29 Haziran 2012 Cuma

ÖLÜ METAFORLARLA YOLCULUK


RAHMİ ÖĞDÜL

28.06.2012

İktidarın durmadan bize hazır düşünce kalıpları sağladığını ve bu kalıpları farklı şekillerde yan yan yana getirme özgürlüğü tanıdığını biliyoruz. Oynanan oyun bir lego oyununu andırıyor. Ölü metaforlardan çeşit çeşit kuleler inşa ediyor ve bu kulelerin arasında yine ölü metaforlarla yolculuğa çıkıyoruz; haliyle bizlerin de mevcut formlara monte edilen lego adamlardan farkımız kalmıyor
Ana caddenin kıyısındaki çay bahçesinde oturuyorum, önümden metaforlar geçiyor; hepsi de ölü metafor; çoktan klişeye dönüştükleri için bitkinlik, tükenmişlik duygusu yaratıyorlar bende; binlerce kez kullandığım, çiğnenmekten aşınmış, sakıza dönüşmüş metaforlar. Bildik araçlarla, Taksim, Eminönü, Beyazıt gibi bildik, tükenmiş mekânlara taşıyorlar anlamları, düz bir hat boyunca hep aynı başlangıç noktalarını, hep aynı sonlarla ilişkilendiriyorlar. Daha çok kapatılmışlık duygusu eşlik ediyor bu metaforları kullandığımda.

YAŞAMI DOĞMADAN ÖLDÜRMEK
Modern Atina’da toplu taşıma araçlarına “metaphorai” dendiğini öğreniyorum Michel de Certau’nun Gündelik Hayatın Keşfi kitabından. İşe gitmek, eve dönmek için metaforları kullanıyor insanlar. Türkçeye eğretileme olarak çevrildiğinde metafor sözcüğünün Latince’de ya da Yunanca’da (meta: arasında, ötesine, phora: taşımak, nakletmek) taşıdığı anlamı yitirdiğini görüyoruz. Oysa metafor doğrudan doğruya taşımaya, nakletmeye gönderme yapıyor; insanları, anlamları bir yerden başka bir yere taşıyorlar. Dilsel yolculuklara çıktığımızda kullandığımız araçların önemine de vurgu yapıyor metafor. Kullanıla kullanıla sakıza dönüşmüş ölü metaforlar düz hatlar boyunca, bildik yollardan geçiriyorlar bizi. Basmakalıp bir hayatın basmakalıp metaforları oluyor ne yazık ki. Ara yollara saptıkça karşılaşacağımız alışılmadık şeylerin, sıra dışı olayların uyandırdığı yeni duygulanımları, karmaşık olguları ifade etmede yetersiz kalıyorlar ana yolun toplu taşıma araçları. Ölü metaforlarla yola çıktığımızda yeni karşılaşmalara, yeni duygulanımlara kapatıyoruz kendimizi; yeni bir karşılaşmayı hazır kalıplara tıkmaya çalıştığımızda yaşamı daha doğmadan öldürüyoruz. Yeni yolculuklar, yeni karşılaşmalar yeni metaforları gerektiriyor.

ZİHNİMİZDE TEMİZ BİR SAYFA YOK
Her yer tıka basa ölü metaforlarla dolu; hayatı hep bu basmakalıp düşüncelere, ölü metaforlara, toplu taşıma araçlarının içine tıkmaya çalışıyoruz. Sıkıştığımız zaman taşıma araçlarını değiştirmek yerine, temiz bir sayfa açmaktan söz ediyoruz. Oysa temiz, boş bir sayfanın da bir ressamın tuvali gibi hep hazır düşünce kalıplarıyla tıka basa olduğunu göremiyoruz. Deleuze Duyumsamanın Mantığı’nda “Ressamın beyaz bir yüzey karşısında olduğunu düşünmek hatalıdır” diye yazıyordu. Tuval bomboş, beyaz bir yüzey değildir. Ressamın tuvali de tıpkı gündelik hayatın kendisi gibi zihnimizi kuşatan hazır imgeler, klişelerle doludur. Ressama düşen iş yüzeyi doldurmak değil, öncelikle bu klişeleri temizlemek ve tıkanıklığı gidermektir. Sanatçı bu tıkanıklığı gidermek için boş gibi görünen tuval yüzeyini boşaltmaya koyulur önce; yeni duygulanımlara yer açmak, yeni ifade araçları, formlar yaratmak için bu boşaltma kaçınılmazdır. Hayatın içinde düşünsel manevralar yapabilmek, eyleyen ve düşünen varlıklara dönüşmek için boşluğa, görünmez olana ve dolayısıyla bizi olmadık yerlere taşıyacak yeni metaforlara ihtiyaç duyuyoruz. Verili olanı, basmakalıp düşünceleri yorumlamak yerine yeni partisyonlar yaratmak için boşluklar arıyoruz.

FORMLAR DEĞİŞSE DE MALZEME AYNI
Proust üzerine yapılan bir yuvarlak masa toplantısında Roland Barthes şöyle diyordu: “Eleştirmen, metinde mevcut olan varyasyonları icra edecek geleneksel bir dönemin bir piyanisti değil, fakat daha çok, tıpkı post-serial müzikte olduğu gibi, bir partisyonun yaratıcısıdır artık. Proustçu metin tam da burada üzerinde varyasyonlar icra edemeyeceğimiz aksine yaratabileceğimiz boşluklarla dolu bir çeşit partisyon haline geliyor gitgide.”

Müzikte formel bir teknik olan varyasyon mevcut malzemenin farklı bir formda tekrarlanmasını içeriyor. Verili parçaların, cümlelerin farklı şekilde yan yana getirerek yeni formlar oluşturmaya yönelik bir teknik. Formlar değişse de kullanılan malzeme, yani hazır düşünce kalıpları aynı olduğu sürece yeni bir duygulanım, yaratıcılık için bir boşluk duygusu yaratmıyor bizde varyasyonlar. İktidarın durmadan bize hazır düşünce kalıpları sağladığını ve bu kalıpları farklı şekillerde yan yan yana getirme özgürlüğü tanıdığını biliyoruz. Oynanan oyun bir lego oyununu andırıyor. Ölü metaforlardan çeşit çeşit kuleler inşa ediyor ve bu kulelerin arasında yine ölü metaforlarla yolculuğa çıkıyoruz; haliyle bizlerin de mevcut formlara monte edilen lego adamlardan farkımız kalmıyor.

Nereye baksak ölü metaforlar görüyoruz, zihnimizin içinden ölü metaforlar geçiyor. Ana yolların üzerindeki duraklarda ölü metaforlardan iniyor, ölü metaforlara biniyoruz. Oysa yaşadığımızı duyumsamak ve yeni partisyonların yaratıcılarına dönüşebilmek, öncelikle bu ölü metaforlardan kurtulmaktan geçiyor.

21 Haziran 2012 Perşembe

ALEGORİK BİR TOPLULUK MÜMKÜN MÜ?


RAHMİ ÖĞDÜL

21.Haziran.2012

Alegorik birer nesne haline gelen metalar dünyasında yaşıyoruz artık ve bu metalarla sürekli empati kurmaya çalışıyor, tıpkı Baudelaire gibi kılıktan kılığa giriyoruz.

Tüm toplumsal mutabakatların, tartışmaların, sürtüşmelerin, çatışmaların simgelerin etrafında gerçekleştiğini yaşamın hay huyu içerisinde fark edemiyoruz belki ama simgelere yüklediğimiz anlamlarla kuruyoruz kendi topluluğumuzu, yine başkalarından bu simgeler sayesinde kendimizi ayırıyoruz. Antony P. Cohen ‘Topluluğun Simgesel Kuruluşu’ adlı kitabında toplulukların ister totem, futbol takımı ya da isterse savaş anıtı biçimde olsun, önemli birer simge ambarı olduklarını, bu simgelerin birer akrabalık sisteminin kategorileri gibi işlediklerini söylüyor (çev. Mehmet Küçük, Dost Kitabevi). Bir topluluğu diğerinden ayıran bu simgesel işaretlerdir. Simgelere yüklediğimiz anlamları paylaştığımız ölçüde bir topluluk oluşturabileceğimizi belirtiyor Cohen.

ORTAK BİR DİL YARATMAK: İLETİŞİM
Simgeler genellikle başka şeylerin yerine geçen, başka şeyleri temsil eden şeyler. Birer zihinsel kurgu olan bu simgeler ile birlikte ve bu simgelerin etrafında düşünüyoruz. Bizlere anlam yaratma araçları sağlıyorlar; topluluk yaşantımız, evren bu simgeler sayesinde anlamlı hale geliyor. Ancak simgelerin belirli ölçülerde muğlaklık içerdiklerini, öznel yoruma izin verdiklerini ve bu simgeleri kullananlara yorumsal manevra alanı sunduklarını da ekliyor Cohen. Yani tek bir anlam dayatmadıklarını ve öznelere göre yorumsal farklılıkların ortaya çıktığını, buna rağmen genel, ortak bir dil yaratarak iletişime, dolayısıyla topluluğa imkân sağladıklarını da vurguluyor.

Bizlere yorumlamak için manevra alanı sağlasalar da sonunda üzerinde anlaşmaya vardığımız, topluluklarımızı inşa ettiğimiz bu simgeler parçalansa, simgelerin kendileri, birbiriyle çelişen bir anlamlar yığınına dönüşürse ne olur? Alegori tam da simgenin bu içsel tutarlılığını, merkezi bütünlüğünü bozarak anlamını sonsuzca çoğaltır ve alegorik nesnelerden oluşan bir topluluğun üzerinde anlaşmaya varacağı simgelerin çözülüp parçalandığını görürüz. Dilin kendisi de parçalanır tabi. Peki, alegorik nesnelerin etrafında gerçekleşen böyle bir toplaşmanın bir topluluğu ifade ettiği söylenebilir mi?

SİMGELER ARTIK SONSUZCA ANLAMLARINI ÇOĞALTIR
Walter Benjamin Barok alegorinin simgeleri parçalayıcı özelliğini, merkezi anlamı darmadağın ettiğini keşfeder; barok alegori mitin karşısındadır. Simgenin merkezi bir anlam etrafında yorumlanmasına bozar. Simge artık tek bir şeyi göstermez, sonsuzca çoğaltır anlamını. Barok sanatın görsel ve metinsel anlatılarına baktığımızda mitolojik öğelerin artık başka şeylere gönderme yaptıkları ve bakan kişiye göre bu anlamların da giderek çoğaldığını görürüz. Tek merkezli bir simge düzeneği parçalanmış, onun yerine yolları giderek çatallanan bir labirent almıştır. Simgenin anlamı durmadan çatallanarak simgenin merkezini dağıtmıştır. Simgenin etrafında yorumsal manevralar yapacağımız iç içe geçmiş dairelerin yerine sürekli çatallanarak kendini çoğaltan ve birbiriyle çelişen anlamlarla, bir labirentle karşılaşırız artık.

Toplulukların simge ambarı olduğunu ve kendilerini simgelerle inşa ettiğini belirtiyordu Cohen. Simgenin anlamı sonsuzca parçalanırsa böyle bir topluluk nasıl kuracaktır kendini? Simge insana yorumlaması için bir manevra alanı sağlıyordu. Alegori böyle bir manevra alanına bile tahammül edemez; artık simgenin merkezi etrafında yorum yapmak gibi bir durumun söz konusu olmadığı, hatta karşıt anlamları da içerdiği söylenebilir simgenin; üzerinde hiçbir şekilde anlaşmaya varılmayan kaotik bir durum söz konusu. Simge her türlü yerleşiklikten kurtarmıştır kendisini. Bir yakınlık kurmanın imkânsızlaştığı noktaya dek çekilir anlamlar. Alegori alışkanlıkların yerleşmesine imkân vermez.

ALEGORİCİ META İLE ÖZÜNÜ BULUR
Benjamin metalardan alegorik nesneler olarak söz eder. Barok alegoride anlamların modası hızla değişir, tıpkı metaların fiyatının hızla değişmesi gibi. Metanın anlamı gerçekten de fiyatıdır; meta olarak başka anlamı yoktur. Dolayısıyla alegorici meta ile kendi özünü bulur. Benjamin’e göre Baudelaire metayı – alegorik nesneyi – içeriden deneyimleyen bir alegoricidir. Anlam bakımından içi boşaltılıp, içine yeni bir anlam yerleştirildikten sonra bu anlamın herhangi bir zamanda diğeri yararına kaldırılabilir olması alegorik nesnenin doğasının bir parçasıdır. Metalar bu anlamda alegorik nesneler olarak belirir Baudelaire’in önünde (bkz. Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği, Metis).

Bir flaneur (aylak) olarak Baudelaire metanın ruhuyla empati kurmuştur Benjamin’e göre. Bu empatiyi kendi kişisel görünümünü etkileyecek kadar da ileri götürmüştür. Baudelaire’in portresini yapan Coubert onun her gün farklı göründüğünü söyler. Kendini farklı kılıklarda sunar: bazen bir aylak, bazen bir fahişe, bazen bir paçavracı, bazen de bir züppe.

Alegorik birer nesne haline gelen metalar dünyasında yaşıyoruz artık ve bu metalarla sürekli empati kurmaya çalışıyor, tıpkı Baudelaire gibi kılıktan kılığa giriyoruz. Üzerinde anlaşacağımız, tartışacağımız merkezi anlamlı simgeler, kapitalizmle birlikte birbiriyle çelişen anlamlar yığınına dönüşürken bir topluluğun nasıl mümkün olabileceğini yeniden düşünmemiz gerekiyor. 

18 Haziran 2012 Pazartesi

SANATIN MİKRO-HARİTASI: KEMİKLEŞME


RAHMİ ÖĞDÜL

14.HAZİRAN.2012

Sanatçı ve öğretim üyesi Fatih Balcı, geçtiğimiz hafta sonlanan Alan İstanbul’da açtığı Sanat Haritası başlıklı sergisinde Türkiye’nin sanat haritasını çıkarmaya çalışmış. Bu tür haritalandırmalara çok sık rastlansa da Balcı’nın haritası sanat alanında kemikleşmenin mikro-kesitini sunuyor adeta bize

Yeryüzünde bundan beş yüz milyon yıl önce sadece yumuşak dokudan oluşuyordu canlılar. Birden mineralleşme sürecine girdiler ve yeni bir inorganik malzemeyi bünyelerine katınca kemik çıktı ortaya. Daha sonra omurga haline gelecek bu ilkel kemik, yani katı, kireçleşmiş merkezi çubuk hayvanlara çok farklı ortamlarda yeni hareket imkânları sağladı. Jeolojik unsurların içimize sızmasıyla, doğal evrimsel gelişimin sonucu bedenlerimizin dayanak noktası olarak iç iskelete sahip olduk.

Mineralleşme süreci bu kadarla da kalmadı, kültürel evrime taşındı. İnsanoğlu yaklaşık dokuz bin yıl önce kentsel gelişmeyle birlikte kendine bir dış iskelet icat etti. Güneşte kurutulmuş kilden tuğlalarla kendine ev, tapınak ve yerleşim bölgesini dışarıdan gelecek tehditlerden koruyacak surlar inşa etti, dış bir kabuk yarattı kendine. İnsan nüfusunun, konutun ve kentin içine ve dışına yapacağı hareketleri kontrol eden bir yapıydı bu mineral kabul. Kentsel dış iskelet insanların hareketleri dışında başka şeylerin hareketini de düzenliyordu: Nesneler, haberler ve besin.

Yerleşik yaşama geçişle birlikte toplumsal ve kültürel alanlarda daha fazla mineralleşmelere, kemikleşmelere rastlar olduk. Hayatın her alanındaki hareketleri kontrol etmek için kemikleşme en ince çeperlere dek yayıldı. Kemikleşme sadece nesneleri ve bedenleri denetlemekle, düzenlemekle kalmadı, düşüncelerin, kavramların hareketlerini kısıtlar hale geldi. Kemikleşme merkezlerinin çevresinde gelişen sert yapılarla donatıldı toplum.

