29 Temmuz 2011 Cuma

RULET OYNAR GİBİ YAŞAMAK


RAHMİ ÖĞDÜL

28 Temmuz 2011

Modern çağın deneyim yoksunluğu çağı olduğunu ve bu yoksunluğun temellerinin Birinci Dünya Savaşı felaketinde yattığını belirtiyordu Benjamin: “İnsanlar dilsizleşmiş bir halde dönüyorlardı – başkalarına iletebilecekleri deneyimler açısından daha yoksuldular şimdi, daha zengin değil.” Metropollerdeki gündelik hayatı bir felaket gibi yaşayan günümüz modern insanları ise, deneyim yoksunluğundan mustarip olmaları için ayrıca bir felakete gerek duymuyorlar artık. Modern insanın sıradan bir gününde deneyime çevrilecek hiçbir şeyin olmadığını belirtiyor Agamben: “Modern insan akşam evine bir sürü olay yaşamış ve tükenmiş olarak döner, ama bu olayların hiç biri deneyime dönüşmemiştir” (Agamben, Çocukluk ve Tarih, Kanat Kitap).

Gece başımızı yastığa koyup gün içinde olup bitenleri düşündüğümüzde bölük pörçük bir sürü olay zihnimize hücum ediyor, ama bunlardan bir sonraki kuşağa aktarılabilecek ne tür bir deneyim çıkarabileceğimizi bilemiyoruz artık: bir pop ikonun ölümüyle birlikte ölümsüzler panteonunda yerini alması; bir piskopatın onlarca insanı katlederek ikonlaşması, toplu taşıma araçlarında ya da otomobilin direksiyonu başında geçirilen sıkıntı dolu saatler; kadın cinayetlerinin ve intiharların sıradan bir vaka haline gelmesi; ana caddelerdeki gösterilere polisin gaz bombalı müdahalesi ve gazın burun deliklerimizden beynimize doğru bir bıçak gibi saplanan kokusu; süpermarket ve avm denilen bolluk ülkelerine yaptığımız ziyaretler; etnik çatışmaların mahalle kavgalarına dönüşmesi; dükkâncıların masalarla işgal ettikleri sokaklarda artık rahatça dolaşamamanın sıkıntısı. Bir şeylerin olup bittiğinin farkındayız ama bu olup bitenleri tasvir edip sınıflandırma, anlamlandırma yeteneğimizin de dumura uğradığının da farkındayız. Sadece sloganlar atmak geliyor elimizde. Agamben’in belirttiği gibi sloganlar tam da deneyim yoksunluğunun belirtisi. Bir zamanlar deneyimin billurlaşıp otorite kılığına büründüğü atasözleri ortadan kalkarken, deneyimini yitirmiş insanların atasözleri olan sloganlar dolduruyor her yeri.

HAYATI KESİK KESİK HİSSETMEK
Bir felaket gibi yaşadığımız kentte bu felaketlerin şok etkisinden korunmak için dolayımın bin bir yolunu geliştiriyoruz. Kent insanının hayatta kalması bu şokları atlatma becerisine bağlı. Öylesine dolayımlı ilişkiler geliştiriyoruz ki artık sınıflandırmanın, tasvirin mümkün olmadığı bir yerde duruyoruz neredeyse. Sürekli değişen kent peyzajının ortasında hayatı kesik kesik, kopuk kopuk hissediyoruz. İtalyan edebiyat kuramcısı ve eleştirmeni Franco Moretti, Homo Palpitans adlı denemesinde metropolün mekândan daha çok zamanın akışının algılanışında bir değişikliğe yol açtığını ve bu kentsel deneyimi anlatılabilir kılmak için edebiyatın yeni bir zamansallık retoriği yaratmak zorunda olduğunu belirtiyordu. Bu yeni retorik, gerilimli olay örgüsüyle okuru beklentiye sokan, merakta tutan romanda ortaya çıkıyor (Moretti, Mucizevi Göstergeler, Metis).

DÜELLODA DOLAYIM YOKTUR
19. yüzyıl romanlarında, özellikle Balzac’ın romanlarında bu yeni kentsel deneyimin bir göstergesi olarak ruletin düellonun yerini aldığını, iktidar ilişkilerinde bir dönüşüm yaşandığını vurguluyor Moretti. Düelloda dolayım yoktur, düşmanınız ya da hedefiniz doğrudan karşınızda yer alır. Ya siz ya da düşmanınız kaybedecektir bu karşılaşmada. Oysa ruletle birlikte işler tamamen değiştirmiştir. Hiç tanımadığınız, varlığından bile haberdar olmadığınız birini mahvedebilirsiniz ya da o sizi mahvedebilir. Ruletin de tıpkı düellonun olduğu gibi iki taraflı bir kurgusu vardır. Biri kazanacak, diğeri kaybedecektir. Sadece kırmızıya para yatıranlar, sadece siyahlara para yatıranların doğal düşmanı gibi gözükecektir ilk bakışta. Oysa oyun oynayan birbirlerine karşı değil, krupiyeye, yani kasaya karşı oynarlar; kasa hiç para koymaz oyuna ama hep kazanır. Üstelik bir oyuncu siyah ve kırmızılar arasında parasını bölebilir ve farklı kombinasyonlar yaratarak ikili çatışmaya dayalı ilişkileri çok daha karmaşık hale getirebilir. Rulette ilişkilerin giderek dolayımlandığını ve artık kimin müttefik kimin düşman olduğunu kestirebilmenin mümkün olmadığını görebiliyoruz.

KENT DURUP DÜŞÜNMEYE ZAMAN TANIMIYOR
Kentte rulet oynar gibi yaşıyoruz çokça. İlişkiler ağının karmaşıklaşmasıyla birlikte kimin müttefik kimin düşman olduğunu, kimin kazanıp kimin kaybettiğini bilebilmemiz giderek imkânsızlaşıyor; ama ruhsuz bakışlı bir krupiyenin sürekli kazandığını da duyumsuyoruz içten içe. Kentin sürekli değişen olay örgüsünde, tıpkı romanda olduğu gibi olay örgüsünü askıya alıp tasvir ve tasnif yapabileceğimiz sabit bir zemini bulmak da zorlaşıyor. Kent durup düşünmeye, teorinin temeli olan temaşaya zaman tanımıyor. Sadece olayların akışına, zamana kendini bırakan ve günün akşamı evine dilsizleşmiş bir halde dönen Benjamin’in insanları gibiyiz. Üstelik bu dilsizleşmiş, deneyimden yoksun, cahil halimizden de gurur duyuyoruz.

21 Temmuz 2011 Perşembe

YÜZÜ OLMAYAN İNSAN


RAHMİ ÖĞDÜL

21 Temmuz 2011

İnsanın kendine has bir yüzünün olmadığını ve yüzünü kendi iradesiyle hayvani ya da ilahi yönde biçimlendirebileceğini yazmıştı Giovanni Pico della Mirandola 1486’da. Rönesans’ın manifestosu olarak nitelenen ‘İnsanın Vakarı Üzerine Söylev’ adlı yapıtında, göksel ile yersel, hayvani olan ile insani olan arasında havada asılı kalmış, sınıflandırılamaz bir yaratık olarak tanımlıyor insanı. Della Mirandola’ya göre insan bütün yaratılış modelleri tükendiğinde biçimlendirildiği için bir arketipe, kendine ait bir yere ya da özel bir sınıfa sahip değildir. Dolayısıyla kesin bir modele göre yaratılmaması nedeniyle insanın kendine has bir yüzü yoktur. Kendi edimleriyle yüzünü istediği gibi biçimlendirebileceğini, daha doğrusu kendini her türlü inşa edebileceğini söylüyordu (Agamben, Açıklık, YKY).

BİR TÜRLÜ YERLİ YERİNE OTURTULAMAYAN YAPI
Lacan da insan yüzünü nesnelerin en ele avuca sığmazı olarak tanımlarken, sürekli hareket halindeki kararsız yapısına işaret ediyordu. Burun, kaş, göz, ağız gibi bireysel aktörlerin rolleri bu kararsız yapıya katkıda bulunuyor. Durgunluk ve hız varyasyonları arasındaki ilişkilere dayalı, sürekli dalgalanan ve bir türlü yerli yerine oturtulamayan bir yapı olarak yüz, insanı tanımlamaya çalışan Rönesans düşünürlerinin de ilgi odağı olmuştu.

