13.03.2015
“Kendi ütopyalarını kuracak, özgürlük ateşiyle yanacak İkarus’lar aranıyor.” Böyle bir çağrıya çok az kişi yanıt verecektir. O kadar alıştık ki tutsaklığa, özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu unuttuk. İktidarın ve medyanın (Acun’un) “Ütopya”sında mastürbasyon yapmayı özgürlük sanıyoruz. Mastürbasyon tutsaklığa dâhildir oysa. Özgürlük sınırlarla ilgili bir kavram; fiziksel ve zihinsel çitleri, duvarları aşma istenci. Çitler ve duvarlar norm alanını çevirdiğinde, duvarların ötesi anormalleşmiştir. İktidarın normunun dışına çıkma, anormalleşme düşüncesi bile korkutur bizi. Normun sınırlarında cesetlerimiz sallanıyor çünkü. Normdan çıkanlar, Mezopotamya’da olduğu gibi ölü bedenlere dönüşüyor. Bu, iktidarın dayatması. Hâlbuki tersi geçerlidir. Norm ölü bir alandır ve yaşam normun sınırının ötesinde uzanıyor. Tutsak aldığımız nesneler bile yere düştüklerinde sınırları aşıp bambaşka yerlere kaçabiliyorlar.
Bir şeyi düştüğü yerde aramanın büyük bir hata olduğunu anlıyorum her seferinde. Masadan düşen bir nesneyi bulmak için az çaba harcamadım. Nesne düşer, sert zemine çarpar ve sıçrar. Sonunda hiç hesaplamadığımız yerde çıkıverir karşımıza. Geçen akşam çakmak, ‘bizim’ masadan yere düşmüş ve tüm aramalarımıza rağmen bir türlü bulamamıştık; sonunda yan masadaki ‘ötekilerin’ ayakları arasında gözümüze çarptı ve ona ulaşmak için diyaloğa girmek zorunda kaldık.
KAİDESİNDEN DÜŞEN SANAT
Hiç aklımıza gelmeyecek bir yerde, rastlantısal bir karşılaşma ile buluşuruz masadan düşen nesneyle. Sanat da yerleştirildiği kaideden düşmüş, sert zemine çarparak sıçramıştır. Sanatı artık kaidesinde ya da kaidesinin dibinde aramak boşunadır. Hiç umulmadık bir yerde karşımıza çıkacak ve karşılaştığımız an, keşfetmenin şaşkınlığıyla yeniden ilişki kuracağız onunla; üstelik yine ötekilerin ayakları arasında duracak ve ona dokunmak için konuşmak zorunda kalacağız. Artık sanatı büyük harflerle yazmak, bir kaide üzerine yerleştirmek boş bir çabadır. Ya da iktidar kurma çabası. İktidar hep dikey, kaide ile dibi arasındaki ilişkiye dayandırır kendini. Bu anlayışa göre “armut dibine düşecektir.” Model ve kopya ilişkisi üzerine kurulu bir sistemde ürünlerin de model gibi davranmaları beklenir. Ama model kaidesinden düşüp dağıldığında, hâlâ model varmış gibi davranmanın saçmalığını yaşarız.
ÖZNE DE DÜŞMÜŞTÜR
Yere düşüp sıçrayan nesne, rastlantısallığın alanına girmiştir. Ve bu alan, eril aklın tüm belirlenimci ilişkilerini dışladığı için iktidar tedirgindir. Kaideden sadece nesne düşmedi; nesneyle birlikte özne de kendini sabitlediği kaideden düşmüştür. Michelangelo’nun “Davut” heykeli kaide üzerindedir; ve onu seyreden ve seyrederken kendini yaratan özne de kaide üzerindeydi. Ama Barok dönemde Bernini “Davut”u bükerken, nesnesine göre kendini konumlandıran özneyi de bükmüş ve nesnesiyle birlikte özne de kaidesinden düşmüştür. Sanatı ve özneyi kaideden düşüren son darbeyi de Duchamp indirmişti. Özneyi kaidesinde ya da düştüğü yerde bulamayız artık. Sert zemine çarparak sıçramıştır ve ötekilerin ayakları arasındadır. Öteki olarak dışladığımız insanlarla diyaloğa girmeden özneyi keşfedemeyiz.
Ne nesneyi ne sanatı ne de insanı, diyaloğa girmeden keşfetmenin mümkün olmadığı bir çağdayız. Keşfetmek ahlaki değil, etik bir sorumluluktur. Nedir ahlaki sorumluluk? Kendini kaideye yerleştirmiş iktidarın sorduğu ve yanıtı zaten belli olan sorulara yanıt vermektir. Tüm Batı dillerinde ‘sorumlu’ (responsible) sözcüğü, ‘yanıt verebilir’ anlamını da taşır. İktidar kendi varlığını meşrulaştıracak ve yanıtı belli olan sorularla ahlaki sorumluluklar yükler bize. Etik bir düzlemde soruları biz sormaya başladığımızda, norm koyucu iktidar kaidesinden düşecektir. Kaidesinden düşmüş özne, ötekilerin ayakları arasındadır artık. Ve özgürlük, iktidarın “Ütopya”sında değil, ayaklar konuştuğunda ve kanatlandığında keşfedilecektir.
KAİDESİNDEN DÜŞEN SANAT
Hiç aklımıza gelmeyecek bir yerde, rastlantısal bir karşılaşma ile buluşuruz masadan düşen nesneyle. Sanat da yerleştirildiği kaideden düşmüş, sert zemine çarparak sıçramıştır. Sanatı artık kaidesinde ya da kaidesinin dibinde aramak boşunadır. Hiç umulmadık bir yerde karşımıza çıkacak ve karşılaştığımız an, keşfetmenin şaşkınlığıyla yeniden ilişki kuracağız onunla; üstelik yine ötekilerin ayakları arasında duracak ve ona dokunmak için konuşmak zorunda kalacağız. Artık sanatı büyük harflerle yazmak, bir kaide üzerine yerleştirmek boş bir çabadır. Ya da iktidar kurma çabası. İktidar hep dikey, kaide ile dibi arasındaki ilişkiye dayandırır kendini. Bu anlayışa göre “armut dibine düşecektir.” Model ve kopya ilişkisi üzerine kurulu bir sistemde ürünlerin de model gibi davranmaları beklenir. Ama model kaidesinden düşüp dağıldığında, hâlâ model varmış gibi davranmanın saçmalığını yaşarız.
ÖZNE DE DÜŞMÜŞTÜR
Yere düşüp sıçrayan nesne, rastlantısallığın alanına girmiştir. Ve bu alan, eril aklın tüm belirlenimci ilişkilerini dışladığı için iktidar tedirgindir. Kaideden sadece nesne düşmedi; nesneyle birlikte özne de kendini sabitlediği kaideden düşmüştür. Michelangelo’nun “Davut” heykeli kaide üzerindedir; ve onu seyreden ve seyrederken kendini yaratan özne de kaide üzerindeydi. Ama Barok dönemde Bernini “Davut”u bükerken, nesnesine göre kendini konumlandıran özneyi de bükmüş ve nesnesiyle birlikte özne de kaidesinden düşmüştür. Sanatı ve özneyi kaideden düşüren son darbeyi de Duchamp indirmişti. Özneyi kaidesinde ya da düştüğü yerde bulamayız artık. Sert zemine çarparak sıçramıştır ve ötekilerin ayakları arasındadır. Öteki olarak dışladığımız insanlarla diyaloğa girmeden özneyi keşfedemeyiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder