30 Aralık 2016 Cuma

BİR ATEŞ VER ATEŞ BÖCEĞİ!

RAHMİ ÖĞDÜL
30.12.2016

Bu yıl da çok bekledik; ömrümüz beklemekle geçiyor. Bir kurtarıcının, kahramanın gelmesini bekliyoruz en çok. Ufka bakıyoruz, beyaz atlı prensi arıyor gözlerimiz. Olmadı, Godot’yu bekliyoruz. Ya da antik Yunan tiyatrosunda olduğu gibi içinden çıkamadığımız, çözemediğimiz bir açmazı çözmesi için sahnenin sağ tarafından mekanik bir düzenekle yukarıdan indirilecek “deus ex machina”yı, yani makine Tanrı’yı. En çok da Prometeus’u bekliyoruz galiba.Tanrılardan ateşi çalarak yeryüzünü aydınlığa kavuşturan kahramanı. Yine gelsin, bizi karanlıktan aydınlığa çıkarsın istiyoruz. Prometeus’un gelip gelmediğinden emin olmadık hiçbir zaman, şimdi de emin değiliz. Sadece elimizden başka bir şey gelmediği için bekliyoruz. Mitolojik öykülere yüklediğimiz her anlam bizi eylemekten alıkoyuyor.

Soru sormayı düşünüyor musunuz?
Mitolojilerin yalancılığına sığınıyoruz en çok. Başkalarının yalancısı olmak hoşumuza gidiyor, kuşaktan kuşağa aktarılan bu öyküler bu zamana kadar kalıcı olmuşlarsa şayet, bir hikmeti olmalı. Öyle sanıyoruz. Kimsenin aklına evrene, yaşadığı koşullara dair soru sormak, yaşadıklarını sorunsallaştırıp sorgulamak gelmiyor. Zor iş soru sormak. Ne gerek var. Binlerce yıldır anlatılan basma kalıp öyküleri yaralarımıza basarak yaşadığımız acıları dindirmeye çalışıyoruz. Olmuyor, dindiremiyoruz artık! Öylesine derin yaralar açılıyor ki basma kalıp öyküler kanamayı durduramıyor. Canımız çok acıyor.

Soru sormadan, hayatı sorunsallaştırmadan, kendi sorularımızı kendimiz formüle etmeden bu acıdan kurtulmamız mümkün değil. Bu zamana kadar bize verilen çoktan seçmeli soruların zaten çoktan belli olan doğru yanıtlarını işaretlemeyi marifet sandık. İktidarın kurduğu soruların doğru yanıtlarını işaretledikçe sırtımızı okşadılar. Yine öyle yapıyorlar. Yanıtları zaten belli olan sorular koyuyorlar önümüze. Hepsi de yukarıdan ve yanlış sorulmuş soru. Mitolojinin binlerce yıldır sorduğu ve basma kalıp yanıtlar verdiği soruları yine bize yutturmaya çalışıyorlar. Kimsenin aklına bu soruları bir kenara bırakıp aşağıdan, kendi sorularını sormak gelmiyor.

Bir çocuk gibi sormalı
Mitolojiden kurtulmak o denli kolay değil. Dünyaya ilk kez bakıyormuş gibi bakmak ve şaşırmak. Ve “evren nedir, nasıl bir toplumda yaşıyoruz, birey nedir, neden bu acıları çekmek zorundayız?” gibi soruları sorabilmek için bir çocuğun gözleriyle bakabilmek gerek yeryüzüne. Ve durmadan sormak: “Bu ne?” Ve bu soruları tirana da yöneltmek: “Kim bu adam?” Bu soruları sorarken, inanın yanıtlarını da birlikte bulacağız. Hayat sorunsallaştırılmayı ve çözülmeyi bekleyen bir yumaktır ve çözeceksek biz çözeceğiz. Kahraman beklemeyin boşuna ya da tünelin ucundaki ışığı.

Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım
Bizler ateş böcekleriyiz. Aydınlatacaksak biz aydınlatacağız yeryüzünü. Ateşin olduğu bir merkez yok artık, ateşi çalacak bir kahraman da. Şimdi ateş her yerde. Ateş ocaklarımıza, can evimize düşmüş. İçimizde için için yanan korlarla dolaşıyoruz. İçin için yanan arzularımızla kederli varlıklar olarak. Kahramanlar çağında değil, küçük insanlar çağındayız. Kendi üzerlerine kapanarak için için yanan varlıkların çağı. İnsanlar içlerinde taşıdıkları ateşin farkındalar, ama yıkıcı ve yakıcı bir ateşin. Bu ateşin yaratıcı bir ateşe dönüşmesi an meselesi. Herakleitos evrenin kurucu ilkesi, arkesi olarak ateşi önerdiğinde ateşi niteliksel olarak ikiye ayırıyordu: Yıkıcı, yok edici ateş ve yaratıcı ateş. Bir Ege türküsü “Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım” derken, yıkıcı ateşi değil, yaratıcı ateşi paylaşmayı öneriyor. Evet, bir odun ateşi gibi kendi üzerine kapanıp küllenmiş, için için yanan, bedenimizi ve ruhumuzu yakan kederli bir ateşsek şimdi, ateşi dışarı taşıdığımızda ve birbirimizle paylaştığımızda bu ateşi neşeli şenlik ateşlerine dönüştürmemiz an meselesi. İçin için değil, dışın dışın yanarak arzularımızı gerçekleştirdiğimizde karanlığı aydınlatarak kendi mekânlarımızı yaratacağız, güneş gibi. 

Gözlerimizin içine baka baka yalan söylüyorlar. Mitlerini dinlemekten ve yalanlarını bize doğrulatmak için kurdukları yanlış soruları yanıtlamaktan bıkmadınız mı hâlâ? Ya da için için yanmaktan? Zaten istedikleri de bu. Bir ateş verin ateş böcekleri, tutuşturalım şu şenlik, özgürlük ateşlerini!

24 Aralık 2016 Cumartesi

3. TEKİL ŞAHISTAN ÖYKÜLER: ÖZGÜR İRADE


RAHMİ ÖĞDÜL
23.12.2016

Özgürlük, birlikte şimdiyi ve burayı tasarlayabilmektir. İnsanların birbirlerine ve doğaya doğrudan dokunarak mekânı ve zamanı kendi kudretlerini, gizil kuvvetlerini açığa çıkaracak şekilde örgütleyebilme gücü. Bu güç ellerinden alınmıştır. İnsanlarla insanların ve insanla doğanın arasına giren iktidar, kendi kurmaca öyküsünü hep üçüncü tekil şahıs olarak anlatacak ve anlattıkça doğrudan ilişkileri dolayımlayıp çarpıtarak kendi zamanını ve mekânını yaratacak. Yaratılan bu mekân ve zaman, tüm güçlerini iktidara devrederek güçsüz bırakılmış, edilgin varlıkların mekânı ve zamanıdır. Birbirleriyle doğrudan konuşmak ve sorunlarını birlikte çözmek yerine, temsili bir iktidar ve bu iktidara uygun temsili bir halk kurgusu içinde sıkışıp kalmışlar. Önlerinde hep aşılmaz bir duvar ya da çözümsüz bir açmaz ve “bu açmazı ancak ben çözerim” diyen bir iktidar. Ve başlarına gelecekleri bekleyen biçare varlıklar. Unutmayın, içine sıkıştırıldığımız ve halk dediğimiz yapı, iktidarın kurgusudur. Yekpare bir bütün değil, aksine çokluğuz, ama iktidar kendini meşrulaştırmak için yekpare bir halk kurgulamak zorunda.

Özgür irade olmadan bu kurgusal halk yaratılamazdı elbette. Ama buradaki özgürlük kavramı, kendini meşrulaştırmak için iktidar tarafından bahşedilmiştir. Nietzsche, özgür irade için “teologların insanları sorumlu tutmak ve kendilerine bağımlı kılmak için uydurdukları en sahtekâr oyun” diyor (“Neden Bu Kadar Akıllıyım?”, çev. S. Cemgil, Zeplin). Doğru söylüyor. Kendi imgelemindeki bir halkı icat etmek için önce bireylere seçme özgürlüğü vermek gerekiyor tabi ki. Ama bu kurguda, çoktan seçmeli bir sınava giren ve özgür iradeleriyle şıklardan birini işaretleyerek tüm iradelerini iktidara devredecek bireyler vardır sadece. Özgürlük, iradeyi iktidara devretmek içindir. Ve devredilen iradelerle birlikte artık iktidar halkın iradesini, milli iradeyi temsil ettiğini iddia edecek. Ne büyük kurnazlık ama. Bireyleri iradesiz ve güçsüz bırakmak üzere tasarlanmış bir kurmaca. Özgür irade el çabukluğuyla milli iradeye dönüştüğünde iktidar kendine bir halk yaratmak için kolları sıvayacak ve bir balmumu kitlesi olarak gördüğü halkı kendi imgelemine göre biçimlendirecektir. Akılsız bir kitlenin aklına dönüşmüştür artık, halk adına karar verip uygulayabilir. Ama bu akıl, toplumsal bedeni oluşturan ve tekil düşünüşlerle başka tekil düşünüşleri diyaloğa çağıran, tetikleyen çokluğun aleyhine çalışacaktır. Çünkü fark ve çokluk ‘bir’e indirgenir ve hep aynının dönüp durduğu kısır döngü içinde öğütülen çokluktan geriye sadece iktidarın halk dediği bir balmumu kitlesi kalmıştır; bir kurgu olarak halk.

Bir kez daha özgürlük iktidar tarafında bahşedilir, ama bu kez sadece yargılamak ve cezalandırmak için. Balmumu kalıptan kurtulmak istediğimizde, bunu özgür irademizle yapmış olduğumuzu var sayarak yargılayıp cezalandırmak için. Nietzsche diyor ki: “İrade kavramı özünde cezalandırma, yani suçlu bulma isteğiyle birlikte tasarlanmıştır… İnsanlar özgür olarak düşünülmüştür, bu sayede de suçlu bulunmak üzere yargılanabilir ve cezalandırılabilir olmuşlardır.” Burada özgürlük kavramı tersine çevrilmiş ve özgür irade adı altında bedenleri yakalama aygıtına dönüşmüştür. Ne tuhaf, özgür irademle seçtiğim iktidar, dayatılan sınırları özgür irademle ihlal etiğim için beni cezalandırabiliyor. Ve özgür iradelerimizle kendi hapishanelerimizi yaratıyoruz. Kapatılma özgürlüğü. Sanatçı da yine özgür iradesiyle bir işkence düzeneği tasarlamış olabilir. Ama özgür iradesiyle tasarladığı düzeneğe ilk kapatılan da sanatçı olacaktır.

Eski bir öykü ve bir çok versiyonu olabilir; en çarpıcı öğelerini bir araya getirip özetleyelim. Tiranın gözüne girmek isteyen sanatçı bir işkence aleti yapar: Mahkûmun içine hapsedileceği ve büyük bir ateşin üzerine yerleştirilecek pirinç bir boğa. Pirinç boğa korlaşınca kurban çığlıklar atmaya başlayacak ve bağırmaları da bir boğanın böğürmesini andıracakmış. Peki, ne yapmış Tiran? İlk olarak bu aleti sanatçının üzerinde denemiş ve sanatçının böğürtülerini dinlemiş. Acaba diyorum, özgür irademizle yarattığımız ve kapatıldığımız pirinç boğadan çıkabilecek miyiz?

16 Aralık 2016 Cuma

KENDİNİZİ "BİR" Mİ SANIYORSUNUZ? SIFIRSINIZ!


RAHMİ ÖĞDÜL
16.12.2016

Kendimize “bir” diyoruz, yani birey; bireyin İngilizcesi, ‘individual’, sözcük anlamıyla ‘bölünmez’ (in-dividual). Hatta atom bile diyebilirsiniz, çünkü hepsi aynı kapıya çıkıyor. Kendinizi “bir” ve bölünmez olarak adlandırdığınızda Parmenides’in, küre şeklinde tanımladığı ve “bir” dediği varlıksınız artık ve tüm değişim, dönüşüm, çokluk, yani oluş “bir”in dışına, yanılsamalar alanına sürülmüştür, yani boşluğun, sıfırın alanına. Oluş, yanılsama olarak sıfırlanınca geriye, değişmeyen ve hep aynı kalan “bir” ya da birey olmaktan başka bir seçeneğimiz kalmamıştır. Ama kendi üzerine kapanarak yaşamla bağlarını koparan “bir”in ne geçmişi ne de geleceği var. Dondurulmuş şimdinin içinde dikilip durmaktan başka bir işe yaramaz.

Çatışmanın tarihi
Sıfırı olmayan “bir”, yaşamla bağları kesilmiş ölü bir çubuktur. Bakmayın siz onun dik durduğuna, dondurulduğu içindir. Yaşamın sıcaklığı buzlarını çözünce çok geçmeden eğilip bükülecek. Sıfır dediğimiz, varlığın içine yerleştiği ve yaşamın kuvvetlerini içeren boşluktur. Ve boşluğu olmayanın varlığı da olmaz. Herakleitos’un yaşamı olumlayan oluş felsefesi ve ardından gelen Parmenides’in boşluğu ve çokluğu reddeden varlık felsefesiyle birlikte felsefe, oluş ile varlık arasındaki gerilim hattına yerleştirilmiştir. Bir bakıma felsefe tarihi, bir ile sıfırın, yani varlık ile oluş arasındaki çatışmanın tarihidir.

Sadece felsefenin değil, sanatın da meselesidir sıfır ya da boşluk. Demokritos’un varlık ile hiçlik ya da atom ile boşluk arasında kurduğu bağlantı tuvale taşındığında, tuvalin yüzeyini tıka basa dolduranların boşluk korkusu ile tuvalini boşaltanların boşluk sevgisi arasındaki çatışma, sanatın da meselesidir artık. “Çinli ressamın dediği gibi, bir tuval atların sıçrayabileceği yeterli boşluğu saklıyorsa bir sanat yapıtıdır” (Deleuze ve Guattari, Felsefe Nedir?). Atlar sıçrayabilmeli, atomlar da, “bir”ler, bireyler de. Ve sıçradıkça başka atomlarla çarpışarak yeni dünyalar kuracak, yaşamlarını bir sanat yapıtına dönüştürecekler. Şimdiki haliyle varlık bırakın sıçramayı, kımıldayamaz bile, yere çivilenmiştir, hareket ve değişim sadece bir yanılsamadan ibarettir. O halde “bir” olduğunuzu iddia ediyorsanız siz eyleyen değil, yeryüzünü bir tiyatro sahnesi gibi izleyensiniz, koltuklarına çivilenmiş mahkûmlar. Platon’un mağara meselindeki tutsaklar gibi. Olup bitenleri mağaranızda izliyor ve “güvendeyim” diye Facebook’ta paylaşımlarda bulunuyorsunuz. Ancak ölüler güvende olur. Eğer sıçrayamıyorsanız siz zaten ölmüşsünüz demektir.

Bedenler mezarlara hapsoldu
Kamusal alanın boşluklarında yürüyen, sıçrayarak başka atomlarla buluşma ve yeni dünyalar yaratma ihtimali olan varlıklar, yani yayalar ortadan kalkacak. Ray Bradbury yayanın en son MS 2052 yılında görüleceğini ön görüyor. “Son Yaya” adlı öyküsünün kahramanı Leonard Mead’in en çok sevdiği gece yarısına kadar kentin kaldırımlarında yürümektir ama ondan başka yürüyen yoktur kentte, yapayalnızdır. “Yolunun üzerinde karanlık pencereli kulübeler, evler görürdü; bunun da pencerelerin ardında titrek ateşböceği pırıltılarının belirdiği bir mezarlıkta yürümekten pek farkı yoktu.” Kent, yani ‘polis’ bir ‘nekropolis’e, yani mezarlığa dönüşecek. Mezarların içinden, televizyonların ölü ışıkları yansıyacak dışarı sadece. Ve ölüler bu dünyaya değil, öte dünyaya ait görüntülerle oyalanırken, yüzeydeki mezarlığa rağmen yaşam altta, derinlerde akışını sürdürecek. Bedenlerin içinde de. Yüzeydeki kanı çekilmiş ölü derilerin altında, kılcal damarlarımızda akan kan, yeryüzünün yeraltı nehirleriyle bağlantılıdır, duyumsamıyoruz. Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısını kesmek için bedenleri mezarlara kapattılar.

Yoksunuz aslında
Siz “bir”siniz, bireysiniz evet, yeryüzü ve kuvvetleriyle ilişkiniz kesildiği için; sizin sıfırınız yok. Ama sıfırı olmayanın “bir”i, boşluğu olmayanın varlığı da olmaz; yoksunuz aslında. Boşluk; Taocuların dediği gibi, “on bin varlığı”, yani çokluğu bağrında taşıyandır. Ne çıkacaksa, “bir”lerin “bir”lere dokunacağı, karışacağı boşluktan çıkacak. Şimdi mezarlarda kıstırıldık; dışarıda, boşlukta “on bin varlık”, yani çokluk, yani oluş. Uğultusunu duymuyor musunuz?

10 Aralık 2016 Cumartesi

KATIRLAR, PERDELER, YARALAR VE KANATLAR

Yılmaz Bulut

Sevinç Altan

Sevinç Altan
RAHMİ ÖĞDÜL
09.12.2016

Duyum yüklü bir nesneyle çok sık karşılaşmayız. Sanatın formlarından bahsediyorum; öyküsünü bilmeseniz de böyle bir formla karşılaştığınızda tepeden tırnağa duyum kesilirsiniz. “Sanat yapıtı bir duyumlar kitlesidir” diyor Deleuze ve Guattari, ‘Felsefe Nedir?’de. Artist 2016, ‘Umulmadık Topraklar’da sergilenen, genç sanatçı Yılmaz Bulut’un katırı da sizi hemen yakalayan bir duyumlar kitlesidir. İnşaat telinden ördüğü katırın yuvarlak karnı sizi içine çekiveriyor hemen. Dünyanın yükünü sırtında taşıyan bu melez ve kısır yük hayvanının kaderini bilmeseniz de, sadece bir form olarak bu katırla karşılaştığınız an, içinde sakladığı duyumlara yakalanacaksınız. Ve yerde yatan bu katırın bir katır ölüsü olduğunu, Roboski’de katledilen katırlardan biri olabileceğini düşündüğünüzde formun size ilettiği duyum katmerlenerek sizi daha da derinlere çekecek ve artık kaçamayacaksınız. En yalın malzemeden, inşaatın yükünü taşıyan kara telden yapılmış, dünyanın yükünü sırtında taşıyan bir katır formuyla karşılaştığınızda ve bu katırın köylülerin sınır ticareti yaparken kullandıkları katırlardan biri olabileceğini düşündüğünüzde ilk aklınıza gelebilecek, sınırları aşan ve yük taşıyan bir bedendir. Artık bu hayvan sizi ele geçirecek ve bir hayvan-oluş yaşayacaksınız. Yerde yatan, sınırları aşmaya teşne ve dünyanın yükünü taşıyan sizin bedeninizdir çünkü. Bakışın sizi de yere serebileceğini hissedersiniz.