Bir başka Rönesans insanı Giovan Battista Della Porta 1586’da yayınladığı “İnsan Fizyonomisi Üzerine” adlı yapıtında yüzün bu belirsizliğini, insanın iki dünya arasında asılı kalan bir ara varlık olduğunu gösteren, insan ve hayvan dünyaları arasında paralellikler kuran çizimler yapmıştı. Della Porta yüzlerin hayvanlara benzerliği üzerinden insanın mizacını tespit etmeye çabalıyordu. Koyun-insan, aslan-insan, eşek-insan gibi yüzleri sınıflandırmaya çalışsa da insanın kendine özgü bir yerinin, kendine has bir yüzünün olmadığını vurguluyordu. İnsanı ancak hayvanlarla benzerliği üzerinden sınıflandırmak mümkündü Della Porta için.

İNSAN İLE HAYVAN ARASINDAKİ SINIR
Bir yüzyıl sonra, 1698’de Fransız ressam ve kuramcı Charles Le Brun’un, yine hayvan yüzleri ile insan yüzleri arasındaki benzerlikler üzerine geliştirdiği kendi çalışması yayınlandı ölümünden sonra. İnsanın mizacını çeşitli hayvanlar üzerinden kurmaya çalışan Le Brun bir kez daha insan yüzünün hayvanlığa kaydığı antropolojik sınırı görünür kılmaya, insan ile hayvan arasındaki sınırın muğlâklığını vurgulamaya çabalıyordu.

Yüzer yıllık aralıklarla yayınlanan bu yapıtlara baktığımızda, insan olarak tanımlanan yaratığın her yüzü ve doğayı edinebildiğini, kendine has bir özünün olmadığı çıkıyor karşımıza. Ortaçağlar boyunca devam eden bu grotesk beden anlayışları, daha sonra ortaya çıkacak bedeni kapalı, pürüzsüz ve geçirgen olmayan bir yüzey olarak tanımlayan ve sabit bir özle donatan modern çabaların tam karşısında yer alıyor. İnsan bedeni kendi sınırlarını ihlal eden yüzeyindeki çıkıntılarla başka varlıklara dönüşebiliyor, bitmemiş, sürekli inşa halindeki bir oluş hali olarak tanımlanıyor. Beden, delikleri ve çıkıntılarıyla yeryüzü topografyasıyla bütünleşiyor, doğa ya da evren ile beden arasında sürekli geçişler yaşanıyor. İnsanın kapalı bir kutu değil de gözenekli ve dönüşen bir varlık olduğunun altı çiziliyordu grotesk insan figürlerinde. Hayvan ve insan arasındaki sınırın muğlâklaştığı bir ara konumdan söz ediliyor durmadan.

BENİ BAĞRINA BAS
Günümüzün, aşırı kültüre edilmiş ve tüm gözenekleri kapatılarak yeniden tesis edilmiş bedenli yaratıkları olarak hayvani olanla karşılaşmamız bizi tedirgin ediyor. Hayvani olanı sürekli olarak dışarıya yerleştirmeye, içimizdeki hayvanı ise evcilleştirmeye çalışıyoruz. Arter’deki ‘Beni Bağrına Bas’ adlı retrospektif sergisinde sanatçı Patricia Piccinini hayvani olanla karşılaşmalarımızda yaşadığımız bu tedirginliği, silikondan tasarladığı hayvan ve ucube heykelleriyle evcilleştirmeye çalışıyor. Uygar, masum insanın bu canavarlarla duygusal bir ilişki kurmasını sağlayacak şekilde tasarlanmış tüm sahne. Formları bizi tedirgin etse de bakışları ve jestleri aracılığıyla insani özelliklerle donatıldığını görüyoruz yaratıkların. Sergide insan formu ile ucube formları arasında kesin bir ayrıma gidilerek biçimsel özellikleriyle insanı diğer türlerden kesin olarak ayırmaya çalışmış sanatçı; oysa modern sınıflandırma biliminin kurucusu Linnaeus bile, insani olanın değişken yapısı yüzünden insanı tam olarak nereye yerleştireceği konusunda kararsızlığa düşmüştü.

Not: Patricia Piccinini’nin Arter’deki sergisi 21 Ağustos’a kadar açık kalacak.

15 Temmuz 2011 Cuma

ANLAM ÖRÜMCEKLERİ


RAHMİ ÖĞDÜL

14 Temmuz 2011

Tıpkı bir örümcek gibi bedenimizden dalgalar halinde geçen ve bizi yerimizden sıçratarak avın üzerine atlatacak titreşimleri bekliyoruz ağın bir köşesinde. Kendi anlam ağlarımıza takılan şeylerle anlam dünyamızı, dolayısıyla kültürümüzü oluşturuyoruz

Hepimiz anlam örümcekleriyiz. Antropolog Geertz söylüyor bunu: “İnsan kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır.” Yeryüzünü anlamlandırdığımız ölçüde kavradığımıza göre anlam ağlarından ördüğümüz kültürler içinde yaşıyoruz. Tıpkı bir örümcek gibi bedenimizden dalgalar halinde geçen ve bizi yerimizden sıçratarak avın üzerine atlatacak titreşimleri bekliyoruz ağın bir köşesinde. Kendi anlam ağlarımıza takılan şeylerle anlam dünyamızı, dolayısıyla kültürümüzü oluşturuyoruz.

Toplulukları birbirinden bu anlam ağları ayırıyor. Farklı anlam ağlarının birbirine teyellenmesiyle devasa bir yamalı bohça anlamlar ağı gibi seriliyor yeryüzü önümüzde. Her topluluk simgeler etrafında örgütlenirken, toplulukların içerisindeki her birey, yorumlanmaya yatkın bu simgelerle kendi anlam ağlarını örüyor. Anlam ağları sınır bölgelerde kimi zaman eriyerek iç içe geçerken, çoğu kez geçirgen olmayan kaskatı sınırlaşmalarla karşılaşabiliyoruz. Bir anlam dünyasından başka bir anlam dünyasına geçiş çoğu kez, kozmogonik mitolojilerde olduğu gibi eşik ritüellerini gerektirebiliyor. Havaalanlarında bekleme salonları, kapılar bu tür eşikleri andırıyor adeta. Kendi anlam dünyamızdan bambaşka bir anlam dünyasına geçerken sanki tinsel ve fiziksel bir hazırlamaya ihtiyacımız var gibi.

DIŞ DÜNYANIN İZLERİNİ TAŞIYAN BEDENLER
Titiz ev kadınlarının, kendi anlam ağlarıyla kurduklarını ev içi dünyalarından dış dünyaya geçerken ya da dışardan içeri girerken bu tür ritüelleri yaşadıklarını biliyoruz. İç dünya dış dünyanın tam karşıtı olarak kurulmuştur burada. İç dünyada her şey yerli yerinde olmalı, kir olarak adlandırılan kaotik güçlerin içeri sızma hareketleri bertaraf edilmelidir. Kapının hemen dışında, içeriyi karıştıracak, düzeni bozacak kaotik kuvvetler beklemektedir. İç ve dış dünya arasında hareket ederken eşikte giysiler değiştirilir. Dışarının pisliğine bulaşmış, dış dünyanın izlerini taşıyan bedenler içeri giremez. Dış dünyanın kaotik kuvvetlerini, içerisinin kozmosundan eşik ayırmaktadır. Bir Babilonya inşa ediyoruz her seferinde. Mircea Eliade’nin anlattığınagöre Babilonya, “babapsi”, yani Apsu’nun Kapısı” üzerinde kurulmuştur. Apsu yaratılıştan önceki kaos sularının adıdır. Kapı açıldığında korkunç cehennem tanrılarının kapıları açılmış olur.

İç ve dış arasındaki ayrım kozmos ve kaos arasındaki ayrıma tekabül ediyor zihinlerimizde. Bir topluluğun ya da bireyin anlam ağı başka bir topluluk ya da birey için buna benzer etkiler yaratabiliyor. Kaosun sularına kapılmış hissine kapılıyoruz dışardayken; kendimizi bir an önce içeriye atmaya ya da kendimize bir iç, bir babilonya yaratmaya çabalıyoruz. Kendi ördüğümüz anlam ağlarında asılı kalıyoruz.

HABERSİZ KİÇ NESNENELERE DÖNÜŞÜYORUZ
Toplumsal hayatın simgeleri etrafında ördüğümüz anlam ağlarında asılı kalmamız yetmiyormuş gibi, bir de sanatçıların galeri mekânlarında kurdukları anlam ağlarına takılma riskini taşıyoruz kentlerde. Arter’de sanatçı Deniz Gül oldukça karmaşık bir anlam tuzağı kurmuş; önce çeşitli ev içi mobilyalarına kişilik kazandırdığı “5 Kişilik Bufet” adlı üç perdelik piyesi kaleme almış, çok geçmeden bu şiirsel metni Arter’de mekânsal bir düzenlemeye dönüştürmüş. Beş kişiye denk düşen beş mobilya (vitrin, gardırop, odalaştırılmış bir kapı, kasa ve tabut) ve sanatçının yazdığı metin, iç ve dış arasında yarattığımız dilsel, mekânsal katı sınırları muğlaklaştırırken, yeryüzündeki konumumuzu sorgulamaya zorluyor bizi. Serginin yer aldığı katın İstiklal Caddesi’ne bakan pencerelerine, evlerimizin vazgeçilmez mobilyaları olan vitrinli dolapların kesme camları takılmış; ister istemez, bu vitrinlerde sergilenen ve kullanım değeri olmayan kiç nesnelere, biblolara dönüştürüldüğümüzü hissediyoruz sergiyi gezerken.

Kendi kurduğumuz anlam ağlarına takılı kalmaktan kurtulmanın yolu, başkalarının kurduğu anlam ağlarına kasten yakalanmaktan geçiyor belki de. Dünyanın başka türlü de yorumlanabileceğini, kendi babilonyamıza göre kurduğumuz dışarısının, aslında başkasının içerisi olduğunu bilmekten geçiyor. Başka türlü söylersek, bizim kaosumuz, başkasının kozmosudur ya da tam tersi.

Not: Deniz Gül’ün ‘5 Kişilik Bufet’ sergisi İstiklal Caddesi’ndeki Arter’de 21 Ağustos’a kadar izlenebilir.

7 Temmuz 2011 Perşembe

BRİKOLAJ USTASIDIR DOĞA


RAHMİ ÖĞDÜL

7 Temmuz 2011

Sabahın ilk ışınları Güre iskelesinin durgun kıyı sularında gezinen yavru balık sürülerini aydınlatıyor. Kıyıdaki masada oturan yaşlı balıkçı suya doğru eğilmiş, Edremit Körfezi’nin serin sularında yüzen irili ufaklı yavru balıkların hangi türlere ait olduklarını anlatıyor yanı başındaki ahbabına. Güzel havalarda yavru balıkların nasıl da kuyruklarını çırparak başlarını su yüzeyine çıkardığından söz ediyor ve başka doğa öyküleriyle giderek genişletiyor anlatısını. Balıkların yerel adları yabancı bir dilin tınısıyla çınlıyor kulaklarımda. Sadece dinliyorum. Bir ‘rhapsodos’ gibi doğanın öykülerini birbirine teyelleyip, sabahın serinliğini öykülerden oluşan bir yamalı bohçayla örterek içimi ısıtıyor.

DOĞANIN SEMİYOTİĞİNE SIRT ÇEVİRMEK
Antik Yunanistan’ın gezgin epik şiir okuyucuları olan rhapsodoslar da farklı söylenceleri, öyküleri ve şakaları birbirine ekleyerek oluşturuyorlardı repertuarlarını. Homeros’un destanlarını, Hesiodos’un şiirlerini ve Arkilokus’un hicivlerini birbirine dikiyor ve her gittikleri yerde dinleyicilerin beklentisine göre içerik değişikliğiyle doğaçlama performanslar gerçekleştiriyorlardı. Rhapsodos, şeyleri birbirine dikmek, tutturmak anlamına gelen yunanca ‘rhapsoidein’ sözcüğünden geliyor. Denize tutunan balıkçı doğanın ayrıksı unsurlarından kendine bir anlatı örerken, biz doğaya tutunamayan kent insanları, kültürel dolayımlarla katmerleştirdiğimiz kozalarımızın içinde artık kökenlerini yitirdiğimiz anlatıların anlatılarını üretiyoruz. Ve doğa ancak anlatının anlatısı olarak duruyor yanı başımızda. Romantik, estetik bir doğa ancak kentsel peyzajın dekoratif bir öğesi olarak anlam kazanıyor. Doğanın semiyotiğini okuyamıyor artık kent insanları; kültürel semiyotik içine yerleştirdiğimiz doğa, insan bakışının simgeselliğinin sabit göstergelerine dönüşüyor.

Oysa doğa kendine has işaretler yayıyor durmadan, okumasını bilenlere. Göçebeler, doğanın içinde doğanın kuvvetleriyle devinenler, doğanın semiyotiğini sökmek zorundadırlar. Gökyüzü ve yeryüzündeki işaretleri okuyabildikleri sürece doğaya, dolayısıyla hayata tutunabiliyorlar. Bizler ise kültürün semiyotiğini sökebildiğimiz ölçüde kentlere tutunabiliyoruz. Estetik bir paradigma içinde doğa dekoratif bir unsur haline gelirken, bedenlerimizin kıvrımlaşarak doğanın içine doğru yayılan uzantılarını uygarlık denilen budama makinesiyle budadık; doğanın göstergeleri bize hiçbir şey göstermiyor artık.

EVRİM VE DOĞAL SÜREÇLER
Doğanın öykülerini birbirine teyelleyen balıkçı, bir yaptakçı (bricoleur ya da brikolör) gibi elinin altındaki malzemeleri kullanıyor; doğadan devşirdiği farklı anlatıları kendi yaşam anlatısı içine yerleştirerek bir brikolaj gerçekleştiriyordu sabahın serinliğinde. Nobel ödüllü Fransız biyolog François Jacob, doğanın da bir yaptakçı gibi çalıştığını söylüyor (Mümkünlerin Oyunu, çev. Turhan Ilgaz, Kesit Yayıncılık). Doğanın daha önce var olan yapılar üzerinde çalıştığını, eski bir sistemi yeni bir işlevle donatmak üzere dönüştürdüğünü, karmaşık bir sistemi yükseltmek için birçok sistemi birleştirdiğini anlatıyor kitabında. Doğal süreçlerin, evrimin bir mühendis gibi değil de bir yaptakçı gibi iş gördüğünün altını çizerek, örnekliyor.

Brikolör ya da yaptakçı, önceden ne üreteceğini bilmeyen, ama elinin altındaki her şeyi, toplayıp biriktirdiği en ayrıksı nesneleri malzeme olarak kullanan biridir. Mühendis ise önceden tasarladığı projesine uygun nesneleri ve araçları bir araya getirdikten sonra işe koyulur. Yaptakçının ise önceden tasarlanmış bir projesi yoktur; mühendisin aksine sağda soldan toplayıp biriktirdiği, terk edilmiş, ıskartaya çıkarılmış nesnelerden neler yapabileceğini düşünür. Claude Lévi-Straus’un belirttiği gibi, yaptakçının avadanlığı hiçbir program tarafından önceden tanımlanamaz. Elindeki malzemelerin kendi içinde bir tutarlılığı yoktur. Bunların her biri çeşitli işler için kullanılabilir. Yaptakçı, her zaman işe yarabilecekleri düşüncesiyle biriktirmiştir bunları.

BÜYÜK ANNEDEN KALMA BİR PERDE
Jacob, evrim sürecini de bu tür devşirmelere benzetmektedir. Yaptakçı, çoğu kez uzun vadeli bir hedef gözetmeksizin, avadanlığından bir nesne çıkarır ve ona hiç beklenmedik bir işlev kazandırabilir. Eski bir araba tekerleğinden bir vantilatör, kırık bir masadan bir şemsiye yapabilir. Yaptakçının bu tavrına doğada da rastlıyoruz; evrim, bir ayaktan bir kanat ya da bir çene kemiği parçasından kulak ürettiği zaman yaptakçı gibi davranmaktadır aslında. Darwin’in tanımladığı gibi ortaya çıkan yeni yapılar daha önce var olan ve başlangıçta belli bir görevi olan, ama sonradan giderek farklı işlevlere uyum sağlayan organlardan gelişmişlerdir. Evrim, milyonlarca yıl boyunca yapıtını yavaş yavaş elden geçiren, biraz şuradan kesip, biraz buraya eklenti yaparak düzelten, dönüştüren bir yaptakçı gibi iş görüyor. Bir yemek borusu parçasından bir akciğer imal etmek, Jacob’un benzetmesiyle, “büyük anneden kalma bir perdeden eteklik yapmaya fazlasıyla benziyor.”

Balıkçının, farklı öyküleri bir araya getiren brikolaj anlatısıyla, doğanın brikolör tavrı içiçe geçiyor Güre’de. Balıkçı hayata tutabilmek için doğanın semiyotiğini hâlâ okuyabiliyor kendince. Projelerin körleştirdiği bizler ise elimizin altındaki malzemeyi, doğayı, bedenlerimizi ıskartaya çıkarıp, projeye uygun, ama doğaya aykırı malzemelerle donatıyoruz çevremizi. Doğanın yaptakçı tavrının ürünü brikolaj varlıklar olduğumuzu unutuyor, mühendisvari tasarımların ürünü proje bedenlere dönüşüyoruz.