27 Mart 2015 Cuma

MAHALLEYE AYNADAN BAKMAK

Igor Morski

Nicholas Scarpinato
RAHMİ ÖĞDÜL
27.03.2015
Bir mahalle; bu, bir ülke de olabilirdi. Sıradan, bildik şeylerin ve duyarlılıkların eril bir merkezin etrafında dönüp durduğu bir mahalle. Su sızdırmaz bir kap gibi. Bu mahalle de, şeylerin dağılıp gitmesini önlemek için tek merkezli bir dünyanın içine yerleştiriyor kendini. Şeylerin ve düşüncelerin düzeni, eril dayatmanın merkezine göre konumlanmıştır. Ama bu düzeni bozabilecek viral oluşumlar çoktan baş göstermeye başlamıştı mahallede. Bir bıçak gibi mahalleyi kesen Boğazkesen’de galeriler, yapıları gereği merkezleri bozan, ilişkileri dağıtan ve yeniden toparlayıp sorular soran sanat yapıtlarını sergiliyor. Bu sanat yapıtları mahalleye saplanarak mevcut muhafazakâr ilişkiler ağını koparacak, biliyorlar. Ama sanat yapıtlarının bu ilişkiyi bozmada ikincil kaldığı da görülüyor. Asıl sorun ritüeller. Mahalleliler, sanat yapıtlarının kendilerine ne yaptığını henüz fark etmeseler de sergi açılışlarında yaşanan ritüelleri kendileri için bir tehdit olarak algılıyorlar. Eril merkezin kabul edemeyeceği, cinsler arası hiyerarşiyi bozan ritüellerdir bunlar. Ve bu ritüeller, mahalleli için yabancı bir dilde yazılmış metinler gibi duruyor. Bu yabancı dilin, eril bir özneyle başlayan kendi cümle yapılarını bozacağından ve dilleriyle birlikte eril düzenin de dağılacağından korkuyorlar. İktidar dilde kuruluyor öncelikle. TDK’nin her fırsatta kadını aşağılayan sözlüğünü, iktidarın ülkeyi bir mahalleye dönüştürme çabası olarak da görebiliriz. Resmi sözlük mahallenin diliyle konuşmaya başladığında bu mahalle ülkeleşmiş demektir.
EGEMEN ÖZNENİN FAALİYETİ  
Tersten yazılmış bir metnin yabancı dil olduğunu sanan Lewis Carroll’ın Alice’i geliyor aklıma. “Her şey bilmediğim bir dilde yazılmış.” Çok geçmeden fark ediyor: “Öyle ya Ayna kitabı bu elbette! Aynaya tutarsam sözcükler doğru yöne döner!” İlişkileri ve dili hep bir yöne doğru evirmeye çalışan ataerkilliğin merkezine ayna tuttuğumuzda, erkek merkezli bir mahalle tersine dönecek, kadın merkezli bir mahalle haline gelecektir. Aslında erkekler kadınların yaşamsal gücünden korktukları için tüm merkezi kadınları baskılayacak şekilde tasarlamışlardır ama ayna bize, negatif bir kadın merkezinin mevcudiyetini gösterecektir. Ve bu negatif merkezin mevcudiyetini, genel olarak öznenin ve tüm kimliklerin kuruluşunda da görüyoruz. Cümlelerimizi başkalarını olumsuzlayarak kurduğumuzda kendimizi negatif merkezlere göre inşa ediyoruz demektir. Günümüzün muteber negatif merkezleri: Kadınlar, eşcinseller, translar, Aleviler, Ezidiler, Kürtler, Ermenilerdir ve bu listeye, kendimizi oluştururken olumsuzladığımız tüm öteki kimlikleri de dahil edebiliriz. Siyasal iktidar kendini egemen bir özne olarak dayatırken tüm bu negatif merkezleri kullanmaktan çekinmiyor.
SİZ HANGİ DÜNYADANSINIZ?  
Velhasıl kendimizi negatif merkezlere göre ve bunları dışlayarak kurarken, homojen nesneler dünyası yaratıyoruz. Nesneleştirdiğimiz negatif merkezlere göre kendimizi tanımladıkça, biz de nesneleşiyoruz. Ayakkabıların, simitlerin, kahvelerin dünyasından söz eder gibi, sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel ayrımlara göre düzenlenmiş dünyalardan bahsedebiliyoruz. Nesnelerin bu ayrışması ve kendilerine özgü homojen bir dünya kurmaları dil içinde gerçekleşiyor. Tıpkı hanelerin çöplerine bakarak o hanede yaşayanların sınıfsal konumunu ayırt edebilmemiz gibi, yaşayan bir dilin atıklarının biriktiği sözlüğe, TDK’nin sözlüğüne baktığımızda da iktidarın eril, faşist dilini görüyoruz; dışlayıcı, nesneleştirici dilini. Dışlayarak, kompartmanlara ayırarak tükettiği yaşamdan geri kalan atıkların biriktiği sözlük-çöplükler. İktidar, her cümlesini ve dolayısıyla dünyasını kendi eril öznesi etrafında kurdukça, davranış kalıplarını, dillerini bir ambalaj gibi üzerlerine geçirmiş nesnelerden oluşan dünyalar yaratıyor. Örneğin sadece paspasların yaşadığı ve satıldığı bir dünya var Söğütlüçeşme’de: ‘Paspas Dünyası’. Peki, siz hangi dünyadansınız?