Perdenin ardı
Bakış yaralar. Keskin bakışlar, keskin nişancılar gibi en mahrem yerimizden, can evimizden yaralar bizi ve öldürebilir de. O yüzden örtülerin altında kurarız evimizi ve can evimizi, bakışlardan korunmak için. Pencereler, dünyaya açılan gözlerdir. Gözlere gündüzleri tül, geceleriyse kalın perdeler iner; mahremin korunaklı ortamında hayatlar kımıl kımıl devinirken sokağın yabancı gözleri içeri sızmasın diye. Tüller, mahremi ve mahremin gözünü görünmez kılacaktır. Kalın perdelerse kördür; kendi üzerlerine kapanmışlar; ne görür ne de görünürler. Perdeler, kem gözleri perdeler ve perdelerin altında hayatlar vardır.

Sevinç Altan, “Perde” sergisinde gündelik hayatın sıradan nesnelerini yeniden üretirken, perdeler bir duyumlar kitlesine dönüşmüşler. Deleuze ve Guattari, “sanat saklar ve dünya üzerinde kendini saklayan tek şeydir” diye yazmışlardır, tabi ki duyumlardır sakladıkları. Ve bir sanat yapıtı olarak perdeler sadece duyumları saklamaz, yaşamı da saklar. Çünkü savaş zamanı hayatta kalabiliyorsak, perdelerdendir; kötünün bakışı, gez-göz-arpacıktır artık; bakar, yaralar ve öldürür. Keskin nişancının delici bakışından, mermilerinden korunmak için sokaklara gerilen örtüler, çarşaflar, battaniyeler, yatak örtüleri, perdeler hayatın neşesine öykünerek çiçeklerle donatılmıştır. Her örtü, katmanlı hayatın bir arayüzeyi gibi ve örtülerin altında yaşam örüntüleri. Delik deşik edilen hayatların arayüzeyleri olarak perdeler, savaşlardan kalma izler taşır. Kem bakışların açtığı deliklerle delik deşik olmuş çiçek desenli perdelerin altındaki, en derindeki akış, yani yaşam yara almadan deli ve neşeli akışını ve direnişini sürdürür oysa.

Umudu ve yaşamı yaralardan tanırız
Ten de bir perdedir ve tende açılan yaralar, yeryüzünün ezilenlerini birbirine bağlar. Ve hayatta kalanlar yaralarından tanılayacaklardır birbirlerini. Fransız Devrimi sırasında örgütlenen terzi kalfaları kimlik kartı olarak birbirlerine yaralarını göstermişlerdi, iğnelerle delik deşik olmuş parmak uçlarını. Yaralananları, yaraları birbirine bağlar. Ve terziler, yaralarını birbirine ekleyerek yaşamın coşkusundan direniş dikerler kendilerine. Ve Sevinç Altan da yaralı perdeler diken bir terzidir. Umudu ve yaşamı, yaralardan tanırız. Altan’ın tül perdelerin hafifliğinde yarattığı kelebek lekeleri. Kelebek de yaralarından doğmuştur: Yumurta, tırtıl, pupa ve kelebek. Her form değiştirme bir yaralanmadır ve kelebek, yeniden doğar yarasından. Kanatlar, uçmaya yarayan yaralardır. Katırlar da uçabilir. Yeter ki kanatlansınlar. Özgürlük, yaraların kanat çırpışıyla gelecek. Kasırga dediğimiz, bir kelebeğin kanat çırpması değil mi?

Not: Sevinç Altan’ın ‘Perde’ sergisini, 10 Ocak 2017’ye kadar Faik Paşa Yokuşu, No.5, Çukurcuma, Beyoğlu adresindeki binada izleyebilirsiniz.

3 Aralık 2016 Cumartesi

BUZLU CAM BİZİ ÇAĞIRIYOR


RAHMİ ÖĞDÜL
02.12.2016

Nesnelere buzlu camın arkasından bakmışsınızdır mutlaka. Ne görmüştünüz? Sınırları bulanıklaşan ve uzamın içinde titreşerek çoğalan nesneler. Çıplak bakış mı yoksa buzlu cam mı? Hangisi bize gerçeği gösteriyor? Çıplak gözle göremediklerimiz o kadar çok ki. Göz merkezli bir kültürde göremediklerimiz kültüre dahil değildir. Varsa yoksa çıplak gözle görebildiğimiz, birbirinden ayrı duran, nitelikleri ve konturlarıyla kimliklerini tespit edebildiğimiz, tanıyıp adlandırdığımız ve sınıflandırdığımız nesneler. Sınırları bulanıklaşan nesnelerin uzay içinde titreşerek yayıldıkları ve başka nesnelerle ilişki kurdukları gerçeğini çıplak göz saklarken, görmenin önünde bir engel olarak düşündüğümüz buzlu cam titreşen nesneleri görünür kılabiliyor.

Albert Einstein, 1948 tarihli ‘Atom Fiziği’ başlıklı filmde madde ve enerji hakkında söyledikleri nesnelere bakışımızdaki kırılmayı temsil ediyordu: “Kütle ve enerji, aynı şeyin farklı dışavurumlarından başka bir şey değildir.” Nesneler sadece kendilerini kütle olarak dışa vurmuyorlar, yoğunlaşmış enerji paketleri olarak titreşimler halinde de yayılıyorlar uzamda. Bedenler de öyle. Bedenleri konturlarının içine kapatıp cüsseleri kadar yer kaplamalarına çalışsalar da bedenler enerjiye dönüştüklerinde, kaos kuramının meşhur kanat çırpan kelebek örneğindeki gibi, dünyanın öbür ucunda bir kasırgaya yol açabiliyorlar.

Einstein da bize hak veriyor
Ne tuhaf, kendimizi bir kütle olarak tanımlamak hoşumuza gidiyor ama bu kütlenin formunu yitirerek enerjiye dönüşebileceğini ve yeryüzünü boydan boya geçerek başka bedenlerle titreşime geçebileceğini düşünemiyoruz bile. Einstein da bize hak veriyor: “Vasat akıl için oldukça yabancı bir kavram.” Formumuz bozuluyor çünkü. Aynanın ya da fotoğraf makinelerinin karşısında takındığımız pozlarla yaşamın içinde de var olabileceğimizi sanıyoruz. Ama yaşamın içinde hareket ettikçe formdan forma geçtiğimizi bize dışarıdan bakanlar görebiliyor ancak. O halde çıplak bakış, hem nesnelere hem de kendi bedenimize dair yanlış bilgiler içerebiliyor.

Kütle yerçekimine yenik düşerken enerji, bir akış olarak yeryüzünü ve evreni boydan boya katedebilir. Yerçekimi, siyasal iktidarın da en sevdiği çekimdir. “Milli ve yerli” nitelemesiyle ulusal sınırlar içine kapatılmak istenen bedenler, toplumsal yasalarla pekiştirilmiş yerçekimi yasasına boyun eğdirileceklerdir. Yerçekiminden kurtulmaya çalışan Sovyet Konstrüktivistlerin biçimleri de, iktidarın toplumsal yerçekimine yenik düşmüş ve Stalin tarafından tekrar yere çivilenmişlerdi. Tatlin’in uçan bisikleti, Rodchenko’nun havalanan figürlerden oluşan kolajları, sabitliği temsil eden ev yaşamına saldıran Mayakovski’nin şiirleri ve yerden kurtulup, adeta havalanan Konstrüktivist mimari. Sitüasyonistleri, özellikle de Constant’ın projesini anmadan geçmeyelim; psiko-coğrafyanın ütopist bir kent projesi olan Yeni Babil’in mimarisinin de yerle ilişkisi kesilmiştir.

Çıplak göz yalıtıyor
Bir zamanlar “eksik olan halkı” çağıran ya da icat etmeye çalışan sanat şimdi yerini, yerçekiminin değerlerine, mevcut olana, tüm önyargıları, kara töreleriyle geçmişin karanlık örtüsünü günümüze taşıyan, “milli ve yerli” mevcut halka yönelik sanat anlayışına bırakmak üzere. Yeter ki sergimize insanlar gelsin ve hoşça vakit geçirsinler diye sergi alanını lunaparkın ya da mahalle aralarındaki oyun parklarının bildik nesneleriyle, klişelerle doldurmayı bile ciddi ciddi düşünebiliyorlar. Geleceğe dair umutlar tükenince giderek daha fazla gömülüyoruz yerin içine ve mevcut şeyler düzenine.

