25 Ocak 2019 Cuma

VİTRUVİUS ADAMININ ÇARESİZLİĞİ VE YALNIZLIĞI


RAHMİ ÖĞDÜL
25.01.2019
Durmadan yazdık, bulduğumuz boş yüzeylere. Yazdıkça var olacağımızı, varoluşun bir yazma eylemi olduğunu biliyorduk. Doğa da tüm kuvvetiyle yazıyor, yazdıkça biçimlendiriyor yeryüzünü. Kimileri doğanın 3D yazıcı olduğunu, önceden tasarlanmış formlar ürettiğini söyleyebilir. Onlara kalsa, yeryüzü bir fabrika; patronu var, tasarımcısı var, üretim bandında çalışan işçileri, prodüksiyonu ve postprodüksiyonu. Doğa, ne patronu ne de tasarımcısı olan, çok farklı kuvvetlerin bir arada işlediği bir içkinlik düzlemidir; rastlantı ile zorunluk arasında gidip gelen çizgilerle oluşturur formlarını; kendi kendine devinir ve kendini biçimlendirir. Biz, maddenin biçimlenmiş hâllerini, formları seviyoruz. Bizler de kendini biçimlendiren doğanın biçimlenmiş hâlleriyiz ve doğayız, doğanın yazıları arasından bir yazı; yazarak kendini durmadan üreten bir yazı. Yazılar birbirine öylesine dolanır ki kimin ne yazdığını ayırt edemezsiniz. Yeryüzü kolektif bir metindir.
Kendimizi yazarak var ediyorduk ama biz yazdıkça yazdıklarımızı silenler çıktı. Yazdıklarımız şimdi ana metnin altında belli belirsiz; zor okunabiliyor. Biz yazımızı, yeryüzünün şeyleri arasında yürürken, olmadık şeyler arasında bağlantılar kurarak yazardık. Ve ilişki çizgileri birbirine dolandıkça yeryüzü göçebelerin malzemesine, keçeye dönüşürdü. Doğa da şeyler arasında olmadık bağlar icat ederek yeryüzündeki ilişkileri keçeleştirmiştir. Ama keçenin karmaşık dokusunu değil de sadece formları görenler var. Formu yüceltenler, keçeleşmiş yazılarımızı silip üzerine, birbirini dik kesen çizgilerden oluşan kendi metinlerini yerleştirdiler. Bu, yerleşiklerin dokuma örüntüsüdür; iktidarın dokuma tezgâhında formlar dokunur sadece. Satranç tahtasını andıran bu örüntüde, karelerin içine hapsedilmiş formlara alıştırıldı gözlerimiz. Ve Leonardo da Vinci’nin, kare içine kapatılmış Vitruvius Adamı’nın anatomik bedenini yüceltirken, bu bedenin çaresizliği ve yalnızlığı nedense gözümüzden kaçıyor. Dokumanın birbirini dik kesen çizgileri yaşamı hücrelere ayırıyor. Ve formlar hücrelere kapatılırken aralarındaki ilişkileri, doğanın ve bedenlerin yazdıklarını okuyamıyoruz artık. İktidarın metni, formları yatay ilişkilerinden koparıp çerçevelerin içine kapatıyor.
Yazdıkça var edebiliyorduk kendimizi. Şimdi çerçevelerin içinde anatomik bedenlerimizle poz veriyoruz. Devindikçe, bedenler arasında bağlantılar icat etmiş, yeryüzünü tensel ağlarla örmüştük. Şimdi çerçevelerin içinde yapayalnız ve çaresiz. Ama iktidar metninin, çerçevelerin altında bir palimpsest gibi yazılarımız belirsiz olsa da hâlâ okunabiliyor. Henri Lefebvre bedenin, kendi mekânını üreten bir mekân olduğunu söylüyor. Beden başka bedenler arasında bağlantılar kurarak, görünmez çizgiler çizerek yaratır kendi mekânını, boşluğa yazarak. Demokratik tahayyülün vazgeçilmez boşlukları, meydanlar bedenlerin birbirileri arasında kurdukları yatay bağlarla kurulmuştur. Ama şimdi meydanlar, boş çerçeveleri andırıyor. Ve her çerçevede Vitruvius Adamları çarmıha geriliyor. İktidar çarmıha gerdiği ilişkisiz bedenleri kolaylıkla avlayabiliyor.
Yazı yazmayı çok seviyorduk, yaşama tutkunduk ve tıpkı doğa gibi, yazarak var edebiliyorduk kendimizi. Ama 19. yüzyılda biyo-iktidar yaşama topyekûn el koyunca yaşamsever eylemler patolojikleştirildi, tutkuyla yazmak bile: Grafomania, yazı yazma hastalığı. 19. yüzyılda Fransız Psikiyatr Dr. Jean-Etienne Esquirol ve İsviçreli psikiyatr Dr. Eugen Bleuler grafomania hastalığını icat etti. Yine aynı yüzyıl kriminolog ve fizyonomist Cesare Lombroso tutkuyla yazı yazmayı suçlu bedenlere özgü bir faaliyet olarak tanımladı. Yazdıkça kendilerini var eden bedenler hücrelere kapatıldı ve yazılar artık birbirine uç vermiyor, yazarlar da; çıkmaz sokaklar gibi. Ve iktidar, çıkmaz sokakları sadece kapitalist dolaşıma bağlıyor, kendi bünyesine. Vitruvius Adamı bir şirket çalışanıdır artık.

