27 Mart 2020 Cuma

DEĞERLİ YALNIZ ÖRÜMCEKLER

Louise Bourgeois, "Örümcek"
RAHMİ ÖĞDÜL
27.03.2020
Spider solitaire’den öğrendiğim bir şey varsa o da, yanlış kartlarla başladıysanız, oyunu asla bitiremeyeceğinizdir. Son aşamaya geldiğinizde boşuna çırpınıp durursunuz. Başa dönüp başlangıç koşullarını değiştirmezseniz oyun kilitlenir. Tıpkı yanlış öncüllerle kurulmuş bir hayatın içinde kilitli kalmamız gibi. Adorno söylemişti: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz”. Yanlış hayatın içinde doğruyu ararken tükendi ömürler. Lakin oyunu biz kurmamıştık. Başlangıç koşullarından haberdar olan devrimciler hayatı değiştirmek istediler. Ama çoğumuz nerede ve ne zaman başladığını bilemediğimiz, başa dönüp başlangıç koşullarını değiştirebilme fırsatı bulamadığımız hayatlar yaşadık. Yaşamı, yeryüzünü değersizleştiren, metaya dönüştüren bir oyunun içinde kıstırılmıştık. Umudunu yitirenler, kısır döngüden bitkin düşenler, hayattan ayrılmayı seçtiler. Açmazlarla dolu bir hayatın içinde kilitli kalanların, karanlık tünelin ucundaki ışığı beklemekten başka bir seçenekleri olamazdı. Işığı bekliyorduk ama sonunda karanlığın içinden koronavirüs çıkageldi. Ve oyun bozuldu.
Doğa, önünde poz vereceğiniz statik bir dekor değildir. Doğa devinir, devrimcidir. Egemenlerin kurduğu oyunu eylemleriyle bozar ve birden kendimizi başlangıç koşullarında buluruz, çırılçıplak. Böyle anlar, hayatı yeni baştan, hep birlikte örgütleyebilme fırsatını yakaladığımız nadir anlardır. Fransız Devrimi’nin koşullarını da doğa hazırlamıştı. 1783 yılında faaliyete geçen iki volkan, Japonya’nın merkezindeki Asama Dağı ve İzlanda’nın güneyindeki Laki Dağı, altı yıllık bir araya rağmen 1789’daki Fransız Devrimi’ni tetiklemişler. Volkanik patlamalar atmosfere çok büyük miktarda kükürtlü kül karışmasına ve böylece kısmen de olsa güneş ışınlarının dünyaya ulaşmasını engelleyerek iklimin geçici olarak soğumasına yol açmıştı. Jean Starobinski ‘Özgürlüğün İcadı’ adlı kitabında 1788-89 kışının çok soğuk geçtiğinden söz ediyor: “Venedik’teki lagün donmuştu: karşıdan karşıya yürüyerek geçiliyordu. Paris’te ise buzlar Seine Nehrini tıkamıştı” (Metis). 1789 kışı çok sert geçmiş ve taşrada isyanlar, yağmalamalar görülmüştü. Ve 5 Mayıs’ta devrim patlak verdi.
Her doğal felaket, hayatın öncüllerini değiştirebileceğimiz başlangıçlar yaratabilir. Oyun bozulmuş, kapitalizmin otoyolu tıkanmış, çizgisel zaman kırılmıştır. Ve zamansal ve mekânsal kırılmayla ortaya çıkan boşluk, çocukluk günlerinde birlikte oyunlar kurduğumuz, aramızda yeni bağlar icat ettiğimiz arsalardır. Von Kleist’ın ‘Şili’de Deprem’ öyküsü, hiyerarşik tabakalar, duvarlar arasına sıkışmış insanların bir deprem sonrası kentin dışındaki boşlukta bir araya gelişlerini anlatır. Hiyerarşik kurumlar ve kurumların yargıları çökmüş, insanlar bir boşlukta birbirlerine çırılçıplak yakalanmışlardır. “Çeşitli toplumsal sınıflardan insanlar, depremden sonra göz alabildiğine geniş bir alana yayılmıştı. Kontlar, dilenciler, çiftçiler, memurlar, işçiler ve din adamları. Hepsi bir bütün olmuştu. Aralarındaki toplumsal farklılık önemli değildi artık. Birbirlerine yardım etmek için adeta yarışıyorlardı… Bu deprem felaketi hepsini büyük bir aileye dönüştürmüştü sanki.”
Koronavirüs paranın, malların ve bunların üzerine uçan halı misali oturanların dolaştığı küresel neo-liberal akışlar üzerinden yayıldı. Ve zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılan bu akışların ne kadar sağlıksız olduğunu birden fark ettik. Şimdi hiç olmadığı kadar seviyoruz yaşamı; kendimizi küresel akışlardan sakınmamızdan belli. Depremden farkı; boşluklarda bir araya gelemiyoruz; hayatta kalmak için tek başına yaşamak zorundayız şimdilik: ‘solitaire’. Değerli tek taşlara da ‘solitaire’ deniyor; değerlisiniz ve yalnız. Düşünmek yalnızlığı gerektirir, tüm değerleri yeniden sorgulamak için. Virüs, hakikat diye yutturulan yalanların, yargıların, kurumların foyasını ortaya çıkardı. Kriz var; kriz kritik düşünceyi tetikler. Tek başına yaşayan örümcekler, hayatta kalabilmek için yerel dayanışma ağları örmek zorunda. Oyun bozuldu; hayatın öncüllerini değiştirme fırsatını bir kez daha yakaladık. Doğa bunu hep yapıyor. Devinir, devrimcidir, hayatın alışıldık ritmini değiştirir, zihinleri de. Noam Chomsky ne demişti: “Alışılmış zihinsel düzenler değiştiğinde devrim patlak verir”.

25 Mart 2020 Çarşamba

MAĞARADAN ÇIKIŞ: KORONA İMGELERİ

RAHMİ ÖĞDÜL
20.03.2020
Mağaradaki tutsaklar sadece gölgeler, imgeler görebilirler. Hakikati görebilenler, beden denilen mağaradan çıkmayı başaranlardır. Platon’un mağarasından çıkış var mı? Medya denilen, durmadan imge üreten mağarada kıstırıldık. “İmgeler bize bir dünya gösterir ama dünyayı göstermez. İmgeler gösterilen şeyin kendisi değildir, onların temsilcileridir: bir tür yeniden gösterimdir. Hatta imgelerin temsil ettiği olgular gerçekte var olmayabilir ve bunun yerine hayal dünyasına, ümitlerimize, rüya ve fantezilerimize sıkışmış olabilir” (Leppert, Nü, Ayrıntı). Elbette korkularımıza da sıkışmış olabilir. Korona imgelerinin gösterdiği dünya, kirli, hastalıklı bir dünyadır. İmgeler, bizden yeryüzünü saklıyor. Ve giderek en yerel olana, bedenlerimize kapanıyoruz. Üstelik bu imgeler, bize bedenlerden tiksinmeyi de öğretiyor, kendi bedenimizden bile. Bedenine yabancılaşma, yoğun tecrit koşullarında yaşayanlarda görülür. Yoğurda arap sabunu karıştırıp yiyenler mi ya da ellerini ova ova kanatanlar mı ararsınız? Bedenin hapishaneye dönüştüğü tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Platon bedenin, kurtulunması gereken bir hapishane olduğuna inanıyordu. Korona imgeleri, bedeni terk ettiğimiz, ama yaşamlarımızı medya mağarasında sürdürdüğümüz bir dünyanın ön gösterimidir.
Platon’un dünyasında görülebilir nesneler vardır, bir de akılla kavranabilir nesneler. Görünen dünya ile göremediğimiz, ama akıl yoluyla kavrayabildiğimiz dünya arasındaki gerilim, sanat ve düşünce tarihini, politikayı da ilgilendiriyor. Görünür nesneler, bedenler yanıltıcıdır, üstelik kirletici. Hakikati kirletiyorlar. Aman dikkat! Aramızdan hainler çıkabilir, hâlâ bedenli olmakta, yeryüzünü bedenleriyle duyumsamakta ısrar edenler var. Bunlar yeryüzünün bulaştığı kirli bedenlerdir; bulaşan ve bulaştıran bedenler. Matrix’te Cypher, bedenli olmayı, ‘bir bifteğin ağızda bıraktığı sulu tadı’ duyumsamayı özlediği için Platoncu Morpheus’a ihanet etmişti. Sorun, bedenli olmak ya da olmamak. Duyumsadığımız imgeler, akıl yoluyla kavrayabileceğimiz ideaların eksik, yanıltıcı kopyalarıdır. Kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz dünyayı terk ederken, yaşamlar Korona ideasına göre tasarlanıyor; bir mağaradan çıkıp, bir diğerine giriyoruz. Bedensizleşme için teknik altyapılar çoktan hazır. Tamamen imgelerden oluşan ve imgeler aracılığıyla aklımızın ve algılama yetilerimizin manipule edileceği sanal mağara. Bedenlere gerek yok artık; bundan sonra tüm yaşamsal faaliyetler internet üzerinden gerçekleşebilir.
En iyi, en doğru, en güzel yaşam, yani ideal olan, korona ideasına göre yaşanabilir. Bu idea, steril bir yaşam ideasıdır; dışarısı virüs dolu; yeryüzünde yaşamak, mikroplarla temas etmek ve hastalanmaktır. Bedenler mikrop saçıyor, bedenlerden uzak durulmalı. Oysa Korona bir idea değil, yeryüzünün bir bedenidir; yakalanmayan, sürekli kimlik değiştiren, ele geçmeyen. Gerçek bedenleri, mutlak hakikatler olarak idealardan ayıran, oluş yaşamalarıdır. Virüsler mutasyon geçirip bir başka kimlikle karşımıza çıkabilirler. Korona ideası ile virüs gerçeği arasındaki yarılma, gündelik yaşantımızda yaşadığımız yarılmadır. Steril kimliklerinde asılı kalmış varlıklarla, sürekli oluş yaşayan tekil olanın ele geçmezliği. İktidar, kimliklendirdiği özneler için her zaman elinin altında ‘antibiyotikleri’ hazır tutuyor; adı üzerinde ‘yaşam karşıtı’. Özneler ne zaman yaşamı talep etseler, bastırılıyor.
Virüslerden öğreneceğimiz şey, yaşamın asla bastırılamayacağıdır. Koşullara göre hem cansız, hem canlı özellikler gösteren virüs bir geçiş formu olarak, inorganik olanla organik olanı, yeryüzünün taşı toprağı ile bedenleri birbirine bağlıyor. Bir göçebe. Yaşamlarını sabit ve steril kimlikler üzerine inşa etmiş yerleşiklerin büyük anlamlar yüklediği tüm yerleşik değerleri nasıl da değersizleştiriyor. En değerli olanın yaşamak ve asıl hapishanenin kimlik olduğunu öğretiyor bize. Nietzsche, yaşam için en tehlikeli koşullar altına bile, yaşamı korumak için hiç isyan etmeden kara uzanan, bir nevi kış uykusuna dalan Rus askerlerinden söz ediyordu. Virüs gibi şimdilik ölü taklidi yapıyoruz. Umarım kış uykusundan uyandığımızda mağaramızdan çıkar ve yeryüzünü, yaşamı çok daha güçlü talep ederiz.

14 Mart 2020 Cumartesi

TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK

RAHMİ ÖĞDÜL
13.03.2020
Bizi öldürecekse, iyimserlik öldürecek; tünelin ucunda ışık görenlerin iyimserliği. Gördükleri, yaklaşmakta olan, üzerimizden silindir gibi geçecek trenin ışığı olmasın sakın? Karanlık bir ortamdayız, ama tünel olduğunu hiç sanmıyorum. Tünel metaforu, doğrusal düşünmenin bir ürünü; zamanı çizgisel olarak düşündüğümüz gibi, mekânı da doğrusal bir tünel olarak tahayyül ediyoruz. Ve inanışa göre ışık, mutlaka tünelin ucunda, yani gelecekte belirecek. Tünel yolculuğu şamanların, trans hâle geçenlerin öznel, psikolojik bir deneyimi olabilir. Ama bizim yaşadığımız zifiri karanlık, herkesin gömüldüğü, zamansal ve mekânsal olarak her yöne yayılarak yaşamı örten gerçek bir karanlık. Karanlık şimdiyi kapladıkça, gelecek de karanlığın içinde birikiyor. Karanlığın içinde birikenler bizleriz; hem geçmiş hem de geleceğiz. Işığa aldanmayın! Gördüğümüz tek ışık, sahnenin ışığı. Gölgeden çıkıp, sahneledikleri oyunu bozduğumuzda gelecek de gelmiş olacak, ama şimdilik henüz biçimlenmemiş kuvvetler alanında, karanlıktayız.
Sahneyi aydınlatan ışık dışında tüm ışıklar söndürüldü ve karanlığa gömüldük. Sahnede sergileyecekleri oyunu seyretmek için koltuklarınıza yaslanın. Seyredeceğimiz bizim hikayemiz, kaderimiz gözler önüne serilecek. France Farago sinema ya da tiyatroyu, “içerdiği sorunsal açısından kendi kaderlerini gözler önüne serip birlikte tartışmak üzere insanları bir araya toplamaya dayanan” sanat olarak tanımlıyor (Sanat, Doğu Batı Yayınları). Sahnedeki oyuncular, temsilcilerimiz; biz seçtik. Sergilenen oyunu izlerken içiniz sızlayacak ama adı üzerinde, temsili demokrasi. Seyretmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Öyle sözleştik; biz temsilcilerimizi seçecek ve temsilcilerimiz de bizim yerimize ve adımıza oynayacaklar. İrademizi temsilcilere devretmiştik.
Zamanlar değişiyor, ama konumumuz hiç değişmedi; koltuklar rahat. Birazdan oyun başlayacak ve bizler karanlıkta, rahat koltuklarımızda, oyuncuların sergilediği oyunu içimiz burkula burkula seyredeceğiz. İzleyeceğiniz sizin hayatınız. Uyarmamız gerekiyor: İzleyeceğiniz oyun, şiddet/korku, öldürme, yaralama, tecavüz, işkence, savaş sahneleri, parçalanan bedenler içerebilir. Keyifli seyirler! Birazdan kadınlar katledilecek, çocuklara yurtlarda tecavüz edilecek, çoluk çocuk demeden insanlar savaşlarda öldürülecek ya da yerinden yurdundan edilecek. Merak etmeyin, tüm izleyecekleriniz sahnede gerçekleşecek, siz karanlıktasınız, güvende. Ve olayların sizin başınıza gelmediği için kötücül sevinçler duyacaksınız. Ama o da ne! Sahnedeki, yan koltukta oturan komşumuz değil mi?
Yanınızdaki koltukta oturan komşunuz sahneye çıkabilir, siz de çıkabilirsiniz. Şaşırmıyoruz artık. Çünkü sahne ile seyirci bölümü arasında görünmez duvarlar var. Ve dip dibe oturduğunuz, ama kim olduğunu bilmediğiniz komşunuzu ancak sahnenin ışıkları altında tanıma fırsatı bulacaksınız. Komşunuz ya bir cinayete kurban gitmiş, ya yoksulluktan intihar etmiş, veya savaşta öldürülmüş, yahut en iyi ihtimalle şiddete maruz kalmış olabilir. Ve ancak o zaman komşunuzun hayatını, sahne denilen medyadan öğreneceksiniz. Size de çıkabilir ve o zaman komşunuz sizin kim olduğunuzu öğrenecek. Ama biz hâlâ karanlıktayız, seyirci bölümünde. İ.Ö. 1. yüzyılda yaşamış Romalı ozan Horatius uyarmıştı: “Tua res agitur paries cum proximus ardet” (Komşunuzda yangın varsa bu sizi de ilgilendirir). Hiçbirimiz güvende değiliz.
Sahnedeki temsilcilerimizin bir adım öne çıkmasını ve oyunu bir kenara bırakıp doğrudan bize seslenmelerini ve yaşananları bizimle tartışmalarını bekliyoruz. ‘Parabasis’ denilen bu durum antik dönemde Yunan komedyalarında oluyordu. Artık temsilcilerimiz bizi temsil etmiyor. Sanatta olduğu gibi toplumda da temsil krizi yaşanıyor. Siz biriciksiniz, kendinizi ancak kendiniz temsil edebilirsiniz. Sahnenin ışığı yerine, karanlığa çevirin yüzünüzü. Çağdaş olan, “kendi zamanından gelen karanlık huzmesini tüm yüzünde algılayan kişidir” (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Karanlık, henüz var olmayan gizil kuvvetler içeriyor. Hiçlikten varlık alanına geçtiğimizde mevcut şeylerin seyri değişecek. Halk henüz mevcut değil. “Sanat, henüz eksik bir halkı bekleyen, çağıran şeydir” (Paul Klee).

10 Mart 2020 Salı

REJİMLER YIKILMALI!

Piet Mondrian
RAHMİ ÖĞDÜL
06.03.2020
Rejimler yıkılmalı! Taş üstünde taş koymayın. Durun, sağa sola saldırmaya başlamayın! Taş derken, iktidarın duvarlarını örerken kullandığı taşlardan bahsediyorum, yani bizlerden. Pink Floyd’tan mülhem, tuğla da diyebilirsiniz. Rejim derken de merkezi bir hükümetin toplumsal bedene hükmetme biçiminden, yani öznenin kendi bedenine uyguladığı rejimlerden söz ediyorum. Bedenler sömürgeler; özneler de merkez tarafından atanmış sömürge valileri. Biyo-iktidar kendi rejimini, bedenlere atadığı sömürge valileri aracılığıyla uygulatıyor: Yeme içme rejimi, görme rejimi, düşünme ve konuşma rejimi, ilişki kurma rejimi. Ve tüm bu rejimleri ya televizyonlarda ‘eller havaya’ların arasına sıkıştırılmış uzmanlardan ya da kitapçılardan seçtiğiniz kişisel gelişim kitaplarından, yaşam koçlarından edindiniz. İktidar sizsiniz. Sıkı düzenler, isyanları önlemek içindir. Bedenleriniz yeryüzünün çokluğunu içeriyor ve çokluğun, bedenin sesini bastırmak üzere atandınız. Bedenleriniz isyan etmesin diye, kendi rızanızla kendinizi durmadan kafeslerin içine kapatılıyorsunuz. Hiç şikayet etmeyin, rejim sizsiniz.
Milföyü, çok yağlı olduğu için beslenme rejiminizden çıkarmış olabilirsiniz, ama milföy sizsiniz, milföy hamuru gibi kat kat rejimlerle kaplı bedenleriniz, kat kat kafeslerle. Biyo-iktidarın empoze ettiği rejimleri, sıkı düzenleri bedenlerinize uyguladıkça sağlıklı olacağınızı düşünüyorsunuz, ama tüm çileci uygulamalar gibi, giderek yeryüzünden ve bedenlerinizden daha çok nefret ettiniz. Yeryüzü ve bedenleriniz sizi baştan çıkaracak şeytanlarla dolu; şeytanları çıkarmadan rahat edemeyecektiniz. Şeytan dedikleri, yeryüzünün ruhu Dionysos’tur; sizi yeryüzüyle birlikte esrimeye, yeryüzünün tüm bedenleriyle birleşmeye çağıran yaşam sevinci. Dayatılan tecrit koşullarına boyun eğdikçe, yaşamdan nefret ettiniz. Artık sizin için yeryüzünün bedenleriyle temas etmek, kirlenmektir; uzak durun bedenlerden! Ötekilerin bedenleri mikroplarla dolu. Ama unutmayın, mikroplar artık karantinada tutulamıyor. İktidar insanları yerinden ettikçe ötekiler her yere yayılıyor. O halde bir sömürge valisi olarak daha sert rejimler uygulamalısınız bedenlerinize ve içinizde bir nebze yaşam sevinci, yeryüzü sevgisi kaldıysa, öldürün ve faşistleşin! En sağlıklı beden, faşistin bedenidir.
Hijyenik beden, yeryüzünün tüm akışlarından yalıtılmış, ötekilerinin bedenlerine pislik olarak, nefretle bakan ve ötekilere dokunmamak için kendine sıkı düzen uygulayan bedendir. Rejimler, içinizdeki çokluğun isyanını bastırmak içindir. Despot sizsiniz, içinizdeki çokluğu kat kat kafes tellerinin içine kapattınız. Bedeniniz sizin bedeniniz, kapatılan sizsiniz. Kafes tellerinin içinden baktıkça tutsaklığı her yere taşıyor, her şeye bulaştırıyorsunuz. Buna rağmen hâlâ yaşanası bir dünyanın mümkün olduğuna inanabiliyorsunuz. Tuhaf, çok tuhaf! Kafes tellerinin ardındayken nasıl mümkün olabilir ki bu? Yaşanası bir dünya yeryüzünün tüm çokluğunu kucaklamakla mümkün. Çokluk sizsiniz, bedenleriniz. Ancak bedenleriniz özgürleştiğinde siz de özgürleşebilirsin. O yüzden yıkım işlemine önce algı rejimlerinden başlayın. Mevcut algılarımızı yıkmadığımız takdirde, dünya mevcut haliyle devam edecek ve biz hep başka bir dünyayı özlemekle yetineceğiniz. Başka bir dünya, dışsal olanın yıkılmasıyla kurulmuş olsaydı, şimdiye kadar çoktan kurulmuş olurdu. Her doğal ya da yapay yıkımdan sonra mevcut algı rejimleriyle özneler, hep aynı dünyayı yeniden kuruyor. Rejimleri dışarıda aramayın, rejim dedikleri sizsiniz, kendinizi yıkın; hiç değilse küllerinizden yeniden doğabilme fırsatı yakalayabilirsiniz.
Nereden başlamalı, bilemedim; baştan aşağı rejimlerle kaplı bedenlerimiz. O halde baştan başlayıp aşağı doğru ilerleyelim: Görme rejiminden. Gerçeği tüm çıplaklığıyla gördüğünüzü iddia etmeyin. Kafes tellerinin arkasından bakıyorsunuz. Baktığınızda kafes telleri yeryüzünü ızgara planına göre parçalara ayırıyor. Baktığınızda, en yabani olanı kafes tellerinin içine kapatıp evcilleştiriyorsunuz. Oysa o yabani bizi tutsaklıktan kurtarabilirdi. O yabani, kafesten kaçış yollarını gösterebilirdi bize. O yabani şimdi, kafesinin içinden dışarı bakmakla yetiniyor: Bedenlerimiz.