25 Aralık 2014 Perşembe

VAHŞİ HAYVANLARI EHLİLEŞTİRME PROJESİ

Henri Matisse

Michelangelo Pistoletto
RAHMİ ÖĞDÜL
25.12.2014
Zaman: 1905. Mekân: Grand Palais, Paris. Olay: Güz Salonu sergisinde Donatello’nun etrafını vahşi hayvanların sarması. Fransız eleştirmen Louis Vauxcelles, klasik bir heykeli çevreleyen, akademik sanat anlayışına aykırı yapıtları görünce söylediği ilk söz “Donatello’nun etrafını vahşi hayvanlar (fovlar) sarmış” olmuş ve Henri Matisse, Maurice de Vlaminck ve André Derain’in canlı, parlak renkli yapıtlarına yönelttiği bu ironik yakıştırma, yeni bir akımın adına dönüşmüştü: Fovizm. Eleştirmen, Rönesans heykeltıraşı Donatello’ya atıf yaparak klasik bir heykelde gördüğü, Rönesans’la başlayan tüm sanatsal değerleri altüst eden ve neredeyse sanatı sıfır noktasına taşıyan son derece parlak ve zıt renklerin yan yana getirildiği, renk ve dokunun ön planda olduğu ve resim düzleminin iki boyutluluğunu vurgulayan fovist resimler karşısında kendini uygarlık öncesi bir durumda, doğanın tam ortasında, vahşi hayvanların arasında bulmuştu. Rönesans sanatçısı Leon Battista Alberti’nin, “Bir resme bakmakla resmin gösterdiği şeye bir pencereden bakmak arasında görsel açıdan hiçbir fark olmamalıdır” sözleriyle tanımladığı ehlileştirici resim anlayışından tamamen farklı ve resmin evriminin oturtulduğu Alberti’nin kriterleriyle bağdaşmayan bu ehlileştirilmemiş yaklaşımları vahşi hayvanlar olarak nitelemesi, sanatın her türlü evcilleştirmeden kaçabileceğini de vurguluyordu. İktidarın pencereyle ya da dikenli tellerle çevrelediği evcilleştirme alanında sanat, dayatılan yapay seçilim yoluyla evrimleştirme ve evcilleştirme projesinden kaçtığı ölçüde sanat olarak kalabiliyor; aksi takdirde sanatın evcil ortamları süsleyen dekoratif bir öğeye dönüşmesi kaçınılmazdır.

BİZE DAYATILAN
Fransız eleştirmenin klasik bir heykeli çevreleyen renk cümbüşü karşısında sarf ettiği sözleri Arte Povera (Yoksul Sanat) sanatçısı Michelangelo Pistoletto 1967’de daha ileriye taşıyarak, “Paçavralar içinde Venüs”ü üretmiştir. Sanatçı, bu kez bilerek ve isteyerek klasik bir Venüs heykelini rengârenk paçavra yığınıyla ilişkilendirmiş ve paçavrayla anlattığı kaotik doğal süreçle evcilleştirmenin ürünü olan ideal bir formu yan yana getirmiştir. Sanatın evcilleştirme projesiyle ulaştığı güzellik anlayışının konformizm yarattığını, bu konformizmin ancak doğanın unsurlarıyla bozulabileceğini vurgularken; sanat nesnesinin sıradan, evcil bir nesne değil, bizi düşündürten, düşünceyi hep bizden kaçacak ufuk çizgisine doğru yönelten bir nesne olduğunun da altını çiziyordu. Bize ufuk olarak dayatılan pencerenin ya da dikenli tellerin ötesine taşımak istiyordu düşünceyi.

TEPEMİZDEKİ İKTİDAR
İnsanı çerçevelerin, dikenli tellerin içine kapatan, düşünceyi ve bedenleri sahte ufuk çizgisiyle çevreleyen bir iktidar var tepemizde. Dikenli tellerle çevrili bir evcilleştirme alanı içinde kendi insanını üretmeye çalışan bir çiftlik sahibinin tavrını görüyoruz. İktidarın sarayına yerleşenler de bu evcilleştirme projesini doğrudan dillendiriyor zaten: “Birey bir biçimde ehlileştirilecektir.” Bu bir toplum değil, olsa olsa bir üretim çiftliği ya da sirktir. Çiftlik sahibinin hoşuna gidecek şekilde davranan ehlileştirilmiş hayvanlar, saray soytarıları üreten kapalı bir mekân. Zaman ve mekân, kendi tebaasını üretmek için iktidar tarafından kapatıldığında insani olana yönelik umut da kaybolacaktır. Umut, Gabriel Marcel’in sözleriyle “geleceğin hatırasıdır.” Geleceğin ve hatırasının silindiği bir zaman hapishanesinde bizleri tutsak alan iktidar, bu hapishaneden kaçış umutlarını yok etmeye ve ruhumuzda derin bir melankoli yaratmaya çalışıyor.  İnsan, iktidarın ehlileştirme projesinden kaçtığı, umut ettiği ölçüde insan olarak kalabiliyor; aksi takdirde iktidarın evcil ortamını süsleyen melankolik, dekoratif bir öğeye dönüşmesi kaçınılmazdır.


Not: Doğanın, insanın ve her türlü üretimin iktidarın bir dekoruna dönüşmesine dur demek, şimdiye ve geleceğe sahip çıkmak için 28 Aralık, yani bu pazar günü saat 12.00’de Kadıköy’de buluşuyor ve doğayı, emeği, İstanbul’u, Marmara’yı savunuyoruz.

18 Aralık 2014 Perşembe

BÜYÜK DALGAYI BEKLERKEN DALGAMIZA BAKALIM



Hokusai
RAHMİ ÖĞDÜL
18.12.2014
İnsanlar ikiye ayrılır: Godot’yu bekleyenler ve dalgayı bekleyenler. Godot’nun gelmeyeceğini biliyoruz. Tuhaf bir hiçliğin ortasında beklemenin boşuna olduğunu da. Biz Godot’yu değil, dalgayı bekliyoruz. Dalga dibe vurmuş olabilir. Görünürde sörf yapabileceğimiz güçlü bir dalga da olmayabilir. Ama derinlerde devinen ve birbirinin üzerinde yuvarlanarak gittikçe büyüyen dalgaların titreşimlerini hissedebiliyoruz. Kaslarımız gerili, ellerimizde sörf tahtaları; yüzeyde görülecek ilk dalgayla birlikte kendimizi dalgaların arasında bulacağız.
Bedenlerimiz katatonik bir katılık içinde. Yüzeyde hiçbir kıpırtı yok ama derinlerde bir yerlerde biri elektrik dansı yapıyor, hissediyorum. Çok derinlerde. Hani, bedeni elektriğe tutulmuşçasına dalgalanarak dans eden bir dansçı. Bu küçük adamın küçük titreşimleri usulca bedenime yayılıyor. Bu titreşimlerin bedeni boylamasına geçerek tüm yüzeyinde bir dalga hareketi yaratacağını hissediyorum; dalgalanan bedenler. İktidar tepeden dayattığı yapay dalgalarla, içimizdeki dalgayı bastırmak, eyleme geçme gücümüzü sıfırlamak istiyor; o yüzden kendi dalgamıza bakalım ve çoğaltalım. İçimizdeki dalgayı büyüttüğümüzde, bedenin yüzeyi dalgalı bir deniz gibi dalgalandığında dokunduğumuz her şey, tüm bedenler bir dalga hareketiyle salınıma geçecek. Etkilenen ve etkileyen bedenlerin ürettiği dalga, tüm toplumsal bedeni boydan boya katettiğinde, beklenen büyük dalga yüzeye çıkmış demektir. 19. yy’da yaşamış Japon estamp sanatçısı Hokusai’nin ahşap baskıyla ürettiği “Kanagawa Açıklarındaki Büyük Dalga”nın bir benzerini birlikte yaratmıştık; unutmak mümkün mü? Ahşap oyma baskıların zemin üzerinde bıraktığı boya izleri gibi, bu büyük dalga da belleğimizde iz bıraktı. Bedenlerimizde büyük dalganın estamplarını taşıyoruz; derinlerde devinen dalganın titreşimlerini. Her şey gündelik yaşamın sıradanlığı içinde olup bitiyor. Yüzeyde sadece işaretler, titreşimler var şimdilik. Sıradan şeyler arasında dalganın işaretleri; ama çoğu kez okumakta güçlük çekiyoruz.

Çok akıllıyız!
İktidarın ürettiği yapay dalganın da işaretlerini okuyamadık; bir ölüm/yıkım projesi olarak yaşamı boğmaya çalışan iktidarın. Çok akıllıyız belki o yüzden. “Hitler döneminin verdiği derslerden biri, akıllı olmanın aptallığı hakkındadır. Gerçekleşecek olan artık gün gibi ortadayken bile. Yahudiler Hitler’in yükselme şansının olabileceğini sayısız sağlam nedene dayanarak inkâr etmişlerdi” (Adorno-Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı). Yıkım/ölüm projesi olarak iktidarın faşizm dalgası bizi boğduğunda hâlâ çok akıllı olduğumuz için övünebilecek miyiz? İktidarın ölüm projesine rağmen yaşam dalgalarının titreşimleri bize dokunuyor; hissetmiyor musunuz?

Dalgalar resmedilince
Japon ahşap baskı sanatı ukiyo-e, “dalgalı dünya resimleri” demektir. Yaşamın, yüzeyde dalgalanarak bedenleri etkisi altına alan gelip geçici görünümleri, dalgalarını resmetmişti sanatçılar. Eski Budist metinlerde ölüm ve yeniden doğum çevrimi anlamına gelen ve yaşamı olumsuzlayan bir terim olan ukiyo (kederli dünya), 17. yy’da yaşamın her anının tadını çıkarmak anlamını taşımaya ve yaşamın dalgalarını olumlamaya başlamıştı. Radikal bir dönüşüm; iktidarın ölüm dalgası yerine yaşamın dalgası.  Ayrım noktasındayız. İktidarın kederli varlıklara aşıladığı ölüm dalgası yerine yaşamın neşeli dalgasını duyumsamanın tam zamanı. 17. yy’da yaşamış Japon yazar Asai Ryoi “Dalgalı Dünya Masalları”nda ukiyo’yu şöyle tanımlamış: “Nehir akıntısının sürüklediği bir su kabağı gibi, biz buna ukiyo deriz.”  İktidarın tepeden dayattığı ölüm dalgasına karşın, şimdilik dipte devinen ve yüzeye çıktığında sörf yapacağımız bedenlerin dalgalı akışını bekliyoruz. Dalgamıza bakalım.

11 Aralık 2014 Perşembe

KENE TİPİ ALGI HAPİSHANESİ

Igor Morski

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
11.12.2014
Hava, henüz duyumsanmamış duygularla dolu. Algılanmayı bekleyen o kadar çok şey var ki. Ve bizler olabildiğince az algıyla hayatta kalmayı başarabiliyoruz; sadece hayatta kalmayı ama. Ve kısıtlı algımızla anlamlandırıyoruz dünyayı. Sözcüğün tam anlamıyla yaşamak, hayatın içine yayılmakla, katılmakla, yeni duyumsama, algılama biçimleri keşfetmekle mümkün olabilir.
Oysa iktidar, tebaalarının yeni algılama biçimleri keşfederek yaşamın içine yayılmalarından, yeni bağlantılar kurmalarından pek hoşlanmaz. Olabildiğince az algıyla yaşamını sürdürecek yeni bir insan yaratmaya çalışıyor o yüzden. Eğitime, kültüre ve sanata yönelik müdahaleleri, bu tür insan yaratma projesinin bir parçası. Mevcut beş duyusunu bile kullanamayan, yaşamı ve bedensel duyumları olumsuzlayan bir tür çileci hayat tarzını dayatıyor. Ölüm ile açlık arasına sıkıştırılmış, yoksullaştırılmış yaşamları, aşkın bir hakikate yönelterek bir lokma bir hırkayı öneriyor.
Kırmızı hap mı, mavi hap mı?
Bu, kadim bir projedir. İ.Ö. 5.yy’da yaşamış Permenides de bedenden gelen, duyularımızla elde ettiğimiz bilgileri doksa (sanı) olarak aşağılamış ve aşkın bir hakikate sadece akıl yoluyla ulaşabileceğimizi önermişti bize. Matrix filminin Morpheus’u Neo’ya kırmızı hap ile mavi hap arasında seçim yapmasını önerdiğinde, aslında Parmenides’in öğretisini dillendirmektedir: hakikate giden yol ve sanılara giden yol. Ama bedene güvenen ve bilginin bedenden geldiğine inanan hainler her zaman olmuştur. Deneyciler, bilginin duyulardan geldiğine inananlardandır. Matrix filminin haini Cypher da bir deneycidir. Bir hain olarak Cypher, iktidarın bedensizleştirme projesinden kaçar ve bifteğin keyfini çıkarırken duyumcu bir söylev çeker bize: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matriks’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Bedenden gelen duyguların cehalet olduğunu vurgularken, iktidarın terimleriyle konuşmaktadır hâlâ. Bedenli yaratıklar olarak yaşamın içine gömülü olanları hep cehaletle suçlamıştır iktidar ve dünyevi olanın karşısına aşkın bir hakikat çıkarmıştır. Alabildiğine sömürdüğü ve yoksullaştırdığı insanlara dünya zevklerinden uzak durmayı ve çileci bir yaşama katlanmayı öğütlerken, kendine şatafatlı kozalar örmüştür.
Beş duyudan fazlası
Felsefeci Michel Serres, neşe üzerine yazdığı ilk kitabında duyuların analizine girişmiş ve Cypher’laşmıştır: “Bir sauterne şarabının ağızda bırakacağı tadı ve yaratacağı duyumları analiz etmek için 30 sayfa harcadım” (bkz Mary Zournazi, Umut, Literatür Yayınları). Rasyonalistlerin karşısında duyumcu bir felsefeye yöneldiği için kolaylıkla hainlikle suçlayabiliriz Serres’i. Ama beş duyuya iki yeni duyu daha ekleyerek hainliğine devam eder: “Beş duyuya ek olarak, bir içsel duyumuz (gözlerimi kapadığım zaman, bedenimin varlığına ilişkin bir duyuya sahip olduğumu anlıyorum) ve bir de nörobiyologların keşfettiği hareket duyumuz var; bu yürürken, zıplarken, dönerken bedenimi nasıl hissettiğime ilişkin bir duygu.” Haziran Direnişi’nde, hareket duyumuzun (kineztezi) müthiş kudretini keşfetmiştik hep birlikte. İktidar, duyusal yetenekleri körelmiş bir insanı kolaylıkla teslim alacağını bildiği için sadece hayatta kalabilen yeni insan yaratmak zorunda.
Açlık ile ölüm arasında
Eğitim, kültür ve sanat; yeni duyumsama biçimleri keşfedeceğimiz alanlar saldırı altında; algılarımız budanıyor, farkında mısınız? İktidar, kene tipi algı hapishanesine kapatmak istiyor bizleri. Sadece üç algısıyla yaşamını sürdürür kene. Karnını doyurduktan sonra toprağa düşer, yumurtalarını bırakır ve ölür. Açlık ile ölüm arasına sıkıştırılmış bir varlık. İktidar algı hapishanesinde tutsak almaya çalışsa da insan, yeni duyumsama biçimleri keşfeden bir canlıdır, yani Homo sapiens’tir. Michel Serres “sapiens”in, zevk/tat sahibi olmak anlamına gelen Latince “sapere” fiilinden geldiğini vurguluyor. İktidara rağmen hava hâlâ, duyumsanmayı bekleyen şeylerle tıka basa dolu. Bedenin tüm yüzeyinin duyarlı hale geldiğini bir düşünsenize. Havada ihanet kokusu.

4 Aralık 2014 Perşembe

FITRATINIZI NASIL ALIRDINIZ?

Igor Morski

Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
04.12.2014
Fıtratınızı nasıl alırsınız? Sıcak ya da soğuk? Filtre kahveme biraz süt istediğimde, sütünüz sıcak mı yoksa soğuk mu olsun sorusu ile sık sık karşılaşıyorum. Ama fıtratımı kimse sormuyor bana. Bu soruyu biraz geç sorduğumun farkındayım. Annenizin dölyatağının sıcaklığı toplumsal cinsiyetinizi belirlediği için gecikmiş bir soru olarak kabul edin bunu. Gelişiminizin erken bir döneminde sıcak ya da soğuk olarak almışsınız zaten fıtratınızı;  artık yapacak bir şey yok. Bir kez fıtratınız sıcaklığa göre belirlendikten sonra bunu değiştirmek elinizde değil ve fıtratınıza göre yaşamak zorundasınız. Özcü bir yaklaşımla, doğası doğum öncesi belirlenmiş varlıkların toplumsal yaşam içindeki konumları ve rolleri de sabitlenmiş oluyor böylece. Bundan sonra başınıza ne geldiyse fıtratınızdan gelmiştir. Varoluşçuların insanın sabit bir doğası olmadığı, kendi eylemleriyle kendini biçimlendirebileceği yönündeki itirazları da para etmiyor; doğaları sabitlenmiş varlıklar iktidarın elinde bir oyuncağa dönüşüyorlar.
SICAK ERKEK, SOĞUK DİŞİ 
Antik Yunan’da yaşasaydık bedenlerin sıcaklığına dayandırılan fıtratı kabul edecek ve yaşamımızı bu fıtrata göre sürdürecektik. Ceninin cinsiyetinin, dölyatağında maruz kaldığı sıcaklığa bağlı olarak erkek ya da dişi olduğuna inanıyorlardı.  Dölyatağı yeterince sıcaksa erkek, soğuksa dişi oluyordu. Ve toplumsal konum ve işlevleri bu beden sıcaklığına göre belirleniyordu.  Beden ısısı kavramı Yunanlılardan çok önce Mısırlılar, hatta Sümerler tarafından icat edildiği biliniyor. Ama Yunanlılar bu kavramı toplumsal hayatla bütünleştirerek geliştirdiler. Beden sıcaklığına bağlı olarak çok kadınsıdan çok erkeksiliğe uzanan bir skalada yer aldığınızda toplumsal hayattaki konumlarınız ve rolleriniz de önceden belirlenmiştir. Sıcak bedenlere sahip erkekler, toplumsal yaşamın her alanında boy gösteriyorlardı; “gimnazyum”da çırılçıplak dolaşırlarken ve çıplaklıklarıyla gurur duyarlarken, soğuk bedenli kadınlar örtünmek zorundaydılar. “Evde dizlere kadar uzanan ince malzemelerden tünikler, sokakta ise ayak bileklerine kadar uzanan, kaba, mat kumaştan tünikler giyiyorlardı.” Örtünmekle kalsalar yine iyi; kamusal mekândan da dışlanmışlardı. Sırf soğuk bedenlere sahip oldukları için kentin yönetiminde söz sahibi olamadıkları gibi, ışıksız iç mekânlarda, çoğunlukla ev içlerinde sürdürüyorlardı yaşamlarını. Yaşadıkları konutların içi de toplumsal cinsiyete göre ayrılmıştı. Erkeklerin, konukların ağırlandığı evin selamlık bölümünde (andron) düzenledikleri “symposia” adı verilen erkek şenliklerine kadın köleler, fahişeler ve yabancı kadınlar katılabilirken, evin kadınları ve kız çocukları haremde (gunaikeion) yaşamak zorundaydılar. Ne kadar tanıdık değil mi? Richard Sennet’in Ten ve Taş (çev. Tuncay Birkan, Metis) adlı kitabında bahsettiği antik Yunan’daki soğuk bedenlere sahip oldukları için örtünmek zorunda olan ve kamusal yaşamdan dışlanmış kadınların günümüz Türkiyesinde de yine fıtratlarından dolayı aynı yaptırımlara maruz kaldıklarına tanık oluyoruz.


SOĞUK, EDİLGİN VE ZAYIF 
Erkekler kendilerini sıcak, güçlü ve etkin olarak konumlandırırlarken, kadınlara ise tam tersi bir fıtratı uygun görmüşler: Soğuk, edilgin ve zayıf. Mülkiyet ilişkileriyle birlikte doğa ve kadın, biçimlendirici bir kuvvet olarak erkeğin etkinlik alanına dönüşmüştür. Erkeğin, özellikle Batılı erkeğin en gelişmiş insan türü olarak bir norm haline gelmesiyle erkeğin bir norm koyucu olarak kendisini meşrulaştırması 1840’larda çakışıyor. Norm sözcüğünün Batı’da bugünkü anlamında kullanılması 1840’lara rastlıyor. Daha önceleri norm, marangozların kullandıkları gönye ve dikey anlamlarını taşırken, eril bir dayatma olarak norm tüm topluma diklemesine sokulan bir demir çubuk haline gelmiştir. Erkeğin kafasından uydurduğu ve erkeğin kafasına saplanmış, topluma eril bir düzen dayatmada kullanılan demir bir çubuk.  
1848’de bir başka olay daha oluyor. Amerika’daki Vermont eyaletinin demiryolu inşasında çalışan Phineas Gage, zeminin düzleştirilmesinde çalışan ekibin ustabaşıydı. Yolu tıkayan büyük bir kayayı havaya uçurmak için her zamanki gibi kayada açtığı deliği barutla doldurmuş ama dalgınlıkla üzerini toprakla kapatmadan, elindeki bir metreden uzun demir çubukla baruta sıkıştırmıştı. Barut yüzünde patlamış ve elindeki demir çubuk da bir ok gibi sol yanağından girmiş ve beynin ön kısmından geçerek otuz metre uzağa saplanmıştı. Gage ölmedi ve Gage vakası olarak psikoloji tarihine geçti (bkz Douwe Draaisma, Aklın Çıkmazları, YKY). Kafatasını delip geçen demir oka rağmen kısa sürede iyileşen Gage’in davranışlarının değiştiği görüldü. Kaza öncesi herkese karşı sorumluluk duygusu taşıyan Gage, kaza sonrası tam tersi bir kişiliğe bürünmüştü ve kafasını delip geçen demir çubuğu yanından hiç ayırmıyordu. Etik kuralları çiğniyor, aldığı kararlarla hem kendi hem de çevresindekilerinin yararını gözetmiyordu artık. Kafatasına eril normun demiri saplanan eril iktidarın, doğaya ve insan doğasına karşı yürüttüğü savaşın yeni bir evreye girdiğinin göstergesidir bu: Doğayı ve kendini çökertmeye çalışan kapitalist bir bireyin ortaya çıkışı. Fıtratınızı nasıl alırdınız? Normlu mu olsun yoksa normsuz mu?