18 Ocak 2019 Cuma

ÇÖP ADAMDAN ÇİP ADAMA


RAHMİ ÖĞDÜL
18.01.2019
Cin Ali vardı o zamanlar, çöp adam. Maceralarını okurduk. Bizler de çöp adamlardık ve çöp adamların nasıl hayatta kalabileceklerini yaşayarak, paylaşarak, dayanışarak öğrendik. Sonra kendimizi aynalarla çevrili spor salonlarında vücutlarımızı geliştirirken bulduk, yapayalnızdık. Şimdi kaslı bedenlerimiz var ve anatomi bilgisi olan ressamlarımız. Ressamlar anatomimizi en ince ayrıntısına dek resmedebiliyor ama ben çöp adam olarak resmedildiğimiz günleri özlüyorum.
Bir boğanın, -ki bugünkü evcil formlarından çok daha iri ve güçlüydüler-, etrafını çevirip nasıl dize getirdiğimizi dün gibi hatırlıyorum. Ve bir dostumuz o günü Çatalhöyük’ün bir duvarına resmetmişti. Çöp adamların birlikte güçlü ve kudretli olduğu günlerdi. Fiziksel güce ya da toplumsal cinsiyete göre ayrışmanın olmadığı eşitlikçi bir kasabada yaşıyorduk. Ne merkezi bir tapınak ne de bir yönetim binası vardı. Ölülerimizi de evlerin içine gömerdik, geçmiş geçmiyordu çünkü, geleceğin geçmişten geleceğini ve geçmişin doğa olduğunu bilirdik. Doğanın ele avuca sığmayan çocuklarıydık. Ve doğa durmadan yeni formlar çıkarıyordu rahminden, bizler de doğanın rahminden çıkmıştık.

KİMLİĞİN NE ÖNEMİ VAR Kİ?

Çöp adamken, “nasıl görünüyorum?” diye kafamıza takmazdık, bedensel niteliklerimize göre ayrılmadığımız, ayrıştırılmadığımız günlerdi. Henüz vesikalık fotoğraf icat edilmemişti ve yüzün topografyası da kimlik oluşturmaya yetmiyordu. Yüzümüz yerin yüzüne aitti çünkü. Bizler çöp adamken kadınlarımızı tombul bedenleriyle yaşamın sembolleri olarak temsil ederdik ve onların da kendilerine ait yüzleri yoktu. Kimliğin ne önemi var ki? Kimlik dediğiniz, iktidarın sizi yakalayıp sınıflandırdığı ve kutuların içine kapattığı bir tuzaktır. Sözün kısası, henüz anatomo-politika icat edilmemişti.
Sonra anatomo-politika icat edildi ve anatomisi en ince ayrıntısına kadar tanımlanmış bedenlerimiz iktidarın elinde durmadan biçime sokulurken bizler de kimlikli özneler olduğumuz için sevinmiştik. Ama sevincimiz kursağımızda kaldı. Kimlikler çöp adamları birbirinden ayırmaya yarıyor. Çöp adamlar geri dönüşüm projeleriyle topluma yeniden kazandırılmak üzere kimliklerine göre ayrıştırıldılar. Çöpün ayrımsız kitlesinden kimliklenerek kurtulduklarına sevinen çöp adamlar, kimlik kazandıranların elinde nesnelere dönüştüler. Ve iktidarın masasında kimlikli bir nesne olarak yer alan kimi çöp adamlar biz aşağıdakilere tepeden bakmaya başladı. İktidar konuşmasa da onlar iktidarın adına konuştular. Ağızlarını açtıklarında sahiplerinin sesini duyar olduk.
Bir zamanlar Cin Alilerdik, çöp adamlar. Şimdi sıfatımızdan bile korkuyorlar. Cin demek sakıncalı, “Üç Harfliler” demeliymişiz. Adımızı andıklarında karşılarına dikilmemizden korkuyorlar sanıyorum. Tıpkı “Candyman” (Şeker Adam) (1992) filminde olduğu gibi. Film kahramanı aynanın karşısına geçip beş kez yasaklı ismi, yani “Şeker Adam”ı seslendirdiğinde beyazlar tarafından katledilmiş siyah köleyi karşısında bulur; yasaklı isim, geçmişin intikamını almak üzere geri dönmüştür. Siyah köle tüm ezilenleri temsil ediyor, doğayı da. Paltosunu açtığında bedeninin arılardan oluştuğunu görürsünüz. Bizler de doğanın bağrındaki arılar ve çiçeklerdik, çöp adamlar.
Şimdi kaslı bedenlerimiz var ama çip adamlarız. Önce köpeklerine taktılar, kaybolduklarında kolaylıkla bulabilsinler diye. Ve çöp adamlar o kadar korkutuldu ki çocuklarına takmayı düşünüyorlar. Şimdilik çipleri ceplerinde. Çok geçmeden kendi derilerinin altına da taktıracaklar; İsveç’te olduğu gibi. Kimliksiz yapamıyorlar, mecburen çipli olacaklar. Çöp adamları özlüyorum, çipsiz adamları; birlikte güçlendiğimiz, merkezin olmadığı, herkesin, her şeyin merkez olduğu o eşitlikçi güzel toplumu. Birbirimizin gözlerinin içine baksak ve beş kez çağırsak çöp adam gelecek. Kimlikli ve çipli anatomik bedenleri kazısak altından çöp adamlar çıkacak. Ve inanın dünyayı çöp adamlar kurtaracak.

11 Ocak 2019 Cuma

DIŞARISI VAR MI?

Luca Cipriani

RAHMİ ÖĞDÜL
11.01.2019
Bir dışarısı var mı, kaçabileceğimiz? Var tabii ki. Eğer kendi dışarınızı yaratamamışsanız, hazır bulduğunuz dışarıda özgürlüğünüzü arayabilirsiniz. Birilerinin içerisi, özgürlüğü soluyabileceğimiz dışarımız olabiliyor. Ama bizim içerimiz giderek zindana dönüşüyor. Ve dışarımızı yitirdikçe ya birilerinin içerisine kaçıyoruz ya da kendi içimize, derinlere.
Dışarımızı yitirdik, sokakları, meydanları; rastlantısal döllenmelere açık, yeni doğumlara gebe; devingen ve dinamik bir toplumun döl yatakları. Dışarısı tehlikeli, korkuyoruz. Bir köstebek gibi hep daha içeriye kaçıyoruz, içeride oyduğumuz labirente. Kendimize güvenli yuvalar inşa ettikçe kendi zindanlarımızı ördük, kör köstebekler gibi. Siegfried Kraucauer Kafka üzerine denemesinde, “Varoluş korkusunun aldırdığı önlemler, bizatihi varoluşu tehdit eder” diye yazıyor (Kitle Süsü, Metis). Varoluşumuz tehdit altında, o halde etrafımıza kalın duvarlar örelim ama dışarısı, dışarısı ne olacak? Özgürlüğümüz dışarıda, ufuk çizgisi bizi çağırıyor, sesini duyamıyoruz, duvarlar ses geçirmiyor çünkü.
Bir zamanlar dışarımız vardı, sokaklar ve meydanlarımız, özgürlüğün kanat çırpışları. Ama nasıl da unuttuk. Şarap şişesinin mantarını bile deliğinden çıkardığınızda, onu tekrar içeri tıkamazsınız. Girmez, içeride şişmiştir. Havasız yerden bir kez kurtulunca bir daha geri döner mi hiç? Mantarın öbür ucu ise içeriyi bilmez, tutsaklığın ne demek olduğunu; biraz zorladığınızda deliğe girecektir. Bizler mahzende unutulmuş şaraplar gibiyiz, zamanımızın gelmesini bekliyoruz, gelip bizi bulmalarını ve dışarı çıkarmalarını. Kimse gelmeyecek, kapatıldığınız mahzenden kimse kurtarmayacak sizi ve çok geçmeden ekşimeye başlayacaksınız. “Başımızın çaresine bakalım” diyeceğim ama başımızı delikten çıkaramıyoruz ki. Deliğin içinde delikler açıyoruz. Ve dehlizlerde yitiriyoruz kendimizi ve birbirimizi.
Kraucauer Kafka’nın yapıtlarında durmadan karşımıza çıkan inşa imgesine dikkat çekiyor. Düşmanın erişmesinin mümkün olmayacağı oyuk benzeri yapının, yuvanın inşası. Yuva, “hem bir kendini koruma çabasından doğan endişenin ürünüdür hem de endişeyi yeniden üretir”. Korktukça endişeleniyoruz, endişelendikçe tüm kaçış deliklerini kapatıyoruz. “İnşa başındaki işçiler… kazma kürek sallarlar ve o kadar sıkı duvarlar örerler ki hiç bir ses onları geçip de bize ulaşamaz artık. Hâlâ bu duvarlardan sızıp da dışarı çıkmayı ummak saflıktır. Kapıların anahtarları yoktur, belirir gibi olan gedikler de hemen örülüp kapatılır.” Yuvalanma, kendi üzerine kapanmanın bir diğer adı. Kendi ellerimizle kendi toplama kamplarımızı inşa ediyoruz. Dışarıdan korkuyoruz çünkü.
İlk toplama kampı modern bir icattır. Sivil halkı, bağımsızlıkları için savaşanlardan ayırmak için dikenli tellerle çevrili kamplara kapattılar. Yer: Küba, tarih: 1896. İspanya’nın Küba’ya atadığı vali Weyler’in icadı. Kim özgürlüğü için savaşıyor, kim özgürlüğünden kaçıp kendini yuvaya kapatıyor? Ayrılmalı. Ama tarih yalan söylüyor, ilk toplama kampını sömürgeci vali icat etmedi, biz icat ettik; dışarıdan, ötekiden, yabancıdan korktukça içeriye kaçtık ve kendi üzerimize kapandık. Şimdi içerideyiz, dışarısı tehlikeli. Ve iktidar bizim için dışarıda yeni tehlikeler icat ediyor, sokaklar korku tüneli, içeriye kaçmalı. Daha ne kadar kaçabiliriz içimize? Merak ediyorum. İçe dönmeyi yaşam koçları da tavsiye ediyor: “İçine dön ve kendini tanı.” Tamamen içerideyiz, kendi oyuklarımızda. Kendimizi tanımak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdık her halde. Öğrenebildiniz mi kim olduğunuzu bari? Sanmıyorum. Kendinizle içeride karşılaşamazsınız. Kendinizi tanımak istiyorsanız, dışarı çıkmanız ve ötekiyle yüzleşmeniz gerekiyor, korkularınızla. Dışarısı, karşılaşmalar alanı ve dışarıyı icat edemezsek içeride bir bedenin nasıl çürüdüğüne tanık olabiliriz sadece. Yaşam dışarıda; tanımak için can attığınız ‘kendi’niz de. Dışarıyı icat etmek, yaşamın kuvvetleriyle kanat çırpabilmektir, var olabilmek.