Çünkü çıplak gözle bakıyoruz, çıplak göz yalıtıyor. Titreşen bedenleriyle “henüz eksik olan halk” buzlu camın ardında bizi bekliyor; titreşen ve birbirine dokunarak, yeni karşılaşmalar, buluşmalarla yeni olanı ortaya çıkaracak kudretli bir halk. Sanat da buzlu camdır. Deleuze, Paul Klee’ye atıfta bulunarak, “Sanat, henüz eksik bir halkı bekleyen, çağıran şeydir” diye yazdığında (www.korotonomedya.net) iktidar tarafından önyargılar ve klişelerle kirletilmiş çıplak bakışa değil, sanatın gösterdiklerine güvenmemizi istiyordu. Çıplak bakışın yalıtıp ayrıştırdığını sanat ilişkilendiriyor, buzlu cam gibi. Henüz eksik olan halk buzlu camın ardında; bizi çağırıyor.

25 Kasım 2016 Cuma

BİLDİK TOPRAKLAR: TECAVÜZ, MÜSTEHCEN VE SANAT

ARTİST 2016 / "UMULMADIK TOPRAKLAR" / "SİZİ ÇOK FORMSUZ GÖRDÜM!"

RAHMİ ÖĞDÜL
25.11.2016

“Tecavüzcüyle evlenir misiniz?” diye sorsam, hep bir ağızdan “hayır!” diyeceksiniz, biliyorum. Peki, tecavüzcüyle zaten evli olduğunuzu söylesem? Kızmayın hemen, birlikte düşünmeye başladığımızda bana hak vereceksiniz, vermeseniz de en azından kafanızı karıştırmakla yetineceğim.

Doğaya ve bedenlerine durmadan mega projelerle tecavüz edildiği bir dünyada insan doğası ve bedeni bu tecavüzden kaçabilir mi? Eril iktidarın evcilleştirme çiftliğinde doğduk ve doğar doğmaz doğal kudretimizi kısıtlayan bir form içine hapsedildik; toplumsal cinsiyete, ulusal, dinsel, etnik kimliklere özgü kalıpların içine yerleştirildiğimiz an bedenimizin doğal kudretinin, tıpkı sahildeki dalgalar gibi kudretine bağlı olarak değişen sınırlarına tecavüz edilmiş oldu zaten. Sonra evcilleştirme sürecinde tecavüze devam edildi ve tecavüze cevaz vermenin inceltilmiş yollarını öğrendik. Tecavüz ve cevaz, her ikisi de aynı kökten geliyor: Arapça “cwz” kökünden. ‘Tecavüz’: geçme, haddini ya da ölçüsünü aşma; ‘cevaz’: geçme, geçiş belgesi, onay. Sınırları belirleyen, geçiş hakkını da düzenliyor. Eril iktidar, bizi biçime sokarak sınırlarımızı belirleyen ve ardından da bu sınırları istediği gibi geçme hakkını elde edendir.

Sizin payınıza düşen nedir?
Bedenlerimizin tapusu eril iktidarın elinde çünkü. Arazisinin sınırlarını istediği gibi düzenleyebileceği gibi, direnseniz de koyduğu sınırları geçecek ve size tecavüz edebilecektir. Ya da geçişleri yasal olarak düzenleyerek size bu kez yasal olarak tecavüz edecektir. Ne fark eder ki? Yasaları, yani ‘nomos’u yapan odur çünkü. Yunanca ‘nomos’, insan yapımı bir mekân inşasında sınırların çizilmesiyle, yani mülkiyetle ilgilidir. Ve ‘nomos’un Arapçası ‘namus’, eril mülkiyetin arazisine dönüştürülmüş kadın bedenine uygulandığında, mülkiyet meselesi namus meselesine dönüşecektir. Sınırı koyan erkektir; biçimsiz olanı biçime sokan. Felsefeyi yapanlar da erkeklerdi ve Anaksagoras maddeyi etkin ve edilgin olarak ikiye ayırdığında, etkin maddeye akıl anlamına gelen ‘Nous’ adını vermişti. ‘Nous’ edilgin olanı biçimlendiren daha ince bir maddedir, yani erkek. Bu düalist yaklaşımlar yakamızı hiç bırakmadı, erkeğin evcilleştirme alanında erkek sınırı çizen ve biçimlendirendir. Ve kadın, erkeğin sınırlarını tanımladığı ve sınırlarına istediği gibi girebildiği bir arazi. Sadece kadın mı? Doğa, hayvanlar, doğası ve ürünleriyle birlikte insan bedeni, çocuklar ve aklınıza gelebilecek her şey ve tabii ki bir beden olarak sanat da bu tecavüzden payına düşeni alacaktır.

Kadın bedeninin temsiline bile dayanamıyorlar
Bir tecavüz haberi: “Ordu’da kadın heykellerine saldırdılar.” Kadın bedenini temsil eden heykel tecavüze uğramış ve başı gövdesinden ayrılmış. Bırakın kadın bedenini, temsiline bile dayanamıyorlar. Başka bir haber: “Sansüre tepki gösteren sanatçı sergiden çekildi.” Bu yıl çok küratörlü bir yapıya dönüşen ve “Umulmadık Topraklar” genel başlığı altında bu çoklu yapıyı bir araya getiren Artist 2016 Sanat Fuarı’ndaki küratörlüğünü yaptığım “Sizi çok formsuz gördüm!” sergisinde yer alan Özgür Korkmazgil’in dört parçadan oluşan işinin bir parçası, müstehcenlik suçlamasıyla sansüre uğradı. Müstehcen sınırla ilgili bir kavramdır, iktidarın koyduğu sınırla, yani ‘nomos’la. Bir kadın bedeninin müstehcen olup olmaması, tamamen bu sınırların aşılıp aşılmamasıyla ilgilidir. Kadın bedenini haritalandıran giysinin sınır çizgileri, eril iktidarca belirlenmiş mülkiyet sınırlarını, ‘nomos’u ihlal ettiğinde müstehcenlik giriyor devreye. Ve bu ‘nomos/namus’, kadın bedeninin temsillerine de uygulanacak ve sanatçının işi müstehcen diye suçlanacaktır. Yine öyle oldu. Kadını parçalara ayırarak tüketen eril bakışı ve anlayışı eleştiren Korkmazgil’in işi, mahalle baskısına yenik düşen TÜYAP Sanat Fuarı yetkililerince sergiden kaldırılmak ya da +18 ibaresiyle kapatılmak istenmiştir. Sanatın ve sanatçının tek bir sınırı vardır oysa: Durmadan kaçan ufuk çizgisi. Sanatçı, ufuk çizgisine doğru yönelerek serüvene atılandır. Ama sanata yapılan bu müdahaleyle hem sanat ve sanat kurumu hem de kadın imgesi bir kez daha ‘nomos’un sınırlarına yenik düşmüş ve tecavüze uğramıştır. Dedim ya, tecavüzcüyle evlenmişsiniz!

20 Kasım 2016 Pazar

SESSİZLİĞE KARŞI SESSİZLİK: KONTRA SESSİZLİK


RAHMİ ÖĞDÜL
18.11.2016

Mültecilerin anısına sessiz sedasız bir sergi açıldı geçen hafta; tıpkı yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış insanların göç yollarında sessiz sedasız canlarını yitirmeleri gibi. Ne açılış vardı ne de sergilenen işin bir mekânı: “Akdeniz’de Herhangi Bir Yerde.” Ölülerinin şimdi nerede olduklarını bilmiyoruz; onların anısına gerçekleştirilen sualtı yerleştirmesinin yerini de. Elimizde sadece videosu var. Mültecilerin çığlıklarına kulaklarını tıkayan dünyanın sessizliğine, kontra sessizlikle yanıt veriyor bu video. Kontra sessizlik, sessizlikle aynı şey değildir. Sessizliğe karşı sessizlik, kulak zarlarını parçalayan bir sessizlik. Nefes alış verişlerin duyulduğu videonun sessizliği, yaşama tutunma çabasının çığlığıdır, yaşamın isyanı. Var olan sessizlikse ölü taklidi yapanların sessizliğidir, korkudan nefeslerini tutup ölüme yatanların. Kontra sessizlikte nefes alış verişler, zamanı hızlandırıp yavaşlatarak sessizliği bir patlama eşiğine doğru sürükler. Bir şeyler olacaktır; zaman, yeni şeylere gebe. Ve her soluk, şiddetli bir darbe olarak iniyor ölü taklidi yapanların durmuş kalbine.

Bu video bir kalp masajı
Bu video, yaşanan trajedi karşısında susarak ölü taklidi yapanları hayata döndürme çabasıdır, bir kalp masajı. Su içinde canlarını yitirenlerin son nefeslerini temsil eden cam baloncuklara, soluk alma sesi eşlik ediyor, derinden. Ölü taklidi yapanlara, nefesini tutanlara unuttukları bir eylem olan soluk almayı hatırlatıyor, öğretiyor, yaşama tutunmanın direngen tavrını. Evrenin rüzgârı geçiyor içimizden, tüylerimiz ürperiyor. Yaşam üzerine bir meditasyon. Ölümün yüceltildiği bir dönemde yaşamın soluğunu, özgürlüğün kanatlarını duyumsatıyor bizlere.

Mülteciler adlarını ve kimliklerini veren kentlerini, ‘polis’lerini yitirmekle kalmadılar, taşlara kimliklerinin yazıldığı mezarlıkları, ‘nekropolis’leri de yok şimdi, kimliksiz ve yersiz yurtsuz. Sualtı Sanat Çalışmaları (UWAW) kolektifinin ürettiği “Akdeniz’de Bir Yerde” adını taşıyan yerleştirme, denizde canlarını yitirenlerin anısını yaşatıyor. Denizin dibindeki çayırların arasına iplerle bağlanmış cam balonlar ya da ağızlarından çıkan son nefesleri. Cam balonlar, dip akıntılarıyla birlikte salınırken mültecilerin tutunmaya çalıştıkları yaşamdır vurgulanan. Bu yerleştirme ve videosu, ölümü yücelten bir ölüm kültünü değil aksine, her şeye rağmen yaşama tutunmaya çalışanların suda asılı kalmış yaşam sevinçlerini geçiriyor bize. Fonda soluk alma sesleri. Mültecilerin trajedisini, medyadan devşirdikleri hazır ölü imgelerle istismar eden üretimlerden farklı; videoyu izlerken kadim yaşama sanatına, nefese, evrenin soluğuna odaklanarak yitirdiğimiz biyosfere, yaşam küresine yeniden yerleşiyoruz.

Hayata baktığımız yer
İngiliz şair William Blake “bir kum tanesinde bir dünya görmek”ten ve “sınırsızlığı avucun içinde tutmak” tan söz ediyordu. Biz de hava baloncuklarının içinde yaşamın yeşerdiği bir dünya görüyor ve evrenin sınırsızlığını bir solukta içimize çekiyoruz. Hava kabarcıkları, pamuk ipliğiyle yaşama bağlananların, yaşamın akıntılarıyla salınan yaşam sevinçleridir; ve soluduğumuz sürece umudun, uçan balonlar gibi hep yukarı yükselmeye teşne hava kabarcıklarında saklı olduğunu biliyoruz.

Hava baloncuklarının içinden baktık hayata, bakıyoruz. Her insan, yaşadığı sürece bir hava kabarcığıdır çünkü; her kabarcık bir yaşam alanı. Bir düşünsenize yan yana geldiğimizi; hava kabarcıklarımızı birleştirdiğimizi ve engin bir hava sahasında düşüncelerimizin ve bedenlerimizin kanatlandığını. Oysa şimdi yaşam kürelerimiz, hava kabarcıklarımız birer birer patlatılıyor. Canlarımız, yuvalarımız, kentlerimiz, kurumlarımız, yaşam alanlarımız yok edilirken, ölü taklidi yapanların hala canlı olduklarından nasıl emin olabiliriz ki? Ama yaşam derinlerde, giderek hızlanan soluk alışlarla yeni bir olay hazırlıyor bizim için. Nefes alıp vermek bir olaydır. Dirilmeye ve ayağa kalkmaya hazır mısınız?

Not: Alp Çağpar, Bengiz Özdereli, İnci İyibaş, Nezir İçgören ve Saner Gülsöken’den oluşan UWAW’ın gerçekleştirdiği sualtı yerleştirmesinin videosuna, www.uwawworld.com sitesinden erişebilirsiniz.

11 Kasım 2016 Cuma

SOYTARICA BİR ŞEY YAPALIM, KAFA ATALIM

RAHMİ ÖĞDÜL
11.11.2016

Boğazımızda düğümlenmiş kalmış, çıkaramıyoruz. Kan ter içinde uyanıyoruz derin kâbuslardan ve kekelemeye başlıyoruz. İçinde yaşadığımız, ama bir türlü kendimize bile itiraf edemediğimiz karmaşadan, anlamsızlığın derin çukurundan bizi yüzeyin ferahlığına taşıyacak sözcük, bir türlü çıkamıyor ağzımızdan. Bir şeyler yapmalı. En iyisi kitaba başvurmalı, kekemeliğimizi çözecek bir çare buluruz belki: Grotesk Yerginin Tarihi (1894). G. Schneegans, “soytarıca, bürleks ve grotesk” olarak üç tür komikten söz ediyor. “Soytarıca komik” için verdiği örnek, bir türlü ifade edemediğimiz ve kekeleyip durduğumuz trajik durumumuza komik bir çözüm olabilir.

İtalyan ‘commedia dell’arte’den bir sahne aktarıyor yazar: “Kekemenin biri Arlekino ile konuşmaktadır, zor bir kelimeyi bir türlü telaffuz edemez; büyük bir çaba sarf eder, nefesi kesilir, kelime boğazına takılır kalır, terler, ağzını dahi kapatamaz, titrer, tıkanır. Yüzü şişer, gözleri pörtler; sanki doğum sancıları, kasılmaları çekmektedir. Sonunda beklemekten sıkılan Arlekino sürpriz bir hareketle kekemeyi derdinden kurtarır; ona doğru hızla koşup karnına bir kafa atar. Zor bir kelime sonunda doğmuştur” (M. Bahtin, Rabelais ve Dünyası, çev. Çiçek Öztek, Ayrıntı).

Birbirimizi doğurtmaktan başka çaremiz var mı? Bir söyleyebilsek o zor sözcüğü, ağzımızdan bir çıkarabilsek, inanın hep birlikte kurtulacağız. Bizimkisi zor gebelik; çocuğumuzu, kendi sözümüzü doğuramazsak, doğmamış sözümüzle birlikte bizi de kaybedecekler hiçliğin karanlığında. Söylersek hem sözümüz kurtulacak hem bedenimiz, ferahlayacağız. Marx’ın ‘Gotha Programının Eleştirisi’nin sonuna eklediği o meşhur cümle geliyor aklıma: “Dixi et salvavi animam meam”, “söyledim ve ruhumu kurtardım.” Söyleyemediklerimizin altında sadece ruhumuz ezilmiyor, bedenimiz de. Ezildikçe değersizleşiyor, değersizleştikçe hiçleşiyoruz ve hiçleşenler için bir tek çözümsüzlük kalıyor geriye: var olabilmek için varlıklarını iktidara armağan etmek. Birbirimizin karnına kafa atarak, dokunarak doğurtalım, doğuralım şu zor sözcüğü ve anlamsızlığın, hiçliğin dipsiz kuyusundan çıkalım; yüzeyin yataylığında sözcüklerimizle örelim direnişi. Sadece sözcük değil, biz de doğacağız, unutmayalım. Hiçlikten varoluşa, kaostan kozmosa doğru bir yolculuk olacak bizimkisi, bir doğum yolculuğu.

Sözü doğurtmak için karna kafa atmak, bir diyaloğu başlatmaktır. Karnımıza kafa atan, bizim sözümüze muhtaç; onun karnına kafa attığımızda biz de ağzından çıkaracağı sözcüğe. Sözcüklerimiz birbirini dölleyecek. Evet, kekeleyelim, hatta daha fazla kekeleyelim ve daha fazla kafa atalım birbirimize. Eril, despotik dilin dengesini bozmak gerek. Kekelemek, dili çatallandırarak dengesini bozmaktır. İktidar zihinlerde ve mekânda despotik bir düzen ve denge yaratacağını, dolayısıyla dili de değişmez öğeler ve ilişkilerle sabitleyebileceğini sanıyor. Kekeleyelim, bozalım dengesini ve yeni kavramlar doğuralım.

Ne zaman kekeleriz? Bildik düşünce kalıplarının ve bu kalıplarda kullanılan sözcüklerin, gramer kurallarının artık işe yaramadığı durumlarda. Kalıpların ifade ettiği gerçeklik ile yaşadığınız gerçeklik arasındaki derin uçurumu, dilin yetersizliğini duyumsadığınızda, diliniz tökezlemeye başlar ve dil anlamsıza doğru kayarken düşe kalka yeniden dengesini, anlamı kekeleyerek bulacak. Yürürken sürekli dengenizin bozulması ve yeniden denge kurmak için çabalamanız gibi, konuşurken yaşamın denge ile dengesizlik arasındaki geçişlerini düşünce ve dile yansıttığınız durumdur kekelemek. Kapalı ve korunaklı bir yerden çıkıp yaşama katıldığınızda, yaşamın akışkan kuvvetlerine rağmen anlam devşirmeye çalıştığınızda, kekelemek kaçınılmazdır. İktidarın kendi konumunu meşrulaştırmak için dilde kurduğu dengeli yapıyı, temellerine dek sarsmak ve yıkmaktır ve yıkarken tüm değişkenleriyle birlikte yeni bir dil icat etmek. Evet, kekeliyoruz ve kekelemek yaratıcı bir edimdir, yeni doğumlara gebe. Kralın soytarısı olmak yerine birbirimizin soytarısı olalım, ne dersiniz? Karınlarımıza kafa atarak doğurtalım sözümüzü; söyleyelim ve hem sözümüzü hem de bedenlerimizi kurtaralım.

5 Kasım 2016 Cumartesi

YÜREKLERİN VURUŞU ÖLÇÜYE SIĞAR MI?

RAHMİ ÖĞDÜL
04.11.2016

Sınırların, ölçünün ve yasanın alanındayız. Sınırları aştığımızda ölçüyü ve yasayı ihlal etmekle kalmıyor, kalıbımızı, dolayısıyla kimliğimizi de yitirebiliyoruz. Ama unutmayın, bizi sınırların içine kapatıp, tek bir yer ve işleve sahip kimlikli formlara dönüştürmedikçe egemenlerin içi rahat etmez. İstemezler sınırımızı, haddimizi aşmamızı, formumuzu yitiriyoruz çünkü ve ortalıkta tanımadıkları, adlandıramadıkları, sınıflandıramadıkları tuhaf oluşlar dolaşmaya başlayınca birden kaygılanmaya başlıyor, huzurları kaçıyor, huysuzlaşıyorlar. Aristoteles’in ‘Politika’ kitabında bahsettiği ve her türlü sınıflandırmadan kaçan, çok işlevli “Delphoi bıçağı” gibi tedirgin edicidir kalıplarını parçalayanlar.