20 Mart 2015 Cuma

PSİKOPATLIĞI ŞİRKETTENMİŞ MEĞER

RAHMİ ÖĞDÜL
20.03.2015
Devletin yurttaşları buharlaşıp uçmuş, geriye kaynaklar kalmıştır sadece; iliklerine dek sömürülecek doğal ve insani kaynaklar. Sonunda neoliberal düş gerçek oluyor galiba. Toplumsal yaşamdan devletin tamamen çekilmesini isteyen şirket-iktidar, devleti de şirketleştirerek muradına erecek. Bizim de şirketleşen bir devletimiz olacak artık ve devlet başkanı yerine bir CEO’muz.  Geçmişi karanlık olan ve yeryüzü kaynaklarını tükettiğinde hep birlikte tükeneceğimiz bir şirketimiz. CEO’luğa da özenen ‘Büyük Birader’imiz açıkladı: “Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir.”  Bu kadar olur. Bir tüzel kişilik olarak şirketin ve devletin davranışları örtüşüyordu, ama adını bir türlü koyamıyorduk. Şimdi her şey yerli yerine oturdu. Tüzel kişilik olarak şirketin hukuki olarak tek amacı vardır: kâr ve bu amacı gerçekleştirmek için her şeyi yapabilir; şirketlerin tarihi bir yıkım tarihidir. Ve çokuluslu şirketlerin devleti ele geçirmesiyle birlikte devlet yöneticisi de sadece hissedarlarına hesap vermek zorunda olan bir CEO’ya dönüşmüştür. Devlet elindeki kaynakları çokuluslu şirketlere sonsuza kadar yağmalatabilir artık. Yurttaşlar buharlaştığı için bu yağmalama karşısında düşünen, itiraz eden ve direnen hiç kimse kalmayacak. Sadece ve sadece kendi öz-çıkarı peşinde koşan ve hedefine ulaşmak için her şeyi sömüren şirketin psikopat yapısı ve dolayısıyla psikopatlaşan bir devlet kalacak geriye: Psikopat şirket-devlet.
Joel Bakan ‘Şirket’ (Ayrıntı Yayınları) adlı kitabında, psikopati konusunda uluslararası üne sahip Dr. Robert Hare’e başvurmuş ve Dr. Hare, şirketin tam bir psikopat olduğu tanısını koymuştur. Bu tanıya ulaşmak için şirketin semptomlarını şöyle sıralıyor: Şirket sadece kendi çıkarlarının peşinde koşar ve ötekilere karşı samimi bir kaygı hissetmez. Şirket sorumsuzdur. Kendi hedefine ulaşmak için her şeyi tehlikeye atar ve kendi çıkarları için kullanmaya çalışır. “Bir numarayız, en iyisi biziz” gibi laflar eden gösteriş budalasıdır. Empati yoksunluğu ve asosyal eğilimler de şirketin temel özelliğidir. Şirket, kurbanlarıyla gerçekten ilgilenmez. Çoğunlukla kendi eylemlerinin sorumluluğunu kabul etmeye yanaşmaz ya da vicdan azabı duyamaz. Şirket, suçüstü yakalandığında, büyük para cezaları ödeyip, daha önce yapmış olduğu eylemi yapmayı sürdürür. Aslında şirketin ödediği para cezaları, kazandığı kârla kıyaslandığında çok cüzidir. Tüm hedefi, kendisini olduğundan farklı, halkın hoşuna gidecek şekilde sunmaktır. Psikopatlar ve şirketler, tehlikeli, öz-takıntılı kişiliklerini saklayacak bir maske olarak cazibeyi kullanma yetenekleriyle ün salmışlardır. Şirketler açısından sosyal sorumluluk aynı rolü oynamaktadır. Aslında kendileri dışında hiç kimse, hiçbir şey umurlarında değilken, sosyal sorumluluk sayesinde kendilerini merhametli ve ötekilerle ilgileniyormuş gibi gösterebilirler.
Şirketin psikopat doğasını önceleyen bir devletimiz vardı zaten. Doğal ve toplumsal yaşamı hiçe sayarak sadece ve sadece kâr ve rant peşinde koşan şirket gibi devletimiz. Soma’da ölen madencilerimiz, iş kazalarında yitirdiğimiz işçilerimiz, katledilen kadınlarımız, yok edilen ormanlarımız karşısında maliyet-fayda analizi yapan şirket-devletin psikopat yüzünü görmüştük. Berkin Elvan ve diğer canlarımızın ölümleri karşısındaki kayıtsızlığını ve Kabataş yalanını da eklediğinizde, alın size psikopat şirket-devlet. Şirket-devleti hâlâ baba olarak görenlerin işi daha da zor. Düşünsenize, aynı evde yaşamak zorunda olduğunuz psikopat bir babanız var; bir kâbus gibi. Tüm kaçış yolları kapatılmıştır ve saklandığınız kuytu bir köşede, karanlık koridorlarda elinde bıçak, fellik fellik sizi arayan babanızın ayak seslerini duyuyorsunuz. Ya babanızın korkusuyla yaşamınızı kuytu köşelerde saklanarak geçireceksiniz ya da tüm cesaretinizi toplayıp babanızı ortadan kaldıracaksınız. Zor bir karar!

13 Mart 2015 Cuma

AYAKLAR KANATLANINCA GELİR ÖZGÜRLÜK!


RAHMİ ÖĞDÜL
13.03.2015
“Kendi ütopyalarını kuracak, özgürlük ateşiyle yanacak İkarus’lar aranıyor.” Böyle bir çağrıya çok az kişi yanıt verecektir. O kadar alıştık ki tutsaklığa, özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu unuttuk. İktidarın ve medyanın (Acun’un) “Ütopya”sında mastürbasyon yapmayı özgürlük sanıyoruz. Mastürbasyon tutsaklığa dâhildir oysa. Özgürlük sınırlarla ilgili bir kavram; fiziksel ve zihinsel çitleri, duvarları aşma istenci. Çitler ve duvarlar norm alanını çevirdiğinde, duvarların ötesi anormalleşmiştir. İktidarın normunun dışına çıkma, anormalleşme düşüncesi bile korkutur bizi. Normun sınırlarında cesetlerimiz sallanıyor çünkü. Normdan çıkanlar, Mezopotamya’da olduğu gibi ölü bedenlere dönüşüyor. Bu, iktidarın dayatması. Hâlbuki tersi geçerlidir. Norm ölü bir alandır ve yaşam normun sınırının ötesinde uzanıyor. Tutsak aldığımız nesneler bile yere düştüklerinde sınırları aşıp bambaşka yerlere kaçabiliyorlar.
Bir şeyi düştüğü yerde aramanın büyük bir hata olduğunu anlıyorum her seferinde. Masadan düşen bir nesneyi bulmak için az çaba harcamadım. Nesne düşer, sert zemine çarpar ve sıçrar. Sonunda hiç hesaplamadığımız yerde çıkıverir karşımıza. Geçen akşam çakmak, ‘bizim’ masadan yere düşmüş ve tüm aramalarımıza rağmen bir türlü bulamamıştık; sonunda yan masadaki ‘ötekilerin’ ayakları arasında gözümüze çarptı ve ona ulaşmak için diyaloğa girmek zorunda kaldık.

KAİDESİNDEN DÜŞEN SANAT 
Hiç aklımıza gelmeyecek bir yerde, rastlantısal bir karşılaşma ile buluşuruz masadan düşen nesneyle. Sanat da yerleştirildiği kaideden düşmüş, sert zemine çarparak sıçramıştır. Sanatı artık kaidesinde ya da kaidesinin dibinde aramak boşunadır. Hiç umulmadık bir yerde karşımıza çıkacak ve karşılaştığımız an, keşfetmenin şaşkınlığıyla yeniden ilişki kuracağız onunla; üstelik yine ötekilerin ayakları arasında duracak ve ona dokunmak için konuşmak zorunda kalacağız. Artık sanatı büyük harflerle yazmak, bir kaide üzerine yerleştirmek boş bir çabadır. Ya da iktidar kurma çabası. İktidar hep dikey, kaide ile dibi arasındaki ilişkiye dayandırır kendini. Bu anlayışa göre “armut dibine düşecektir.” Model ve kopya ilişkisi üzerine kurulu bir sistemde ürünlerin de model gibi davranmaları beklenir. Ama model kaidesinden düşüp dağıldığında, hâlâ model varmış gibi davranmanın saçmalığını yaşarız.

ÖZNE DE DÜŞMÜŞTÜR
Yere düşüp sıçrayan nesne, rastlantısallığın alanına girmiştir. Ve bu alan, eril aklın tüm belirlenimci ilişkilerini dışladığı için iktidar tedirgindir. Kaideden sadece nesne düşmedi; nesneyle birlikte özne de kendini sabitlediği kaideden düşmüştür. Michelangelo’nun “Davut” heykeli kaide üzerindedir; ve onu seyreden ve seyrederken kendini yaratan özne de kaide üzerindeydi. Ama Barok dönemde Bernini “Davut”u bükerken, nesnesine göre kendini konumlandıran özneyi de bükmüş ve nesnesiyle birlikte özne de kaidesinden düşmüştür. Sanatı ve özneyi kaideden düşüren son darbeyi de Duchamp indirmişti. Özneyi kaidesinde ya da düştüğü yerde bulamayız artık. Sert zemine çarparak sıçramıştır ve ötekilerin ayakları arasındadır. Öteki olarak dışladığımız insanlarla diyaloğa girmeden özneyi keşfedemeyiz.
Ne nesneyi ne sanatı ne de insanı, diyaloğa girmeden keşfetmenin mümkün olmadığı bir çağdayız. Keşfetmek ahlaki değil, etik bir sorumluluktur. Nedir ahlaki sorumluluk? Kendini kaideye yerleştirmiş iktidarın sorduğu ve yanıtı zaten belli olan sorulara yanıt vermektir. Tüm Batı dillerinde ‘sorumlu’ (responsible) sözcüğü, ‘yanıt verebilir’ anlamını da taşır. İktidar kendi varlığını meşrulaştıracak ve yanıtı belli olan sorularla ahlaki sorumluluklar yükler bize. Etik bir düzlemde soruları biz sormaya başladığımızda, norm koyucu iktidar kaidesinden düşecektir. Kaidesinden düşmüş özne, ötekilerin ayakları arasındadır artık. Ve özgürlük, iktidarın “Ütopya”sında değil, ayaklar konuştuğunda ve kanatlandığında keşfedilecektir.

6 Mart 2015 Cuma

İKTİDAR GÖVDELERİ SEVER, BEDENLERİ DEĞİL

Holly Lentz

Chaim Soutin
RAHMİ ÖĞDÜL
06.03.2015
İstesek de istemesek de bize verilmiş ve birlikte hareket etmek, taşımak zorunda olduğumuz bir bedenimiz var. Ama bu bedenle asla yetinmeyiz ve yeniden üretiriz. Beden, içinde yer aldığımız toplumsal, psişik kuvvetlerle birlikte, iktidara rağmen uzam içinde yarattığımız bir şeyse, ürettiği ürünler de bedenin uzam içinde yayılmasını sağlayan araçlardır, uzantılarıdır. Kapitalist sistem, insanları üretim araçlarından ve emeklerinin ürünlerinden kopardıkça, uzantılarından da yoksun bırakır. Hem işçiler hem de sanatçılar, ürettikleri metalar gibi metalaşmış nesnelere dönüşmüşlerdir. Ürettikleriyle bağlantısı koparılmış insan, bu dünyaya her dokunmak istediğinde uzuvları kesik birinin çaresizliğini hisseder. O yüzdendir bitimsiz yalnızlık duygusu ya da yitik bir nesnenin ardından duyduğumuz derin melankoli. Dokunmak için ürettiğim ve uzattığım her uzuv sistem tarafından kesilir ve kendimi, budandıkça budanan güdük bir gövde gibi duyumsarım.

Gövdenin bir şekli var
Dolayısıyla beden ve gövdeyi eşanlamlı kullananlar, büyük bir yanılgıya düşerler. Bitkibilimde gövde, ağacın dallarını taşıyan ve kök tarafından desteklenen, kalın bir kabukla kaplı ana eksene verilen addır; başsız ve uzuvsuz insan gövdesinin sanat ve anatomideki karşılığıysa ‘torso’. Beden ise, tüm uzantılarıyla birlikte bir kudretin uzam içinde olabildiğince yayılmasıdır. Gövdenin bir şekli vardır; ama durmadan kendini üreten ve uzantıları aracılığıyla başka bedenlerle bağlantılar kuran beden şekilsizdir; kudreti elverdiğince, biçimi sürekli değişen amorf bir yapıdır. Bağlantılar kurdukça, ilişki kurduğu diğer doğal ve toplumsal bedenlerle birlikte devasa ve amorf bir bedene dönüşür. Bu yüzden iktidar gövde politikası uygular ya da Michel Foucault’nun tabiriyle anatomo-politika. Bedenlerin uzantılarını budayarak onları güdükleştirir ve torsolar haline getirir. Anaokulunda çiçek gibi uslu durmayı, biraz büyüyünce de hazır ola geçmeyi öğrendik. Yasalarıyla, toplumsal ağın içindeki bedenleri gövdeler halinde yalıtır. Bağlantılar kurarak baş edilemez hale gelen canavarın ortaya çıkmasını önlemek için bedenleri budamak ve yalıtmak zorundadır.
Ve iktidarın gövde politikasını içselleştiren bireyler, kendilerini bir gövde olarak tasarlarlar. Keşke günümüzde beden takıntısı yaşasaydık; yaşanan, gövde takıntısıdır. İnsanlar bedenleşmek yerine, iktidarın söylemini içselleştirerek gövdeleşmeyi tercih ediyorlar. Tüm diyet programları, vücut geliştirme çabaları, gövdeleşmenin sonucudur. Güzel ve bakımlı gövdelerden geçilmiyor ortalık, ama kimse kimseye dokunmuyor, çünkü bu gövdelerin uzuvları, dalları, uzantıları yoktur. Dallarıyla uzamın içine yayılan, sınırları ihlal eden bir bedenin, bedenleşmenin çirkin olduğu öğretildi bize. Güzel gövdelere sahip olmak uğruna, peyzaj mimarı-iktidarın budama makasına teslim olduk.

Kudretli bir beden
Bir tarafta kalın kabuğu içine kapanmış, güçsüz bir gövde; diğer tarafta ise olabildiğince kendini uzamın içinde yayarak başka bedenle bağlantılar kuran kudretli bir beden. Karı koca birlikte çalışan Amerikalı sanatçı grubu, Holly Lentz’in ürettiği parlak, güzel ‘torso’lar aldatmasın sizi; Rus ressam Chaim Soutin’in “Sığır Gövdesi” (1926) tablosundaki gibi budanmış, güdük gövdelerimiz, hep keder üretir; kudretli bedenlerimiz ise neşe. Bu iki duygu arasında salınan bir sarkaç gibiyiz. İktidar tüm uzantılarından budanmış gövdeyi sevdiği için sarkacı keder ucunda sabitlemek ister. En korktuğu şey, bedenlerin birbirine eklenerek bir neşe seline dönüştüğü ve iktidarı alaşağı ettiği devrim anıdır. Ve bu an, gövdelerin değil, bir beden denizi içinde bedenleşmiş, dalgalanan bedenlerin anıdır; gövdenin sınırları ihlal edilmiştir. İktidar bunu çirkin bir canavara benzetecektir, benzetsin. Bizim canavarımız güzeldir. Gerçeküstücülüğün babası Alfred Jarry ne demişti: “Ben kendine özgü, tükenmez her güzelliği canavar olarak tanımlarım.”