4 Ocak 2019 Cuma

ELLERİMİZ ŞİRKETLERDE TUTSAK ŞİMDİ

RAHMİ ÖĞDÜL
04.01.2019
Adam Smith’in 1776’da Ulusların Zenginliği kitabında söz ettiği “görünmez el”, serbest piyasa ekonomisinde bireylerin kendi çıkarları peşinde koşarken, toplumu genelin yararına olacak şekilde nasıl biçimlendirdiklerini anlatmak için kullandığı bir metafor. Serbest piyasa yeni bir insan türü yarattı. Toplumsal bedeni oluşturan tekil bedenler, sadece kendi çıkarını düşünen tüzel kişilere dönüştü ve serbest piyasada kişiler şirketleşirken ilişkileri de şirketleşti. Artık bireyler arası ilişkilerden değil, şirketler arası ilişkilerden söz edebiliriz. Günümüzde kişiler, tüzel kişiliğin tüm patolojik özelliklerini taşıyor. Patolojik bir kişilik olan şirket, sadece kendi çıkarının peşinden koşan ve çıkarını maksimize etmek için her yolu mübah gören ve küresel yıkımlara yol açandır (bkz Bakan, Şirket, Ayrıntı). Ellerimiz şirketlerde tutsak şimdi.
Adam Smith yanılıyor ya da bizi yanıltıyor; el görünmez değil. Toplumu biçimlendiren elleri her yerde görüyoruz; tezgâhın arkasında, önünde; para tutan, kredi kartını atm’ye sokan. Göremediğimiz, toplumu biçimlendiren akıldır, eller var sadece, ellerin çokluğu. Ve bu eller bizim ellerimiz. Tasarlamadığımız hayatı biz, ellerimizle biçimlendiriyoruz. Akıl onlardan, uygulaması bizden. Kapitalizm kavramsal sanatçı gibi çalışıyor, kavramlar tasarlıyor sadece ve uygulamak bize düşüyor, ellerimize. Kavramsal sanatçı Weiner’in yazdığı gibi: “Benim yaptıklarımı satın alanlar onları istedikleri yere götürüp isterlerse yeniden yapabilirler. Sadece akıllarında tutmaları da benim için yeterlidir. Ayrıca ona sahip olmak için satın almaları gerekmiyor – bilmeleri kâfi.” Bilmemiz yeterli, bir kez kapitalizm size hazır bir hayat tarzı biçmişse bunu istediğiniz gibi çoğaltıp her yerde uygulayabilirsiniz. Ya da bize biçilen hayat tarzının bayisi olabiliriz, zaten kavramsal sanatçı da kendi yapıtının bayilerini arıyordu. Bize önerilen franchising sistemidir. Kapitalizm dünyayı tasarlıyor ve inşa etmesi bize düşüyor, ellerimize.
Kavramsal Sanat’ terimini sanatçı Sol LeWitt’e borçluyuz, 1967’de Artforum dergisinde yayınladığı “Kavramsal Sanat Üzerine Paragraflar” yazısına. “Kavramsal sanat yapan bir sanatçı yapıtını önceden tasarlar, yapıtıyla ilgili kararları önceden verir: uygulama o kadar önemli değildir.” LeWitt, bir keresinde asistanlarına faks ile “duvarın üst tarafına boylu boyunca eğri bir çizgi” çekmeleri talimatını vermişti. Uygulamanın ne önemi var ki sömürülecek işsizler ordusu oldukça. İş bulduklarına sevinenler, kendilerini kapitalizmin tasarladığı bir dünyayı inşa ederken bulacaklar ve hep birlikte kendi ellerimizle kazacağız kuyumuzu, farkına bile varmadan. Ellerimiz emir erleri çünkü. Ne inşa ettiğinin farkında olmayan ellerle dolu dünya. Ellerimiz, “çoban köpekleri gibi aptal” diye yazmıştı Nazım: “Antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rötatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/… elleriniz isyan etmesin diyedir/… bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
Sanatçı elini yitirdiğinde kavramsal sanatçıya dönüştü. Kapitalist tasarladığı ürünü fabrikasında işçilerine ürettirdiğinde kavramsal sanatçıydı zaten. Bizler, aklımızı yitirdiğimizde salt ellere dönüştük. Ve “aptal” ellerimiz maymun tuzaklarında esir şimdi. Maymunları yakalamak için kullanılan tuzaklardan daha önce de bahsetmiştim. Ancak bir elin sığabileceği kadar küçük bir oyuğun içine maymunu cezbedecek nesneler koyarsınız. Maymun elini deliğe sokacak ve nesneleri kavrayacaktır. Avucundakilerini bıraksa elini tuzaktan kolayca kurtarabilir ama bırakmaz, yumruk yaptığı elini bir türlü delikten çıkaramaz ve enselenir. Ellerimiz, iktidarın yakalama aygıtlarında tutsak. Ve tutsak alınmış ellerimizle kendi cehennemimizi inşa ediyoruz. Sonra da yakınıyoruz. Hiç yakınmayın, akıllanalım önce ve “aptal” ellerimizi kurtaralım tuzaklardan. Ve tasarladığımız hayatı birlikte inşa edelim. Bakın o zaman hayat nasıl da sanata dönüşecek. Şaşıracaksınız!