini beklemeye koyulurlar.
Gösteri ve hız toplumunun sıradan dünyasından görüntüler. Akışın ne zaman
kesileceğini ve gösterinin ne zaman başlayacağını bize söyleyen bir metin
var. Burada kesinti kurala bağlı, ancak
gösterinin ne olacağını bilemeyebiliriz. Trafik akışı kesildiğinde sürücüler
jonglörlerin gösterisini beklemiyor ve şaşırmış olabilirler. Ama kesinti
tamamen kurallara uygun olarak gerçekleşmiştir. Kesinti anını eylem mekânına
dönüştürerek, yaya geçidinde olabileceklerin ötesine geçmiş ve kendi
gösterilerini sahnelemişlerdir. Brezilyalı sanatçı Cinthia Marcelle 13.
İstanbul Bienali kapsamında Arter’de yer alan “Yüzleş” adlı videosunda gündelik
hayatın tekrarlarına müdahale ederek kendilerini araya sokuşturan jonglörleri
gösteriyor bize. Ve gösterilerinin de
bir tekrara dönüşmesiyle, hayat olağan akışını sürdürür yine de.
Bizim kırmızı ışıklarımızda da kesintiyi
fırsat bilen yoksul çocukların mendil sattıklarını ya da ellerindeki
süngerlerle camları silmeye çalıştıklarını görürüz. Kesintiyi bir fırsata
dönüştürüp, kendilerini akışın arasına sokmuşlardır. Otomobil sürücülerin genel
tepkisi camlarını sıkıca kapatıp koltuklarına büzüşmek olur. Yoksulların,
ilişkisizliğin steril otoyolunda birden karşılarına çıkmaları yadırgatıcıdır.
Çünkü hayat yoksullarla karşılaşmayacak şekilde ayrıştırılmıştır ve
ilişkisizliğin mekânı otoyolda birden yoksulların yüzleri ön camda
beliriverince canları sıkılır.
Kesintinin kural dışı olduğu anlar da
vardır. Dünyanın pek çok ülkesinde birden elektrik kesilir ve yoksullaştırılmış
kitleler, vitrinlerdeki kışkırtıcı metaları yağmalarlar. Burada da kent
yoksulları kendi gösterilerini sahneye koymuşlardır. Ya da bir despotun ülkeyi
kendi imgelemine göre yeniden tasarlamaya koyulduğu bir anda ortaya çıkan
çokluk, akışı kesintiye uğratarak kendi mekânını yaratabilir ve Gezi Direnişi
örneğinde gördüğümüz gibi kendi etkinliğini sahneleyebilir. İktidarın
tanımladığı gibi bu çokluk yağmacı ya da çapulcu değil, aksine iktidarın
yağmaladığı, sömürgeleştirdiği kamusal mekânları, sokakları ve meydanları geri
alandır. Kamusal mekânların halkın elinden alınması olağanlaşırken, bu
mekânları geri almak, akışı kesintiye uğrattığı ölçüde olağandışılaşıyor. Onur Erem’in BirGün Pazar ekindeki haberinde,
Madrid’deki Sol Meydanı işgaline katılanlardan Sara’nın taşıdığı kâğıtta şunlar
yazıyordu: “Devrim, gündelik hayatın olağandışılaşmasıyla başlayacak”, yani
akışın kesintiye uğratılmasıyla.
Sokaklar halka aittir. En azından on
dokuzuncu yüzyıla kadar böyleydi. “1789’dan başlayarak 19. yüzyıl boyunca ve
Birinci Dünya Savaşı’nın büyük devrimci ayaklanmalarında kent insanlarının
ortaya koyduğu tez: Sokaklar halka aittir” diye yazıyor, Marshall Berman ‘Katı
Olan Her Şey Buharlaşıyor’ kitabında (İletişim Yayınları). Bu tezin karşısında
ise “sokağı öldürmeliyiz” diyen Le Corbusier’in tezi yer almaktadır; dolayısıyla
sokaklar öldürüldüğünde, halk dediğimiz sokakları, meydanları dolduran
ilişkisel kitleyi de ortadan kaldırmaya yeltenmiştir iktidar. Berman, Baudelaire’in
bulvarlarda gerçekleşen kent deneyimiyle Le Corbusier’nin otoyollardaki kent
deneyimini karşılaştırır. Aralarında sadece yarım yüzyıl olmasına rağmen kent
radikal bir şekilde dönüşürken, her an patlamaya açık maddi ve insani güçleri
bir araya getiren ilişkisel bulvar yerini, ayrıştırmanın ve hızın mekânı olan
otoyola bırakmıştır. “Arabadaki adamın perspektifi yirminci yüzyılın modernist
kent planlama ve tasarımının paradigmalarını doğuracaktır” diye ekliyor Berman.
Yeni bir insan modeli çıkartılmıştır ortaya. Kalın zırhının içinden kenti
deneyimleyen, sistemin mega-makinesinin bir parçası olan makine-insan. Ön camdan akan görüntüler bedenine dokunmaz
bile ve görüntüleri kanıksamış bedeninde hiçbir uyarım yaratmaz. Tüm duyguları
körelmiştir.
Baudelaire’nin deyişiyle “ani, zamansız,
beklenmedik dönüşler ve sıçramalarda”, sadece bacakları ve bedeniyle değil,
zihni ve duyarlılığıyla da ustalaşmış 19. yüzyıl bulvar insanı, 20. yüzyıla
geldiğinde tüm sinirleri alınarak kapalı bir kutunun içine kapatılmıştır.
Kutunun ön camına yansıdığı ölçüde deneyimler dünyayı. Cinthia Marcelle’nin
“Yüzleş” adlı videosunda yaya geçidinde gençlerin gösterisinde ateşin sıcaklığı
tenlerine dokunmamıştır. Soğuk camın arkasında rahat koltuklarına gömülü,
bacakları ve bedenleri debriyaj ve gaz pedalına kilitli, trafiğin açılmasını
beklerler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder