19 Ocak 2012 Perşembe

MAJÖRLER ÇOKTAN TÜKENDİ, MİNÖR-OLUŞLARA BAKALIM


RAHMİ ÖĞDÜL

19 Ocak 2012

İktidar durmadan, hayatta yapacağımız her hamleyi ölçeceğimiz, biçeceğimiz standart ölçüler dayatıyor bize. Bu standartlardan saparsak sapık, zındık ya da hain olacağımızı hatırlatıyor her seferinde. Çoğunluk (majorite) içinde kalmamızı öğütlüyor. Çoğunluğun terimleriyle davranmamızı, yaşamamızı, bedenlerimizi kullanmamızı, ilişkiye girmemizi istiyor. İktidarın yaslandığı ve ürettiği çoğunluk kavramının ardında bir ortalama , standart bir ölçü duruyor hep. Bu standart ölçüye göre değerlendiriliyor her şey. Bu standart ölçü faaliyet alanlarımızın, ifadelerimizin sınırlarını belirliyor. İktidarın ve tahakkümünün sırtını dayadığı ve sabitlik üzerinden geliştirdiği bu çoğunluk kavramının içinde kaldığımız ölçüde başka belirlenimlerin açığa çıkması zor görünüyor. Oysa bir norm olarak bize dayatılan bu çoğunluk aslında hiçbir zaman olmadı; herkes kendi yaşadığı mikro oluşlarla bu sabiteden, standarttan saparak toplumsalın çeşitlenmesine yol açıyor kaçınılmaz olarak. Dolayısıyla her oluş bu yüzden bir minör-oluştur.

ÇOĞUNLUĞUN OLUŞTURDUĞU KAVRAM
Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da geliştirdikleri haliyle azınlık (minörlük) kavramı, müzikal, yazınsal, dilsel ve de hukuki, politik göndermeleriyle çok karmaşık bir kavram. Azınlık ile çoğunluk arasındaki karşıtlığın salt niceliksel olmadığını; çoğunluğun, ifadenin ya da içeriğin bir sabitesini ima ettiğini vurguluyorlar. Bir değişmezlik üzerinden oluşturuluyor çoğunluk kavramı. Örneğin, standart bir dil konuşan, yetişkin-beyaz-heteroseksüel-Avrupalı-erkek bir standart, bir sabite olarak konuluyor önümüze. Bu erkeğin sayısal olarak az ya da çok olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Dolayısıyla sayısına bakılmaksızın bu sabiteden farklı olan bir belirlenim azınlıkçı olarak düşünülecektir. Çoğunluk iktidarı ve tahakkümü, standart bir ölçüyü ima ederken, azınlık bu iktidar ve tahakkümden kaçan oluşlara vurgu yapıyor. Örneğin seçimlere baktığımızda bize seçme ve seçilme hakkı verildiğini düşünerek bir özgürlük ortamı içinde bulunduğumuz yanılsamasına kolayca kapılabiliyoruz. Oysa bu hak bize standardın, sabitenin sınırlarını, yani çoğunluğu onayladığımız ölçüde veriliyor. Seçimimizi toplumu değiştirme yönünde kullanmamamız gerekiyor. Deleuze ve Guattari tam bu noktada her şeyin ters yüz edildiğini, zira soyut standartta analitik olarak içerildiği ölçüde çoğunluğun aslında hiç kimse olduğunu belirtiyorlar. Çoğunluk diye bir şeyin olmadığını, çoğunluğun ‘Hiç Kimse’ olduğunun altını çiziyorlar. Buna karşın azınlık-oluş, dayatılan modelden saptığı ölçüde herkesin oluşudur. Bu yüzden herkes azınlıktır, minördür bir ölçüde.