Buduyorlar bizi
O yüzden de sınırlarını aşıp olmadık şeylerle bağlantı kurmasınlar, çaktırmadan form değiştirmesinler diye budadıkça buduyorlar bizi. Yeryüzünün ayrıksı şeylerine bağlandığımız zihinsel ve bedensel uzantılarımız budandıkça güdükleşiyoruz. Bahçelerinde yetiştirmek istedikleri tam da böyle güdük bir nesildir. Ve budanmış, şekle sokulmuş bu güdük gövdeleri tepe tepe kullanabilirsiniz, nerede ve nasıl kullanacağınız artık size kalmış. İster savaşa sürün, ister tarlaya, ister fabrikaya; isterseniz şirketlerinizin masalarına oturtun; ister mavi yaka giydirin, ister beyaz yaka. Gıkları çıkmayacaktır; üstelik komutlarınızı kutsal bir kelammış gibi huşu içinde yerine getirecekler. Tükenecekler diye de üzülmeyin, ev içi imalathanelerde kadınlar yenilerini üretecek. Biyo-iktidarın üretim süreçlerini kontrol ederek yetiştireceği bu golem sürüleri, sürüler halinde sokaklarda dolaşarak üretim hatalarını, kaçakları, ölçüyü kaçıranları, sınırlarını aşanları, şeklini bozanları derhal imha edecekler. Biz ideallerimizin peşinden koşarken, distopya gerçekleşmiş ve faşizmin karabasanı yaşamı karartmış bile. Var olmayan, idealize edilmiş bir şimdinin içinde, yaşadığımızı sanırken gelecek, tekdüze ritimlerle uygun adım yürütülen güdük varlıklarca biçimlendiriliyor.

Korkmayın hemen. Kararan yüzeydeki yaşantılarımız, ama yüzeyin altında çarpan vuruşlar, yaşamın karartılamayacağının teminatı. Şairin dediği gibi: “Kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir.” Faşizmin tekdüze ritmini bozacak olan yaşamın yürek atışlarıdır. Ve yürek atışlarının nasıl da yüzeyi zangır zangır titrettiğini de biliyoruz. İstediğiniz kadar üretimi kontrol etmeye, hatasız güdük nesilller üretmeye çalışın, yürek vuruşlarının ritmini, despotik tonun ritmine uyduramazsınız. Mutlaka üretim bandından kaçanlar, Oscar’lar çıkacak, yüreklerinin tekil vuruşlarıyla, golemleri uygun adım yürüttüğünüz tekdüze ritimlerinizi bozacaklar.

Ve çökecekler
Günter Grass’ın aynı adlı romanından sinemaya aktarılmış ‘Teneke Trampet’in büyümeyi, üretim sürecine katılmayı reddetmiş kahramanı Oscar, çok sevdiği teneke trampetiyle golemlerin, Almanya’daki Faşist sürülerin tekdüze ritimlerle uygun adım yürütüldükleri resmigeçiti dağıtmıştır. Zorlama düzenin despotik ritimleri, yaşamın kaotik, bozuk ritimlerine ayak uyduramaz. Yaşam, sürekli dengeleri bozarak ilerleyen bir yürüyüştür çünkü, dengemizin bozulduğu ve yeniden denge kurmak zorunda kaldığımız. Yürürken, yaşamın kuvvetlerine maruz kalan bedeniniz, denge yitimine karşı dengeyle yanıt vererek yol alır uzamda. Attığımız her adım dengemizin bozulmasına yol açar ve bir sonraki adımda yeniden toparlanıp dengemizi kurmak için çabalarız. Rastlantısal tökezlemeleri de hesaba kattığınız da yürüyüş, denge ile dengesizliğin bitimsiz dansıdır, tıpkı yaşam gibi. Yürümek, yaşamın kaotik kuvvetleriyle dans edebilmektir. Ve golem sürülerini istedikleri kadar dengede tutmak için despotik adımlarla yürütsünler, yaşam vuruşlarıyla bozacak dengelerini. Ve çökecekler.

Şimdi yürek olup atmanın zamanı. Yüreklerin vuruşu ölçüye sığmaz. Donmuş bir göl yüzeyi, dipten gelen dalgaların kudretine dayanabilir mi hiç? Buzdan kalıplar da dayanamaz yüreklerin kudretine. Ne diyor Ezra Pound? “Köle, birinin gelip onu özgürleştirmesini bekleyendir.” Boşuna beklemeyin, kimse gelmeyecek. Çıkaralım yüreklerimizi, trampetlerimizi, özgürlüğün vuruşlarıyla çınlasın mekânlar!

28 Ekim 2016 Cuma

İNADINA DEĞİL, GÜLE OYNAYA YAŞAMAK!

Henri Matisse

Henry Rousseau
RAHMİ ÖĞDÜL
28.10.2016

İnatçı çocukları severiz; ne istediklerini bilirler ve istediklerini alabilmek için sonuna kadar direnirler. Ama bir de ne istediklerini bilmeyen, sırf inadına yapanlar vardır. Bunlara da inatçı deniyor. “Yapma!” dersin, inadına yaparlar. Sonra “yap!” dersin, inadına yapmazlar. Söylenenin içeriğine bakmaksızın sadece dışarıdan, merkezden gelen uyarana karşıdırlar, ‘anti-‘ hallerini sürdürebilmek için tüm enerjilerini tepkisel olmaya ayırmışlar. Bunların durup düşünmeleri ve kendilerine sormaları gerekiyor: “Ben ne istiyorum? Ne yapmalıyım?” Ya da “ne yapmamalıyım?” Uyaran-tepki kısır döngüsünden kendilerini kurtaramazlarsa, örümcek ağına yakalanmış sinek gibi çırpınıp duracaklar iktidarın ağında. Ne yapmak istediklerine, neyi arzuladıklarına dair benzer sorular karar vermeyi gerektirir oysa. Karar verme anı, geçmişin ve geleceğin gözden geçirildiği ve tüm gizil kuvvetlerin, şimdi ve burada ele geçirildiği bir andır ve aktiftir. Sırf karar vermekten kaçındıkları için sadece dış uyaranlara olumsuz tepki vererek sürdürürler varoluşlarını.

İktidarla uyuşmadıkları açık; iktidar aktif olarak kararlar alıp uyguladıkça sadece inadına tepki vermelerinden biliyoruz. Kolaydır, inadına karşı olmak; çünkü aktif değil, reaktif, tepkisel bir varolma biçimidir. Karar vermek, kaygı ve endişelere neden olabilir. Karar vermek, şimdi ve burada yaşam çizgisinde bir kırılmaya ve çatallanmaya yol açabilir. Yolları sürekli çatallanan bir bahçede nereye gideceğinize ve hangi yolu seçeceğinize karar vermeniz gerekecektir, zordur. Ne gerek var karar vermeye, sadece inadına yaşa ya da yaşama, artık iktidar neyi emrediyorsa. Çizgiselliği, iktidar dayattığı için sevmezler; “doğru yoldan ayrılma!” denmiş ve inadına ara yollara sapmışlardır. Yaşamlarını çizgiselliğe bir tepki olarak kurdukları için iktidarın çizgiselliğine bağlıdır yine de hayatları. Ve sırf karar veremedikleri, kendi yaşamlarında gerçekten neyi istediklerini bilemedikleri için saptıkları ara yollarda kaybolup gidecekler. Karar vermek, kaygılı bir süreçtir, o hiç bitmeyecek gibi gelen kısacık an. “Kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir”, Kierkegaard haklı.

Bir düşüncenize, karar veren öznelerden oluşan çok merkezli bir dünyayı; anarşist coğrafyacı Élisée Reclus’nun düşündüğü gibi: “Merkezi her yerde, çeperi hiçbir yerde.” Nerede bir özne varsa orası bir karar verme merkezi ve karar verme aşamasındaki özneler arasındaki birlikte düşünmenin dayanılmaz çekiciliği. Müthiş bir müzakare alanı olarak açılan bir yeryüzü. Sadece toplumsal öznelerin değil, tüm yaşam formlarının bu müzakere sürecine katıldıklarını bir düşünsenize, ne müthiş bir bağlantılar ve diyaloglar alanı: Özgürlüğün baş dönmesi.

Yaşamı serüvene dönüştürmek
Birlikte yaşamı örmenin baş dönmesidir bu. Ama iktidar ölümü yüceltirken “madam gibi değil, adam gibi ölmekten” söz ederken, sırf inadımız yüzünden iktidarın tuzağına düşüyor ve ölümü savunurken buluyoruz kendimizi; kadınların da adam gibi öldüklerini kanıtlayan argümanlar sıralanıyor art arda. Tepkiselliği bırakıp karar versek ve yaşam olsak keşke; bize ölüm dayatıldıkça, inadına yapan çocuklar gibi inadına değil, güle oynaya ve ciddiye alarak yaşasak, şairin dediği gibi, “işimiz gücümüz yaşamak olsa” ve özgürleşsek. Özgürlük, açmaz ve çıkmazlarla tıkanmış yaşam yollarını birlikte açmaktır, yaşamı serüvene dönüştürmek. Durmadan yolları çoğalan bahçede özgürlükten başımız dönse.

Yaşam çıkınında, hep yeni yaşam formları ve yolları saklar. Havva ile Adem’in yeryüzü bahçesinde nasıl öldüklerini değil, tüm yaşam formlarıyla birlikte nasıl barışcıl bir şekilde yaşadıklarını anlatan mitlerle büyüdük biz. Şimdi kalkmışlar, Havva gibi yaşamak ve yaşatmaktan değil de Adem gibi ölmek ve öldürmekten söz ediyorlar. Biz kadın gibi yaşatmayı, yeryüzünün doğurganlığını, Toprak Anayı, Gaia’yı seviyoruz en çok. Çıkınından yeni formlar ve yeni yaşam biçimleri çıkaran doğayı. Yaşamı üreteni ve çoğaltanı. Madem ölümü bu kadar çok seviyor, neden iktidarı tek başına bırakıp kendi kaderine terk etmiyoruz ki? Karar anı kaygı doludur, başımızı döndürür. Özgürlüğün baş dönmesi korkutmasın sizi.

21 Ekim 2016 Cuma

DURMADAN YAZMAK: KÂĞITLARA VE MEYDANLARA

Jodi Harvey-Brown

Jodi Harvey-Brown

Jodi Harvey-Brown
RAHMİ ÖĞDÜL
21.10.2016

Düşlerimizi kurutmak istiyorlar ve öfkeyle patlayan duyarlılığımızı. Çorak bir ülkede cılız çocuklar görüyorum; yüzlerinde, kurumuş düşlerden kalma yıldız tozları. Yıldız tozlarını parlatmanın ve çoğaltmanın zamanı şimdi, ümitsizliğin değil; yazarak, boş kâğıtlara ve boşaltılmış meydanlara. Yazmak bir eylem biçimidir, eylem de bir yazma biçimi. Yazmak, kâğıdın boş uzamında kendi yolunu ve oluşunu arayan sözcüklerin, kavramların yaşamla kesişerek, birleşerek yeni anlamlar devşirdikleri ve yaşamı çoğalttıkları bir eylemdir. Eylemse, kamusal mekânlarda, sokaklarda, meydanlarda bedenlerin başka bedenlerle keşişerek, birleşerek kendi mekânlarını yarattıkları ve yine anlamın ve yaşamın çoğaltıldığı bir yazma biçimi. Her ikisinde de yaşam bedenin içinden geçerek, umudu ve neşeyi kılcal damarlarımıza kadar hissettirir bize ve kabuklarımızı kırmak için kışkırtır. Boş bir kâğıda ya da boşaltılmış meydanlara bedenimizle yazı yazmaktan vaz geçmek, yaşamaktan vazgeçmektir. Anlatacak ve yaşanacak o kadar çok öykümüz var ki bizim, hiçbir zaman kurumayacaklar; kurutamayacaklar düşlerimizi! Henüz dillendirilmemiş öykülerimiz olacak hep. Katlanılamaz olan, bunları dile getirememektir. “Anlatılmamış bir öyküyü içinde taşımaktan daha büyük bir ıstırap yoktur” diyor yazar Maya Angelou.
Ama yazmayı sadece yaşanmış olanla sınırlamaktan da daha katlanılamaz bir şey olamaz. Mevcut gerçekliği, olup bitmiş şeyleri yazmak ve olup bitmişin içinde sıkışıp kalmak. Yaşanmışlıklarını süsleyip püsleyip yazanlar, kendi üzerlerine kapanmış ve yaşanabilir olanı dışarıda bırakmışlardır. Öyle bir anlatır ve anlatılarını olup bitmişlikle kapatırlar ki kaçacak delik arar, yaşamın akışına katılmak için fırsatını kollarsınız; bir monoloğun ağırlığıyla sizi kederli duyguların içine çekecekler. Yazının olup bitmişe bir form giydirme meselesi olmadığını, aksine oluşla ilişkili olduğunu Deleuze hatırlatır bize: “Yazmak, yaşanmış bir malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir… Bir süreçtir, diğer bir deyişle yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz.” Yazı ve sanat bu oluş halini, bitmemişliliği duyumsatan yeni bir dil bulur her zaman. Resimde yeni bir dil yaratan J.M.W. Turner’ın, fırtınanın resmini yapabilmek için fırtınaya yakalanmış bir geminin direğine kendisini bağlaması gibi, yaşamın, oluşun tam göbeğine yerleşmeliyiz; zira yaşamın, olup bitmiş şeyleri seyredeceğimiz bir kıyısı yoktur, kandırmayalım kendimizi.

Bize istikrarı ve olup bitmişliği dayatan iktidarın hayali bir kıyısı olabilir ama yaşamın akışını duyumsamış bir yazar yazmanın akış olduğunu bilecektir: “Yazmakta ne var ki? Tüm yapacağınız, bir daktilo başına oturup akmaktır.” Hemingway’in kullandığı ve “akmak” olarak çevirdiğimiz İngilizce “bleed” sözcüğü aynı zamanda “kanamak” anlamına da geliyor. Kabuğunuzu kırdığınızda, içinizde akan sıvılar yaşamın akışına katıldığında yaşam olmuşsunuzdur ve artık damarlarınızda akan yaşamdır. Ve akış, sözcüklerin kabuğunu da çatlatmış ve içlerine yaşam sızmıştır. Yazarken, hep aynının geri döndüğü sabit bir peyzajı bize dayatan iktidarın tuvalini ve çerçevesini parçaladığınızı ve gerçeğin gerçek olmadığını kavrarsınız. Çünkü gerçek, şimdinin içinde yüzeye çıkmış, geçici bir formdur. Ama akışın bu formu alaşağı edeceğini ve yeni bir formu yüzeye çıkaracağını bilmek, umudun ta kendisidir. Boş bir kâğıt ve kamusal mekânlar, yeni formun ortaya çıkacağı dölyataklarıysa, boş kağıtlara, boşaltılmış meydanlara yazmak, bedeni doğuma, yolculuğa hazırlamaktır. Her doğum yeni olana bir yolculuktur çünkü.

Şimdi gemilerimizi donatmanın zamanı. Sözcüklerimizi ve kavramlarımızı çekelim direklere. Ve rüzgârları bekleyelim. Çok geçmeden sözcüklerimizi ve kavramlarımızı şişirmeye başlayacak rüzgârlar ve dalgalı denizde yol alacağız. Bizim umuttan gemilerimiz ve sözcüklerden yelkenlerimiz var. Gemisi olmayanlar düşünsün. “Gemisiz uygarlıklarda düşler kurur, maceranın yerini ispiyonculuk, korsanların yerini polis alır” diyor Foucault. Aman, sakın kurutmayın düşlerinizi! Duyarlılığımız zaten yeni yolculuklara çoktan hazır.

14 Ekim 2016 Cuma

İNSAN: ANAHTAR MI, MAYMUNCUK MU?

Michael Christian

RAHMİ ÖĞDÜL
15.10.2016

Kapılarını kilitleyip anahtarlarını yanlarına aldılar ve yola koyuldular. Zorunlu göç öykülerinde sık sık rastladığımız tema: Anahtar ve kilit. İnsan evinden, yuvasından zorla koparılıp göç etmek zorunda bırakıldığında birkaç özel eşyasını ve geri dönmek umuduyla evinin anahtarını alabilmiştir yanına. Anahtar kilide, yuvasına özeldir; yuvaysa mahrem. Her anahtar her kilidi açmaz. Her beden de her yuvaya uymaz. O yüzden anahtar, kişinin bedenidir. Yuvasız kalmış bedeni kırılgandır, aklı kilidin yuvasında, evinde kalmıştır. Yuva, adı üzerinde; içine yerleşilmek üzere açılmış bir oyuk; insan, yeryüzünün içinde, bir köstebek gibi kendi bedenine uygun bir yuva oymuştur, kaosun içinde bir kozmos. Ve bu yuva tam bedenine göredir. O yüzden coğrafyasıyla birlikte her yuva kişiye özeldir, kişi yuvasına cuk diye oturacak ve kozmosun kapısı açılacaktır.

Kulaklardaki o ilk ezgi
Yuvasını terk etmek zorunda kalmış bir beden ya da kilidini arkasında bırakmış bir anahtar, evine dönme umudunu yitirdiğinde, yeryüzünde kendine yeni bir yuva ya da kilit aramaya koyulacak. Sılaya ya da kilide duyulan özlem, yakasını bırakmaz, aklında hep o ilk yuva vardır. Kendi bedenine uygun bir kilit bulamasa da bulduğu yeri olabildiğince kendi yuvasına dönüştürmeye çabalayacak; durmadan kazacak, bedeniyle ezecek toprağı, kendine uygun bir yuva açabilmek için. Ama boşuna! “Yeni bir ülke bulamazsın/Bu şehir arkandan gelecektir” diye uyarıyor bizi Kavafis, “Şehir” adlı şiirinde. Bugün mülteci konumuna düşürülenlerin yaşadıkları trajedi, yerleştikleri topraklarda kendi bedenlerine uygun bir kilit/yuva kurma ya da kuramama meselesidir. Yıkımlarla durmadan bozulan yeryüzü topografyası artık insanların yerleşmesine, kendi bedenlerine uygun bir yuva açmalarına izin vermez. Eğreti de olsa tam yerleştiklerini, yeryüzünde bir yuva açtıklarını düşündükleri an, başka bir yıkımla karşılaşır ve bedenlerini ya da anahtarlarını yanlarına alıp yeniden yollara düşerler, bir başka yerde yeni bir yuva özlemiyle. Yeryüzüne artık hiçbir zaman o ilk yuvadaki gibi yerleşemeyeceklerini de bilirler; ama düşlerinde anahtar-kilit uyumu; anahtar artık eğreti bir şekilde dönecek yuvasında. Ama aramaktan da asla vaz geçmeyecekler. Kulaklarında hep o ilk yuvanın ezgisi.

Alp Dağları’ndan gelen sesler
Yurtlarından uzak, yabancı topraklardaki İsviçreli paralı askerler yuvanın ezgisini, Alp Dağları’nda çobanların sığırları otlatırken boruyla çaldıkları geleneksel İsviçre ezgisi Kuhreihen’i işittiklerinde, yoğun bir melankoli duygusunun eşlik ettiği ve intihara bile sürükleyebilen sıla özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı. Yitirilen yuvaya yönelik bu özlem duygusunu 1688’de İsviçreli hekim Johannes Hofer bir hastalık olarak tanılamıştı. Yunanca 'nostos' (yuvaya dönüş) ile 'algos' (acı, ıstırap) sözcüklerinden oluşan nostalji adını verdi bu hastalığa. Askerlerin nostaljiye yakalanmalarını önlemek için Kuhreihen dinlemeleri yasaklanmıştı.

Her kilide uyan maymuncuklar
Yeryüzünün ezgisini yasakladılar ve yerin ezgisini hiç işitmemiş olanlar var; her kilide uyanlar, maymuncuklar. Yuvaya dair bir bellekleri olmadığı için her yere kolaylıkla ilişecekler. Bellek denilen yükten kurtulmuşlardır, yere bağlayan yerçekimi kuvvetinden. Göçebeleri belleksiz olarak düşünmeyin, yeryüzüne kazınmış bellekleriyle hareket ederler. Maymuncuk bedenliler göçebe bile değiller. Konaklama yerlerine dair bir bellekleri olmadığı için nerede ve nasıl yerleşeceklerini bilemezler, sadece ilişirler. Yuva, adı üzerinde, kendi bedenine göre bir oyuk açmak. Ama bunlar belleksiz kaygan yüzeylerde, belleksiz ve yerçekimsiz kayıp duracaklar. Bu yeni beden türü ekranların, mönitörlerin, cep telefonlarının kaygan yüzeylerinde yaratılmıştır ve mekânları, Marc Augé’nin tabiriyle “yer-olmayan”, AVM türü mekânlardır. Bunlara beden demek yanlış olur: belleksiz yüzeylerin bedensizleri. Kapitalizm için asıl engel, yere bağımlı yaşayan, yerin kuvvetlerini iliklerine dek hisseden bellekli bedenlilerdir. Yerleri sürekli dönüştürerek ranta çeviren iktidarın önünde dikilir ve direnirler. Direniş, yeryüzünün akışı, kuvvetleri duyumsandığında olabiliyor ancak; yeryüzünün bedeniyle insan bedeni buluştuğunda, anahtar-insan yuvasına kavuştuğunda.

7 Ekim 2016 Cuma

SANATI TARTIŞMAK: 'ART' MI YOKSA 'FART' MI?

Chen Wenling
RAHMİ ÖĞDÜL
07.10.2016

Sözcükler arasındaki ses benzerlikleriyle oynamayı severim, çocukluk alışkanlığı. İngilizce ‘fart’ sözcüğü mesela, gaz çıkarmak anlamına geliyor; bedenin bir atığı olarak çıkarılan ses taklit edilerek oluşturulmuş bir adlandırma; Türkçedeki ‘pırt’ gibi. Yurtdışında fakültenin kapısında yazan ‘Faculty of Art’ isim tamlamasını, ‘Faculty o’Fart’ olarak okumak hoşuma giderdi. Sanatı bedenle ilişkilendirdiği için değil sadece, günümüzde yapılan sanatın yemek içmek gibi sıradan bir eyleme dönüştüğünü, dolayısıyla yemek yediğimizde gaz çıkarmanın kaçınılmaz olması gibi, çıkarılan sanatın da gazı andırdığını vurgulamak için. Hiç risk almadan, tehlikeye atılmadan, yolculuğa çıkmadan ve bir süreç olarak serüvenin rastlantı ve zorunluluklarına maruz kalmadan üretilen sanatın ‘art’ terimini değil de daha çok ‘fart’ terimini hak ettiğini düşünüyorum.

Kuşaktan kuşağa
Almancadaki ‘fahrt’ sözcüğü ise İngilizcedeki ses benzerinden farklı olarak, tam da sanatla ilişkilendirilmesi gereken ve yolculuk anlamına gelen bir kavram. Bir süreç olarak yolculuk önemli. Kişi bulunduğu korunaklı konumunu terk edip bir sınırı aşar ve aşılan sınırın ötesi, terk ettiği aşırı tanımlı, kimlikli yere hiç benzememektedir. Ve önceden kestirilemeyen karşılaşmalarla giderek olduğundan başka bir şeye dönüştüğünü fark eder. Ayrıldığı yerde bir varlık (being) iken, yolculukta başına gelenlerle, yaşayıp deneyimledikleriyle bir oluş (becoming) haline gelmiştir. Ayrıldığı yer, Benjamin’in deyimiyle aktarılan deneyimin, yani ‘Erfahrung’un yeridir; birikmiş deneyim kuşaktan kuşağa aktarılır. Oysa bir oluş hali yaşadığı yolculuk ise artık yaşanmış deneyime, yani ‘Erlebnis’e gönderme yapmaktadır. Daha önce deneyimlemediği karşılaşmalarla tekilleşen, biricikleşen kişi geri döndüğünde artık başka biridir. Sanatı da bir süreç, içsel bir yolculuk olarak düşündüğünüzde, sanatçı yolculuk sırasında tüm klişeleri, basma kalıp düşünceleri terk etmek zorunda kalmış, kendini ve sanatını tehlikeye atmıştır ama sonunda ortaya çıkan yapıt içimize işler. Ve bizler böyle bir yapıtla karşılaştığımızda, olduğumuz yerde dursak bile yapıtla birlikte yolculuğa çıkarız, yolculuktan geri döndüğümüzde kimliğimizden kuşkulanmaya başlarız, değişmişizdir.

Bir estetik/duyumsama biçimi olarak sanatın duyumsatarak dönüştürme gücüne ne yazık ki günümüzde pek rastlanmıyor. Sanatçı deneyimlemiyorsa bize nasıl deneyimletebilir ki? İngilizce deneyim sözcüğü ‘experience’, Latince ‘expereri’den geliyor, ve tehlike de (periculum) aynı kökten geldiği için deneyim ile tehlike arasında bir bağlantı var. ‘Ex’ ön eki dışarı çıkmak anlamına geldiğine göre, dışarı çıkmadan, kabuğunu kırmadan, durmadan bildik kalıpları üreten bir sanat, gündelik ve sıradan, gayri iradi bir eylem olan ‘fart’tan farksızdır.

Sanatın gaz hali ile varlığın gaz hali
Montaigne ‘Denemeler’inde, “Varlığı değil, geçip gidişini resmediyorum” diye yazmıştı. Varlık geçip gidiyor ancak Montaigne’in resmi kalmıştır. O yüzden sanatın gaz hali ile varlığın gaz hali bir ve aynı şey değildir. Sanat, varlığı varlık olmayanla, yani henüz biçimlenmemiş yaşamla ilişkilendirdiğinde ve bir gaz bulutunda bambaşka bir evrenin saklı olduğunu duyumsattığında kalıcı olabiliyor.

İnsanların birbirinin kurduna dönüştürüldüğü, sosyal Darwinci hayatta kalma (‘survivor’) mücadelesinin serüven olarak bize yutturulduğu bir toplumda sanata büyük iş düşüyor. Dayanışmayı, kolektif mücadeleyi, başka bir dünya için birlikte serüvene atılmayı, deneyimi öneren medya kanalları ve yazarlar bir bir kapatılırken, sanat bu gaz ve toz bulutu içinde yolunu yitirmişse ‘fart’tan farkı kalmamıştır. ‘Fart’, ‘onomatopoetik’tir, yani çıkarılan ses taklit edilerek oluşturulmuş bir sözcük. Ama sanat onomatopoetik değildir. Sanat, mevcut gerçekliği, iktidarın sesini taklit etmez, etmemeli; çünkü “Gördüğünüz şey, gerçek olmayabilir” (Çinli sanatçı Chen Wenling’in işinin adı). İşinde bize ne gösteriyor sanatçı? Finans merkezi Wall Street’in gaz çıkaran Boğasını. O halde sanat görüneni, iktidarın gazını taklit etmek yerine, varlığın gaz halinde saklı gizil kuvvetlerini bize duyumsatarak kudretimizi çoğaltmalı. Kudret; bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey.