17 Ocak 2020 Cuma

PEKİ, ŞİMDİ NE YAPACAĞIZ?


Laurie Friesen, "Uzun Bir Gün"
RAHMİ ÖĞDÜL
17.01.2020

Onca mücadeleden sonra kazandığınız bir mekânda çimlerin üzerinde soluklanırken ortaya saçılan bir soru: “Peki, şimdi ne yapacağız?” Engelleri aşmak üzere eğitilmiş atların bile bu soruyu soracaklarını sanmıyorum. Yayılırlardı çimene ve birlikte oyunlar oynayarak engelsiz hayatın tadını çıkarırlardı. Yaşadığınız anın değerli olması için ille de aşılması gereken engel mi olmalı? Engelsiz bir hayat değersiz mi? Engelli hayat değerliyse, o halde en değerli hayat kapitalizmdir. Her anı engellerle dolu. O kadar çok engel yerleştirmişler ki yolumuza, mecburen kendimizi engellenmiş hissediyoruz ve hoşumuza da gitmiyor değil, engelsiz hayat bizim için bir anlam ifade etmiyor. Engeli aşıp çayıra ulaştığımızda yapacak bir şey bulamamaktan canımız sıkılabiliyor. Özgürlük duygusunu yaşayabilmek için engellerle döşeli bir hayat gerekiyor bize. Hayatı dolu dolu deneyimlemek için “engelleri yaşa!”

Hayat çizgisel zamanın birbirini takip eden anlarından oluşmuşsa ve bu anlar tıpkı bir trenin vagonları gibi içi boş ve değersizse, sıkılmakta haklısınız. Ve sıkılmayasınız diye boş vagonların içine engeller yerleştirdiklerinde hayat ancak anlamlı hale geliyor, haklısınız. Sorun, nesnel zamandan kaynaklanıyor; bize dayatılan zaman anlayışından. Oysa hepimizin içine gömüldüğü nesnel ve ölçülebilir zamanı unutup çimlerin üzerinde zamanların çokluğunu deneyimlediğinizde, “şimdi ne yapacağız?” sorusu anlamını yitirecek.
Şimdi ve burası, geçmişi, şimdiyi ve geleceği içeriyor. Ne zaman saatin tekdüze tiktaklarından oluşuyor ne de mekân tek bir peyzajdan. Tek bir peyzaj ne büyük bir yanılsama! Peyzaj resminin insan merkezci bakışı, dünyayı tek zaman ve tek mekân içine kapatıyor. Oysa yeryüzü, bakışların çokluğunu içeriyor; her canlı kendi zaman ve mekânından bakıyor dışarıya. Ve bir tür olarak insan, her ne kadar nesnel zamanın içine gömülse de inşa edilmiş etnik, dinsel, politik yurtlara kapatılmış; günümüzde buralara kapalı siteler deniyor. Duvarlarla birbirinden ayrılmış yurtlara kapatılmaktan sıkılmadınız mı? Ya da senaryosunu yazdıkları oyunlardaki yapay engelleri aşarken zaman öldürmekten. Gerçek engel, yurtları birbirinden ayıran duvarlardır.

ÖNCE SİNEMACILAR
Yurtlar arasındaki bağlantılar önceden verilmemiştir, icat etmek gerekiyor. İktidar, ayrı ayrı sitelerde oturanlar yan yana gelmesin, birbirine dokunmasın ve aralarında olmadık bağlantılar icat etmesinler diye görünmez duvarlarla örgütlemiş hayatı. Olmadık bağlantılar icat edersek iktidarın aşkın planını bozabiliriz, korkuyor. Barış Akademisyenlerinin yaşadıkları, yurtlar arasında icat ettikleri bağlantıdan dolayıdır. Bağlantılar icat etmenin yaratıcı bir eylem olduğunu Deleuze, sinemacı Bresson’dan verdiği el örneğiyle açıklıyor. “Bresson, bağlantısız küçük parçalarla mekânı oluşturan ilk sinemacılardandır”. Sonra da yarattığı mekân parçalarını ellerle birbirine bağlıyor. “Mekânın bir ucundan diğer ucuna bağlantıları ancak el gerçekleştirebilir. Ve hiç şüphesiz Bresson dokunabilir değerleri sinemanın içine sokan en büyük yönetmendir” (İki Delilik Rejimi, Bağlam). “Dokunabilir değerleri” yaşamın içine soktuğumuzda “şimdi ne yapacağız?” sorusu gereksiz hâle geliyor. Dokunmak; görünmez duvarları aşıp birbirimize dokunabilmek.

HER ŞEY DOKUNMA MESAFESİNDE
Dokunabilir değerler yaratmak, yapay engelleri aşmak ile, bilgisayar oyunlarındaki gibi bir “level”dan bir sonrakine atlamak ile olmuyor. Bu tür engeller, aramızdaki asıl duvarları görünmez kılmak için tasarlanmıştır. Dokunabilir değerleri yaratmak, henüz mevcut olmayan bağlantılar icat etmektir, birbirimize dokundukça birbirimizi değerli kılmak. Yeryüzünden, birbirimizden o kadar kopuğuz ki; oysa her şey dokunabilme mesafesinde. Yeryüzünün salt bir arazi spekülasyonuna indirgendiği ve değersizleştirildiği bir zamanda, yere ait tüm kuvvetlerle yerel bağlantılar kurabilmek için en yerel mekândan, yani bedenden, bedenlerimizden yola çıkarak, iktidarın bize dayattığı haritaya rağmen henüz mevcut olmayan patikalar icat edebilmek. Açacağımız her patika yurtları, yurtlardaki bedenleri birbirine bağlayabilir ancak. Bırakalım artık yapay engellerle oyalanmayı; şimdi patikalar icat etmenin zamanı. Şimdi ve burada açılacak ne de çok patika var. Yürümek lazım, birbirimize doğru.

YÜRÜMEK YAZMAKTIR YA DA TAM TERSİ

Paul Klee
RAHMİ ÖĞDÜL
10.01.2020

Yeryüzünde her canlı, her insan kendi yurdunu algılama yetisine göre kuruyor. Yüzeyleri işaretlerle donatmak ve işaretleri okumak; karmaşanın ortasında bir düzen, bir evren yaratma çabası. Sokak köpekleri kendi yurtlarını, kentin duvarlarını idrarlarıyla işaretleyip, sonra da bu işaretleri okuyarak kuruyor. İnsanlar da boş yüzeyleri işaretlerle donattıkça ve işaretleri algıladıkları ölçüde kent içinde yurtlar inşa ediyor. Yüzeyler işaretlerle tıka basa dolu; sokak, dükkân adları; reklamlar; grafitiler; trafik işaretleri. Göstergeler imparatorluğunda işaretler bizi yurtlara götürüyor. İnsan işaretleri takip ettikçe mekânını yaratıyor. Ya da kentin kimi köşelerini kendine mekân kılıyor. Kentin karmaşasından kaçıp sığındığımız yurtlar aynı zamanda evrenlerdir. Buralar bir kafe, meyhane, kıraathane, şans oyunları bayii, AVM ya da sanat galerisi olabilir. Herkesin kendi meşrebine göre bir evreni var. Oysa kent, içinde evrenler çokluğu barındırıyor. Her evren, çokluğun sadeleştirildiği, sayısız işlevin tek bir işleve indirgendiği yurtlardır. Oysa kent, tüm evrenleri birbirine sokaklarıyla bağlıyor.

Yazıyı kendilerine yurt edinenler var; boş yüzeyleri yazılarla doldurarak yazı evrenine yerleşenler. Yazı bugün demokratikleşmenin etkisiyle bir iletişim biçimi olarak görülse de Roland Barthes’ın belirttiği gibi yazının saklamaya, saklanmaya yönelik karanlık bir kökeni var. Hayatın karmaşasından kaçıp kendine kapalı bir yurt yaratma çabası. “Şifreleme yazının doğal eğilimidir” (Yazı Üzerine Çeşitlemeler, YKY). Yazının saklama eğiliminin pek çok nedeni olabilir: “Din dışı bir alanla hiçbir şekilde bağlantı kurmak istemeyen tutucu bir öğreti ve tanrılarla gizli bir iletişim söz konusu olduğunda dinsel nedenlerden söz edilebilir.” Ya da “belirli bir toplumsa sınıfı (egemen sınıfı) temsil eden yazıcı kastının bazı sırları, bazı bilgileri ve bazı mülkleri gizli tutması istendiğinde toplumsal nedenler söz konusu olabilir.” Yazı, içine girilmesi zor bir labirent gibi inşa edildiğinde yabancılar, yabaniler, göçebeler yazıdan dışlanıyor. Ancak inisiye olduktan, evcilleştirildikten sonra labirente dahil olabilirler.

Yazı bir aydınlanma, aydınlatma aracı olarak kabul edildikçe, “yazının karanlık yüzü” hep ıskalanıyor: “Yazı, binyıllar boyunca, yazıyı kullanmaya başlamış çok az sayıdaki kişiyle, henüz kullanmayanları (insan yığınlarını) birbirinden ayırmaya yaramıştır, mülkiyetin (imza aracılığıyla) ve seçkinlerin işareti olmuştur; bugün bile hâlâ, her tür ustalık, farklılaşma ve belki de gizlilik, ancak özel bir yazı aracılığıyla sağlanabilir.” Yazanlar yazdıkça var edebiliyorlar kendilerini. Yoksa yazdıkça kapatıyorlar mı? Yazar kimliğine sığınanlar. Yazı, tüm evrenlerin ve mikro evrenler olarak bedenlerin içinden geçen kıvrımlı bir sokak da olabilir. Yazı, tek bir yurda, bir kimliğe sığmayacak kadar güçlü. Yazı, kapalı evrenleri, tanıdıklarla yabancıları, yerleşiklerle göçebeleri, evcillerle yabanileri yan yana getirebilir ve yazının mekânı bir komüne dönüşebilir. Mikail Bakhtin’in karnaval ile romanı ilişkilendirmesi ve Guy Debort’un, 1871’de kurulan Paris Komünü’nden “19 yüzyılın en büyük karnavalı” diye söz etmesi.

Yazı, olmuş, olmakta ve olacak olanı birbirine bağlayan sokaklardır; yazdıkça kendimizi var edebilmemiz ondan. Hayata yazının ipliğiyle bağlıyız. Yazıyla ilişkimiz koptuğunda hayatla da bağımız kopuyor. Yazı belleği, şimdiyi ve geleceği birbirine bağlıyor. Bir yılan gibi; yazı sokaklarda dolaşıyor, kentin kıvrımlarını açıp farkı açığa çıkarıyor. Yazı, kıvrımlı kent sokaklarında dolaştıkça kabuk değiştirir. Ama yazar kimliğine sığınanları üsluplarından, değişmeyen süslü kabuklarından tanıyabilirsiniz. Oysa “üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir; ...üslup –tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir... başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır...” (Marcel Proust, Edebiyat ve Sanat Yazıları, YKY.). Yeryüzü, evrenler çokluğu. Evrenler açığa çıktıkça üsluplar da, kimlikler de değişir. Yazı içinde saklanacak bir yurt değil, aksine bir geçittir, evrenlerin içinden geçiyor. Yürümek, yeryüzüne yazı yazmaktır, yazdıkça var olabilmek. İktidarın bizleri kapattığı yurtlardan sokaklara çıkmak. Sokaklar, ayrıştırılmış yurtları birbirine bağlıyor. Ve tüm sokaklar sonunda denizlere açılıyor.

3 Ocak 2020 Cuma

ENGİNARLARIN ZAMANI

Eckart Hahn, "Baykuş ve Enginarlar"
RAHMİ ÖĞDÜL
03.01.2020

Belirli bir düzene göre tekrar eden formlarla döşenmiş, hayat denilen bir zeminde yürüyoruz. Yer döşemesindeki karoların durmadan yinelenen örüntüsü içimizi rahatlatıyor, kendimizi güvende hissediyoruz. Zemindeki bu bitimsiz tekrarlar, yürürken bedene belirli bir ritim dayatıyor oysa. Ama her bedenin kendine özgü ritmi var, her beden bir ritimler çokluğu. Ve her beden kendi ritmine göre kendi melodisini icra etmeyi arzular. Gelgelelim çoğumuz, zeminin dayattığı ritim üzerinde benzer melodiler üretirken buluyoruz kendimizi. Ve ürettiklerimiz daha çok pop melodilerdir ve kulaklarımız da bunlara alışık.

Döşemede durmadan tekrar eden formların üzerinde ve bu formlarla uyumlu melodiler inşa etmeyi yaratıcılık sanıyoruz. Oysa gündelik hayatın zeminine döşenmiş formların tekrar eden örüntüsü, egemen düşüncenin varyasyonlarını üretmekten başka bir işe yaramıyor. Yürüdüğümüz zemin iktidarın yasaları ile döşenmiştir. Yasa koyucuların döşediği yolun bizi cehenneme götürdüğünü hatırlamak için, faşizmin tarihine bakmamız yeterli. Ürettiğimiz pop melodiler de popüler faşizmi çoğaltmaya yarıyor.

“Şimdi, kısmen günümüzdeki koşulların bir sonucu bu. Modern kayıt teknikleriyle ve yayın imkânlarıyla hepimiz öyle şartlandık ki... herkes yanlış bir adım atmaktan korkuyor... hepimiz önceden saptanmış, mükemmel şeyler çalmaya zorlanıyoruz” (D. Bailey, Doğaçlama, Pan). Mükemmel, iktidar tarafından tanımlanmış ve zemin olarak hayatın yollarına döşenmiş karolardır. Yanlış adım atmaktan korkanlar, yer karolarının çizgilerine basmadan yürümeyi bir beceri sanıyor. Bedenler, bir enstrüman gibi kendilerini icra ederken, bastıkları zeminin dayattığı müzikal yasaları çiğnemekten, yanlış notaya basmaktan korkar oldu. Zemine aldırmadan yürüyenler de var; çok geçmeden, performansları döşemenin kadrajına göre yargılandığında durumun farkına varacaklar. Bedenler kuvvetlerini açığa çıkaracak şekilde kendi ritimleri icra ettiklerinde, döşemenin kadrajını ihlal ettikleri gerekçesiyle yargılanıyor ve ardından başka bir kadrajın, hücrenin içine kapatılıyorlar.

Yasaklanan doğaçlamadır. Yer döşemesindeki karolar, bedenleri kendi güçlerini açığa çıkaracağı ve yeni formlar yaratacağı doğaçlama yeteneklerinden yoksun bırakmak için tasarlanmıştır. Oysa beyni olmayan canlılarda bile “bir beden, ... doğaçlama güçleri, icat güçleri içerir.” Brian Massumi, beyni olsun, olmasın, her canlıda bulunan ve akıldan ayırdığı zihinselliği, “yeni formlar doğaçlamak üzere verili olanın ötesine geçme kapasitesi” olarak tanımlıyor (Duygu Politikası, Otonom). Buna içgüdü de diyebilirsiniz. İçgüdü, Kartezyen felsefede makine bedenin otomatik tepkileri olarak tanımlanır ama beden makine değildir ve “içgüdü, doğası gereği yaratıcıdır.” Her canlı bir sorunla karşılaştığında yeni çözümler ve formlar icat edebiliyor. Doğaçlamanın keyfi başkadır, var olmanın keyfi. Verili olana rağmen, kendi güçlerini açığa çıkaran, formlar icat eden bedenlerin keyfi.

“Şarkı söylerken ve çalgı çalarkenki bu doğaçlama yapma keyfine, müzik tarihinin hemen hemen her aşamasında rastlanır. Bu, her zaman yeni formların yaratılmasında büyük bir güç olmuştur... Doğaçlama pratiği içinden çıkmayan veya temelde ondan etkilenmeyen hiçbir müzik tekniği ya da kompozisyon formu yoktur” (D. Bailey). Sanatta doğaçlama yapmanın keyfini çıkabiliyoruz ama iş gündelik yaşama gelince, bedenlerin doğaçlama yapma keyfi engelleniyor. Çünkü yeni yaşam formları icat ederek, mevcut formlar düzenini değiştirebilirler ve iktidarın, döşediği zemin üzerine inşa ettiği tüm yapı çökebilir. Döşemedeki zemin karoları, metronomun ya da saatin mekanik tiktaklarını andırıyor. Boş verin saatleri ya da metronomları. Julio Cortazar’ın Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı’ndaki gibi, saat yerine enginarları kullanın. “Enginarın sayısız yaprağı hem şimdiki saati, hem de aynı zamanda bütün saatleri gösterir” (AltıKırkBeş). Beklemekten bıkmadınız mı? Enginarların zamanı, çizgisel zamanın ötelediği tüm zamanları içerir. Mekanik tiktakların ertelediği kudretimizi, şimdi ve burada ele geçirebilmek. Yaprakları, icat güçlerini sarmalıyor. 2020, doğaçlaması bol, keyifli bir yıl olsun!

İÇİMİZDEN KANALLAR, OTOYOLLAR GEÇİYOR

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
27.12.2019

Kıvrım üzerine kıvrım; kıvrım içinde kıvrım. Yeryüzü sonsuza dek kıvrılıyor. Yerin katmanları, jeolojik kıvrımlar. Canlılar, dokuların kendi üzerlerine kıvrıldığı biyolojik katmanlar. Yerin kıvrımlarıyla canlıların kıvrımları birbirine karışıyor. Bu kıvrım denizinde tek bir düz çizgi ya da bir düzlem bulamazsınız. Düz çizgi ve düzlem, aklın soyutlamaları. Ve insan bir soyutlama olarak yerleşiyor yeryüzüne. Yerleştikçe eğri mekânı düzleme, kıvrımları düz bir çizgiye dönüştürüyor. İnsanın yeryüzüne yerleşmesi başlı başına bir felaket değil mi? İnsan adeta bir bıçak; kesiyor kıvrımları. İnsanın yeryüzünde açtığı ilk sulama kanalını düşünün; ölçeği küçük de olsa yerin kıvrımlarını bir bıçak gibi kesen düz bir çizgiydi. Şimdi insan aklı daha büyük soyutlamalarla iş görüyor. Yaslandığı Öklidçi düzlem geometrisi buna izin veriyor çünkü. Mesele, ölçek meselesi. Bir üçgenin özsel niteliklerini koruyarak istediğiniz kadar büyük modelini yapabilirsiniz. Her şey bir düzlem üzerinde gerçekleştirilen küçük bir modelle başladı; yerin eğri mekânı bir düzleme dönüştürüldükten sonra modeli istediğiniz boyutlarda düzleme uygulayabilirsiniz. Kanal İstanbul; o ilk sulama kanalının devasa modelidir. Yerin eğri ve kıvrımlı yüzeyinde derin bir bıçak yarası. Yeryüzünden oluk oluk kan akıtılıyor.

Proje olarak modeller, soyutlamalardır; kendi özsel nitelikleri var. Ama yeryüzüne yerleştirildiklerinde yeryüzünü tüm yaşamsal niteliklerinden yoksun bırakıyorlar. Modellerin tarihi yoksullaşma ve yıkımın tarihidir. 250 yılda 571 bitki türünün yok olduğu söyleniyor; yok olan sadece bitki türleri mi? Hayvanlar, yaşam biçimleri, ekosistemler ve hayatlar. İnsan projelerle var ediyor kendini ya da tersten söylersek projeleriyle yeryüzünü yok ediyor. Uluslaşma bir projedir mesela, kıvrımların yok edildiği bir düzlem geometrisi; ve insan, ulus denilen soyutlamanın ürünüdür; bir düzlemde noktalar arasında bir nokta olarak var olabiliyor ancak. Ve insan dokundukça yeri durmadan soyut bir mekâna dönüştürüyor, düzleme. İlişkileri ise düzlemdeki noktalar arasındaki ilişkilere indirgeniyor. Oysa nokta, geometrik bir soyutlamadır, çizgilerin kesişme yeri. Ve insan yeryüzünü soyutladıkça, soyutlanıyor ve kendini özsel niteliklerle donatıyor, modelleri gibi. Fakat yeryüzünün bir kıvrımı olarak insanın ne özü vardır ne de sabit nitelikleri. Kıvrım, “bir öze değil, işler haldeki özelliğe gönderme yapar” (Deleuze, Kıvrım, Bağlam).

Her şey yeryüzünün kendi üzerine kıvrılmasıyla, inorganik kıvrımlarla başladı ve organik kıvrımlarla devam ediyor. Kıvrımlar, dalga hareketi gibi çoğaldıkça çoğalıyor. Ve insan, bu kıvrım denizindeki bir kıvrımdır. “Düz çizgiler birbirine benzer, ama kıvrımlar çeşitlidir ve her kıvrım giderek farklılaşır. Aynı şekilde kıvrılmış iki şey, iki kaya yoktur... Kıvrım bir farklılaştırıcıdır... Kıvrım kavramı her zaman bir tekildir ve ancak değişerek, çatallanarak, başkalaşarak ilerleyebilir” (Deleuze). İnsan, durmadan kıvrılan yeryüzünde çatallandıkça farklılaşan bir kıvrım iken, şimdi iktidar projelerinin geometrik bir soyutlamasıdır. Kıvrımları düzleştirilip içinden otoyollar, kanallar geçiriliyor. İnsan, hem otoyol, hem de otoyol üzerinde hareket eden bir nokta. Otoyol üzerindeki varlıklara taşıt deniliyor. İnsanlar arası ilişkilerden değil de, trafik kurallarından bahsetmemiz gerekiyor mu? Taşıt-insanları otoyol denilen çizgisel mekânda yönetmek kolaydır.

Düzleştirilen sadece mekân mı? Her yöne doğru çatallanan zaman bile, hep ileriye doğru akan saatin çizgisel zamanına hapsedilmiş. Kendi kuyruğunu yutan yılanı, Oroborus’u bir bıçakla kesip düz bir çizgi haline getirdiler. Kıvrılan, kıvrıldıkça biçim değiştiren yılan, asfalt kaplı bir yarış pistidir artık. Yarış pistinde, nereye gittiklerine dair hiçbir fikri olmayan noktalar yarışıyor; tek dertleri birbirlerini geçebilmek. Oysa tek derdimiz birbirimizi geçmek değil, projenin soyut düzleminden hep birlikte yeryüzüne geçebilmek olmalı. Otoyolun çizgisel zamanından yeryüzünün kıvrımlı zamanına sıçramak. Zor olmasa gerek. İçimizden kanallar, otoyollar geçirilse de hâlâ kuytuluklardaki kıvrımlarımızda hayat saklı.