TEK CİNSİYETE DAYALI MODEL
İktidarlar tahakkümünü modellerle kuruyorlar. Günümüzde erkek-dişi karşıtlığına dayalı cinsiyet modeline bakalım; bu modelin, Newton ve Descartes’a özgü mekanik felsefeyle birlikte ancak yakın zamanlarda Batı tarihine hakim olduğu biliniyor. Rönesans’a kadar süren klasik zamanlarda tek cinsiyete dayalı bir model tercih ediliyordu; bu modele göre, en altta yer alan incelikten yoksun bedenden başlayıp, en üstte yer alan ideal bedene dek uzanan, mükemmellik dizisi halinde sıralanmış insan bedenleri vardı. Bu model de en az çift cinsiyet modeli kadar cinsiyetçiydi. Tek cinsiyetli modelde geleneksel erkeklik, dişi bedenine nazaran canlılık bakımından daha sıcak olduğundan mükemmellik dizisinin tepesinde duruyordu; oysa karakteristik dişi formu, erkekle kıyaslandığında üretici kuvvetlerinin görece zayıflığından dolayı bu merdivenin çok aşağısına yerleştirilmişti. Beden ısısına göre kurulan bu tek cinsiyetli modelin cinsiyetçi söylemi, modern zamanlardaki çift cinsiyetli modelde de devam ettiği görülüyor. Tüm varyasyonlarıyla her yöne uç veren yaşamın içinden çekip çıkarılan bir sabiteyi, kurmaca bir gelişim çizgisini model alan iktidarın söylemi bize hayatı dar ediyor.

DEVRİMCİ OLUŞ
Çoğunluk oluş diye bir şey yoktur, çünkü hayat modellerle, akıllı tasarımlarla değil, rastlantılarla, karşılaşmalarla, hatalarla, sapmalarla çeşitleniyor ve her oluş iktidarın modelinden saptığı ölçüde bu yüzden bir azınlık oluştur. O yüzden, bir sabite ve homojen bir sistem olarak çoğunluk (majörite); alt sistemler olarak azınlıklar; ve potansiyel, yaratıcı bir oluş olarak azınlık (minöriter) arasında ayrım yapmamızı öneriyorlar Deleuze ve Guattari. Dil içinde aynısı geçerli. Azınlık dilleri, majör dil ve majör dilin azınlık (minör)-oluşu sürecine girmesi arasında da yapıyoruz bu ayrımı. Azınlıklar, nesnel olarak tanımlanabilir durumlardır, kendi getto yurtlarına sahip, dil, etnisite ya da cinsiyet halleridir. Fakat aynı zamanda bunlar, ortalamanın ya da çoğunluğun kontrol edilemez hareketlerini ve yersiz yurtsuzlaşmalarını başlatacak oluşun tohumları ve kristalleridir de. Bir çoğunluk dilinin oluş yaşaması için, bir azınlık diline eklemlenerek bir oluş sürecine girmesi gerekiyor. Salt bir azınlık dilini konuşarak, bölgeselleşerek ya da gettolaşarak devrimci olunamayacağını vurguluyorlar Bin Yayla’da. Devrimci oluş, bir çok azınlık unsurunu kullanarak, bunları birleştirerek, özgün, öngörülemeyen özerk bir oluştur ancak. İktidarın majörleri çoktan tükendi; birbirimize eklenerek erkleneceğimiz minörlere, devrimci-oluşlara yolculuk ise tüm hızıyla devam ediyor.

12 Ocak 2012 Perşembe

TENİN BİLGİSİ: DOKUNALIM VE KİRLENELİM!


RAHMİ ÖĞDÜL

12 Ocak 2012

Geçen yaz ders sonrası kampüsün çimenlerine oturup söyleşmeyi sürdürmek isteyen bir grup öğrenci arkadaşımla aramızda geçen konuşmayı hatırlıyorum. Doğa Temsilleri dersinden sonra çimenlere doğrudan oturmaktan kaçınmamı çoğu garipsemişti. Doğadan kopmuşluğumuz üzerine onca laf ettikten sonra çimen yeşilinin, tozun üzerime bulaşmaması için gösterdiğim çaba tuhaftı gerçekten de. Aşırı kültüre edilmiş ve kapatılmış bedenler olarak her türlü bulaşmayı kirlenme olarak algılayan metropol insanlarıydık eninde sonunda. Gevezelik yapmakta üzerimize yoktu, ama iş uygulamaya gelince birden duraksıyorduk. Doğa ya da kentler bir görsel şölen olarak açılmalıydı önümüzde. Bulunduğumuz ortamı bir tensel şölene çevirmeyi ne yazık ki beceremiyorduk. Aramıza görsel mesafeler yerleştirdiğimizde kendimizi güvende hissediyorduk.

Dokunmak, artık unutulmaya yüz tutmuş bir özelliğimiz; 18. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş inşa edilen hijyenik beden için dokunma bir kirlenme kaynağıdır. Biyo-iktidar olarak tıbbi söyleme öylesine kaptırdık ki kendimizi artık birbirimize bile dokunamaz olduk, her taraf mikrop kaynıyor. Mikropların başkalarından bize bulaşacağı korkusuyla, giderek tüm gözenekleri kapalı, dokunamayan bireylere dönüştük. Bedenlerimizin ve toplumlarımızın düzenini bozan bir unsur olarak kire karşı takınılan bu tavrın köklerini modern öncesi toplumlardaki tabuyla ilişkilendiren Mary Douglas, “Saflık ve Tehlike” (Metis) kitabında şöyle yazıyor: “Kir kavramı, çağdaş batı kültürü ile evrene ilişkin önemli sınıflandırmaları bulanıklaştıran davranışların tabu haline getirildiği başka kültürler arasında bir köprü kurmaktadır. Bizler kiri pis ve tehlikeli bir şey olarak ifşa ederken onlar tabu haline getirir.” Kirlenme düzensizle bir tutuluyor çoğu kültürde. Ve mutlak kirlilik diye bir şey olmadığının, kirlilik kavramının toplumdan topluma, kişiden kişiye değiştiğinin altını çiziyor Douglas. Kirlilik kurulu düzeni tehdit eden bir unsur olarak çıkıyor karşımıza. Zihinsel ve bedensel düzenimizi korumak için dışarıyla kurulan her türlü temasa bir tabu gibi yaklaşılıyor hala. Bir saflık, temizlik takıntısıyla başka nesnelere, bedenlere, düşüncelere dokunmamak için elimizden geleni yapıyoruz. Douglas, “Saflık değişimin, muğlaklığın ve uzlaşmanın düşmanıdır” dedikten sonra, düşünsel saflık peşinde olanlara Sartre’ın anti-semitlerle ilgili sert satırlarını hatırlatıyordu: “onlar, katı ve nüfuz edilemez olmayı diler, değişim istemezler; değişimin ne getireceğini kim bilebilir?”

Kirlenme aslında deneyimin ta kendisi; kendimizi dünyaya açtığımız andan itibaren, başka bedenlerle, düşüncelerle karıştıkça giderek daha fazla kirlenmiyor muyuz? Kirlenmeden kaçınmak deneyimden kaçınmakla eş anlamlı hale geliyor. Kirlenmeden kaçınmak aynı zamanda erksizleşme anlamına da geliyor. Mutlak anlamda saf kalabilmek için cinsel organları kesen, kendilerini hadım eden ‘Skopzi’leri hatırlayalım. 18. yüzyılın ortalarında Rusya’da ortaya çıkan bu Hıristiyan mezhebinin üyeleri, cennete ulaşmak için yeterince saf ve iffetli olmanın tek yolu olarak hadım edilmeyi, erksizleşmeyi seçmişlerdi. Kendilerine “beyaz güvencinler” diyorlardı. Her türlü tensel ilişkiden kaçarak, tüylerini dünyanın kiriyle pasıyla kirletmemeye çalışıyorlardı.

Öte yandan, tüm bedenleriyle kendilerini dünyanın içine gömen, dünyanın kirine, çamuruna bulaşmış halklar duruyor önümüzde. Doğu Peru’da yaşayan Cashinahua yerlileri, tenleri aracılığıyla elde ettikleri bilgiye “ichi una”, yani tenin bilgisi diyorlar. Tenleri sayesinde güneşi, rüzgârı, yağmuru ve ormanı duyumsayarak kazandıkları dünya bilgisini anlatmak için kullanıyorlar bu tabiri. Ten bilgisi, yaşadıkları ormanın içinde kendi yollarını bulmalarını sağlıyor, bu bilgi sayesinde av hayvanlarının yerlerini tespit ediyorlar. Yine Mexico’nun Chipas dağlık bölgesinde yaşayan Tzotzil’ler, tensel bilgiye dayanarak kurdukları termal bir coğrafya yaratmışlar kendilerine. Doğuyu “Yükselen Isı”, Batıyı ise “Azalan Isı” olarak adlandırıyorlar. Tzotzil’lerin yaşadığı dağlık bölgelerin adı “Soğuk Ülke”dir, buna karşın ılık ovalara “Sıcak Ülke” derler.

Evrenin kuvvetlerinin tenimizde bıraktığı izlenimler sayesinde elde ettiğimiz bu bilgiden yoksunuz artık. Bedensel ve zihinsel olarak saf kalabilmek için hiçbir şeye dokunamıyoruz. İçinde yaşadığımız ortamlar, evrenin bize dokunmasını, birbirimize dokunmamızı engelleyecek biçimde tasarlanıyor. Hiçbir şey içimize işlemiyor. Pürüzsüz, geçirgen olmayan kabuklarımızın içinde kendimizi güvende hissediyoruz. İktidarın hijyenik bedeni, yerel dokunuşlarla aramızda kuracağımız mikro-ilişkilere (mikro-politikaya), defedilmesi gereken mikrop gözüyle bakıyor. Erksizleştirilmiş, deneyim yoksunu beyaz güvercinlere benziyoruz. Her şeye, birbirimize ve dünyaya dokunalım ve kirlenelim.

5 Ocak 2012 Perşembe

BİR RİZOM GİBİ BAĞLANTILI VE ÇOK BAŞINA


RAHMİ ÖĞDÜL

05.01.2012

“Batı’da ağaç kendisini bedenlerimizin içine dikmiştir” diyordu Deleuze, dikine gelişen hiyerarşik merkezi kurumların nasıl da her yere sızdığını vurgularken. Yatay bağlantıları kopararak kendini merkeze ve zirveye yerleştiren, erki kendi ellerinde yoğunlaştırarak kendinden başka her şeyi erksizleştiren merkezi iktidar yapısını sanattan politikaya, cinsellikten toplumsal ilişkilere dek yaşamın her alanında görmek mümkün. İşin tuhafı bu yapıları dışarıda arama kolaycılığına düşmeden, doğrudan kendi bedenlerimize bakmamızı öneriyor Deleuze. İktidarın tohumlarını içimize özenle yerleştiren ve sulayıp büyüten bir toplumsal örgütlenmede en büyük kırılma, içimizdeki ağacı köküyle, gövdesiyle birlikte söküp atmaktan geçiyor galiba. Modern öznenin bir ağaç gibi tek ve hür yaşama söylencesine karşı, her yöne yatay uçlar vererek birbirine bağlanan ve birbirine bağlandıkça hep birlikte erklenen rizomu, ağsal yapıyı bir yaşama modeli olarak koyuyor önümüze.

Batı düşüncesinde tohumla ve ağacımsı bitkilerle ilgili metaforlar çok sık çıkıyor karşımıza. Sokrates bile ister yazılı ister sözlü olsun söylemi yani logosu, alıcının zihnine ekilmiş bir tohuma benzetiyordu. Sokrates’e göre bir bilginin büyümesi, dışsal uyaran olan tohum yani logosla (yani dinleyicinin ya da okurun zihnine ekilen kavram ya da fikirle) bağlantılı. Bir tohum gibi zihnimize ekilen kavramlardan iktidar yapısının modeli olan ağaçlar büyüyor içimizde. Birbirine bulaşmadan, dokunmadan dikilen ağaçlardan oluşan bir ormanın ne kadar kardeşçe olabileceğini de sorgulamamız gerekiyor.

Ama öte yandan Sokrates’in hakkını da yememek lazım. Yazılı metni değil de sözlü iletişimi yeğliyordu filozof. Sokrates’e göre sözlü söylem dayanıklı, sağlıklı filizler üretir, oysa yazılı metinlerin filizleri kısa ömürlü ve kırılgandır. Yazılı metnin suskunluğundan, cansızlığından dem vururken, sözü ise canlılık anlamına gelen enargeia terimiyle tanımlıyordu. Canlı anlamına gelen enargés’e Homeros’un metinlerinde rastlanıyor; tanrıların göze görünmesini tanımlamak için kullanıyor bu terimi Homeros. Sözlü diyalektiğin düşünceleri ve argümanları mükemmel bir berraklıkla, tıpkı Homeros’un tanrıları gibi adeta bedenleriyle gözlerimizin önünde beliriveriyor. “Sokrates’in, sözlü söylemin yazılı metne üstün olduğuna dair argümanı, insanın hayal gücünü bir bahçıvanın arazisine dönüştüren öğretmeye ve öğrenmeye dair bir anlayışa dayanır. Burada şeyler hatırlanmaz; yaşam bulur ve büyürler. (bkz Danielle Allen, Platon Neden Yazdı, çev. Ayşe Batur, İletişim Yayınları).

Bu arada tüm bahçıvanların, bir tür rizom olan ve toprağın altında yanlamasına gelişerek bahçeyi istila eden ayrık otlarından nefret ettiklerini biliyoruz. Tohumdan başlayarak geliştirdiği ağacımsı türleri istediği biçime sokabilir bahçıvan, oysa ayrık otları her türlü biçimlendirmeden kaçarak toprağın altında bambaşka bir örgütlenme yaratırken ağacımsı formları da içten içe çökertirler. İçselleştirilmiş bir yazı yasanına göre biçimlendirilmiş bir bahçede, sözün bir tür ayrık otu gibi sağlam ve dayanıklı filizlerle herkese bulaşabileceğini ima ediyor Sokrates. Bağlantıyı koparan ağacımsı formun aksine her yöne doğru başka bedenlerle bağlantı kurmak için hala sözün canlılığına ihtiyacımız var. İktidarın tohumlarını içlerinde büyüten bahçıvanlar olmaktan kurtulmak, sözün bulaşıcı, dönüştürücü özelliğinden geçiyor. Söz içimizde değil, bir rizom gibi hep arada büyüyor, başka bedenlerin arasında yaşam bulup çoğalıyor.

Bedenleri katı konturlardan değil de tıpkı söz gibi titreşen, tınlayan kümelere dönüştürmüş Çağrı Saray. Yankılanan bir ses gibi yayılıyor resim düzleminde bedenler. 4/12: Bir Ev’in Topoğrafyası başlıklı sergisinde sanatçı her ne kadar evin geometrik mekânında beden-ev makinesinin topografyasını çıkarmaya çalışsa da söz gibi titreşen bedenler katı sınırları ihlal ederek kendilerini durmadan çoğaltıyorlar. Kabına sığmayan, her yöne titreşerek mekânın geometrisini bozan bedenler bahçıvanın ya da mimarın cetveline boyun eğmiyorlar. Tınlayan ses kümeleri olarak birbirine karışan, bulaşan bedenlerin kasırgası, içimizdeki ağaçları kökünden sökecektir, hiç kuşkum yok.

Not: Çağrı Saray’ın “4/12: Bir Ev’in Topografyası” başlıklı sergisi, Tophane’deki Daire Sanat’ta 7 Ocak tarihine kadar izlenebilir.