İKTİDARIN ETRAFINDA KEMİKLEŞEN SERT YAPI
Sanatçı ve öğretim üyesi Fatih Balcı, geçtiğimiz hafta sonlanan Alan İstanbul’da açtığı Sanat Haritası başlıklı sergisinde Türkiye’nin sanat haritasını çıkarmaya çalışmış. Bu tür haritalandırmalara çok sık rastlansa da Balcı’nın haritası sanat alanında kemikleşmenin mikro-kesitini sunuyor adeta bize. Anatomi kitaplarında rastlayacağımız türden kompakt bir kemiğin enine kesitine bakıyoruz sanki. Kemik dokuda karşımıza çıkan aynı yapıyı bu haritada da görmek mümkün. Bir kemik doku osteon olarak tabir edilen iç içe geçmiş dairesel yapılardan oluşur. Osteon’un merkezinde Havers kanalı denilen dairesel bir boşluk vardır ve bu kanalın etrafında yine dairesel olarak dizilmiş osteosit tabir edilen kemik hücreleri yer alır. Bu kadar olur, Balcı’nın haritası kompakt bir kemiğin enine kesitinin neredeyse birebir kopyası. Havers kanallarının içinde ya da çeperinde ülkemizin belli başlı küratörleri yer alırken, bu küratörlerin çalıştıkları sanatçılar ise kanalların etrafında birer kemik hücresi gibi sarmallar oluşturmuşlar. İktidar odaklarının etrafında kemikleşen sert bir yapıyla karşılaşıyoruz.

SANATÇIYI BESLEYEN KANALLAR
Havers kanallarına yakından bakmak gerek, çünkü işin can alıcı noktasını tam da bu kanallar oluşturuyor. Kemik hücrelerini ya da sanatçıları besleyen kan damarları ve sinirler bu kanallarda yer alıyor çünkü. Sanat haritasındaki sanatçıların etraflarında sarmallar oluşturdukları merkezi boşluklarda, günümüzün sanatını ve sanatçılarını besleyen kan damarlarının ve reflekslerini kontrol eden sinirlerin sahipleri, yani sanat hamisi şirketler yer alıyor haliyle. Şirketleşen bir dünyada kültürel hayatın da giderek şirketlerin egemenlik alanına girdiğini ve çok merkezli bir kemik doku gibi hayatının her alanını kemikleştirdiklerini görüyoruz. Sosyal sorumluluk, sponsorluk gibi mekanizmalarla sanatı da kontrol eder hale geldiler. Tüzel bir kişilik olan şirketlerin yasal hükümlülükleri bellidir oysa: başkalarına vereceği zararlara aldırmadan, kendi çıkarının peşinden koşmak ve kârına kâr eklemek. Şirketin bundan başka hiçbir yasal yükümlülüğü olmasa da yaşamı şirketleştirmek, yani şirket yaşam biçimini hayatın kılcal damarlarına dek yaymak için el atmadığı alan kalmadı handiyse. Oysa biliyoruz ki bir tüzel kişilik olarak şirket psikopat bir kişilik sergilemektedir. Bu psikopat kişiliğini kendini yerleştirdiği Havers kanalları aracılığıyla toplumun diğer bireylerine, sanatçılara dek taşımak, bulaştırmak istiyor. Nedir psikopat kişilik?: Kendi öz-çıkarlarının peşinde koşmak, başkalarına karşı samimi bir kaygı hissetmemek; kendi hedefine ulaşmak için her şeyi ve herkesi tehlikeye atmak; herkesi ve her şeyi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak; en iyisi benim gibi gösteriş budalalığına girişmek. Şirketlerin kemikleşen ilişkilerle inşa etmek istedikleri bireyleri tanımlıyor bunlar aynı zamanda.

Sanatın haritası da toplumun diğer kesimleri gibi kompakt bir kemiğin çok merkezli mikro-kesitini gösteriyor bize. Merkezinde şirketlerin yer aldığı sarmal yapıların etrafında kemikleşmiş bir sanat haritası. Giderek şirketleşen yaşamın psikopat kemikler yaratacağı korkusuyla bakıyorum haritaya.

7 Haziran 2012 Perşembe

İKTİDARIN CONCETTO'SU: BALMUMUNDAN HEYKELLER


RAHMİ ÖĞDÜL

07.06.2012

Concetto, egoist içerimleri olan ve işin içine kibrin de karıştığı bir düşünce. İktidarın bakışıyla çok şey paylaşıyor bu yaklaşım… Evet iktidar, kendini meşrulaştırmak için kendi yarattığı insan doğasının kötü olduğu mitine sığınıyor. Yasalarıyla bu doğaya biçim vermek, yasalara göre işleyen bedenler inşa etmek için kollarını sıvamış durumda

Bir taş bloğunun içinde potansiyel bir imge olduğunu duyumsar Michelangelo; bu imgeyi serbest bırakmanın ya da açığa çıkarmanın tek yolu kendi zihnindeki imgeden, düşünceden yararlanmak olduğunu farkındadır. Taş bloğun içindeki imgeyi serbest bırakacak zihnindeki bu imge, concetto’dur; İngilizce’deki tam olarak karşılığı ‘conceit’tir bu sözcüğün, yani düşünce, ama egoist içerimleri olan, işin içine kibrin de karıştığı bir düşünce. İktidarın bakışıyla çok şey paylaşıyor bu yaklaşım. İktidar da kitleye baktığında, kafasının içindeki imgeyle kitle içindeki imgeyi örtüştürüyor ve bu imgeyi açığa çıkarmak için tüm şiddetiyle yontma eylemine girişiyor. Kendi zihnindeki imgeye göre biçimlendirmeye çalışıyor kitleyi.

İKTİDARIN, YERYÜZÜNÜ KENDİ İMGESİNE GÖRE YARATMA GİRİŞİMİ
1933’de Kladderadatsch adlı Nazi dergisinde yayınlanan bir propaganda karikatürü bir heykeltıraş olarak iktidarın konumunu çok iyi özetliyor. Stereotipleştirilmiş Yahudi özellikleri taşıyan bir heykeltıraş kargaşa halinde gösterdiği bir sürü figürden oluşan bir heykelin önünde durmaktadır. Sonra sahneye Hitler girer ve bu çatışma, kargaşa halindeki kilden figürleri tek bir yumrukla ezer ve kil kitlesinde kendi concetto’suna denk düşen bir heykel yapmaya girişir. Ortaya çıkan heykel kaslı, ideal bir bedene sahip erkek heykelidir. Karikatürün altında “Almanya’nın Heykeltıraşı” yazmaktadır. İktidar, tek tek bedenlerden başlayarak yeryüzünü kendi imgesine göre yaratmaya girişiyor.

İnsan doğasının kötü olduğunu, ancak bu doğanın yasaların çekiç ve keskisiyle biçimlendirilmesi gerektiğine inanıyor iktidar. Modern zamanlarda hapishane, okul, kışla, hastane gibi kapatma kurumlarında tek tek bedenleri yontmakla başladı önce işe; sonra bir tür olarak insan nüfusuna yöneltti çalışmasını; doğum süreçlerini kontrol ederek zihnindeki neo-liberal imgeyi çıkarmaya çalışıyor kitleden. Biyo-politikanın imgesini yaratmaya girişiyor.

ÖFKENİN TEMSİLİ
Geçen haftaki yazımda ham bir kütleyi biçimlendirme araçları olarak marangoz rendesinin, gönyenin ve cetvelin nasıl da iktidarın vaz geçilmez araçları olduğundan söz etmişti. 14. yüzyılda yaşamış sanatçı Ambrogio Lorenzetti’nin iyi ve kötü yönetimi tasvir ettiği freskolarında kocaman bir marangoz rendesinin üzerinde concordia (uyum) yazıyordu ve sanatçı resmin retorik dilini kullanarak, uyumlu bir toplumun ancak tüm farklılıklarından arındırılmış, pürüzleri giderilmiş bireylerden oluşacağına ikna etmeye çalışıyordu bizleri. Marangozun rendesinden ya da yasaların çekiç ve keskisinden kaçan bireyler, isyan eden bireyler ise sanatçımızın kötü yönetim başlığını taşıyan freskosunda çirkin, melez bir yaratık olarak tasvir edilmiş. Bu siyah, melez yaratık ‘furor’u, yani öfkeyi temsil ediyor. Yasalara karşı gelen, binaları taşlayan öfkeli kalabalığı temsil eden bu yaratık elinde taş tutuyor. O dönemde de isyan eden bireyler kentin binalarını taşlıyorlarmış.

İKTİDAR YASALARI
İktidar baktığında mükemmel, pürüzsüz, yasalara göre biçimlendirilmiş, yasalara itaat eden kanonik bedenler görmek istiyor ve zihnindeki bu imgeyi kütlenin içinden çıkarmak için yasaların şiddetini kullanıyor. Nazi dergisinde yayınlanan Hitler karikatürü ile 14. yüzyılda yapılmış freskolar arasında benzerlikler görüyoruz bu bakımdan. Yasalara, sayıların uyumuna göre inşa edilmiş, pürüzlerinden arındırılmış bedenlerden oluşan bir toplum imgesini paylaşıyor her ikisi de. İktidarın biçimlendirici eli olmasaydı birbirleriyle çatışacak, her yeri yakıp yıkacak bir toplum imgesini. Bu Hobbes’çu toplum tahayyülünün, batının insan doğasına dair en büyük yanılsaması olduğunu belirtiyor Marshal Sahlins, ‘Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması’ adlı kitabında (bgst Yayınları). Lorenzetti’nin freskosundaki siyah, melez yaratık tam da yasaların çekicinden ve keskisinden ya da marangozun rendesinden kaçan insanın hayvani yönüne işaret ediyor ya da karikatürdeki Yahudi heykeltıraşın heykeli yine iktidarın yasalarından kaçan kargaşa halindeki insan doğasına vurgu yapıyor.

İktidar kendini meşrulaştırmak için kendi yarattığı insan doğasının kötü olduğu mitine sığınıyor. Yasalarıyla bu doğaya biçim vermek, yasalara göre işleyen bedenler inşa etmek için kollarını sıvamış durumda. İnsanları balmumu kitlesi gibi görmek gibi bir yanılgının içine düşüyor ister istemez. İstediği gibi biçimlendireceği bedenlerden oluşan bir balmumu heykel müzesi açmak istiyor topraklarında.

1 Haziran 2012 Cuma

MARANGOZ RENDESİ, GÖNYE VE CETVEL


RAHMİ ÖĞDÜL

31.05.2012

Marangoz aletleriyle donanmış iktidarın hem tek tek bedenleri biçimlendirmeye, hizaya sokmaya çalıştığını hem de bir tür olarak insanı, insan nüfusunu düzenlemeye çalıştığını görüyoruz bugün. Üstelik çok daha cüretkâr olduğunu ve küstahlaştığını. Cebren ve hile ile bedenlerin girilmedik bir yeri kalmadı


Uyumu simgeleyen figür kucağında kocaman bir marangoz rendesi tutuyor. Sözünü sakınmadan söylemiş sanatçı. Farklılıkları, pürüzleri gidermeye yarayan bir alet olan rendeyi doğrudan uyumla çakıştırmış. Düzenin ortaya çıkması için marangoz rendesine büyük iş düşüyor. Bedenlerin dışarı uzanan, başka bedenlerle titreşen yüzeylerinin her türlü çıkıntıdan arındırılması için rendelenmesi gerektiğini dobra dobra söylüyor. Hem cüretkâr hem de küstah. İktidarın bakışını yansıtıyor. 14. yüzyılda yapılmasına rağmen adeta bugünün diliyle, metaforlarıyla anlatıyor iyi bir yönetimin nasıl olması gerektiğini. Rendelenmiş ve tüm pürüzlerinden, farklılıklarından arınmış pürüzsüz bedenler. İşte uyumun ve düzenin gerçek yüzü.

İKTİDAR MARANGOZ ALETLERİNİ ÇOK SEVİYOR
Sanatçının bir siyaset düşünürü olarak portresini çiziyor İngiliz tarihçi Quentin Skinner. 14. yy.da yaşamış sanatçı Ambrogio Lorenzetti’nin Siena’daki yönetim binasının salonuna yaptığı iyi ve kötü yönetimi gösteren freskolardan dönemin siyasal düşüncesini, anlayışını okumaya girişiyor (Sanatçının Bir Siyaset Düşünürü Olarak Portresi, Dost Kitabevi). İyi ve kötü yönetimi gösteren freskolar çeşitli simgesel figürlerle donatılmış. Uyumu (concordia) simgeleyen kadın figürü ilgilendiriyor en çok beni, özellikle kucağında duran kocaman marangoz rendesi. İktidar marangoz aletlerini, cetvelleri çok seviyor. Marangoz aletleri ‘iyi bir yönetimin’ vazgeçilmez araçları adeta. Yontulup şekil verilecek ham ahşap malzeme olarak bakıyorlar halka. Akışkan olan, belli bir biçimi olmayan, daha doğrusu kabına sığmayan bir oluşa şekil vermeye yarayan aletlerle yaklaşmışlar bedenlere ve topluma. İÖ 5. yüzyılda evrenin temel maddesini sayılar olarak kuran Pitagoras’ın açtığı yolu izleyen heykeltıraşlarla başladı her şey belki de. Burada da bir siyaset düşünürü olarak sanatçıyla karşılaşıyoruz yine. Mermerden kanonik, mükemmel, pürüzsüz bedenler inşa eden sanatçılar tüm çağlar için ideal beden normunu oluşturmuşlardı. Kanon sözcüğünün kökeninde kanna denilen bir ölçme sopası olduğunu unutmayalım. Bedenlerin ve halkın kanonlaştırılması; akışkan olan, kabına sığmayan, biçimsiz bir şeyi katılaştırmak, şekle sokmak.

CENNETTEN ÇIKMA CETVELLER
Tekrarlamış olacağım ama Latince ‘regula’ ve İngilizce ‘ruler’ sözcüklerinin hem cetvel hem de yönetici anlamına geldiğini biliyoruz; sınıfta disiplini sağlamak, akışkan bedenleri katılaştırmak, düzene sokmak için elindeki cetveli çok amaçlı kullanan ilkokuldaki öğretmenimi hatırlıyorum. Üzerine kaş ve göz çizdiği cetvelin cennetten çıkma olduğunu hatırlatırdı sık sık bize. Avuç içlerim, kısa pantolondan çıkan sıska bacaklarım, sıra arkadaşımla konuştuğum için bu cennetten çıkma cetvelin tadına çok bakmıştır. Sınıfta iktidar kurmanın aracı olarak cetvel doğru yoldan sapan bedenleri ve zihinleri hizaya getiriyor. Farkına varmadan Pitagoras’ın yolundan giden öğretmenimiz ham malzemeden kanonik bedenler inşa etmek için bir iktidar aracı olarak cetvel kullanıyordu.

İnsanlık tarihine epey geç giren normal, normallik, normalite, norm gibi kavramlara baktığımızda da, tıpkı Lorenzetti’nin uyumu simgeleyen rendesi gibi, altlarından bir başka marangoz aleti çıkıyor. Yaygın olandan ya da standarttan, düzenli, alışıldık olandan sapmayan, standarda uyan, standardı oluşturan anlamında normal sözcüğü İngilizceye ancak 1840 civarında girmiş. Öncesinde bu sözcük dikey anlamına geliyormuş, kelimenin kökünde ise norm adı verilen marangoz gönyesi var.

“Norm düzenli kılınmak istenen bir nüfus kadar, disipline sokulmaya çalışılan bir bedene de pekâlâ uygulanabilir olandır” diye yazıyor Foucault. Normalleştirme toplumu, tek tek bedenleri biçimlendirmeye çalışan disiplin normuyla, tür olarak insanı, insan nüfusunu hizaya sokmaya girişen düzenleme normunun kesiştiği bir toplumdur. Şöyle de diyebiliriz miyiz?: normalleştirme toplumu tek tek bedenleri hizaya sokan cetvelle, insan nüfusunu bir istatistik sorununa indirgeyen gönyenin kesiştiği bir toplumdur.

Marangoz aletleriyle donanmış iktidarın hem tek tek bedenleri biçimlendirmeye, hizaya sokmaya çalıştığını ve hem de bir tür olarak insanı, insan nüfusunu düzenlemeye çalıştığını görüyoruz bugün. Üstelik çok daha cüretkâr olduğunu ve küstahlaştığını. Cebren ve hile ile bedenlerin girilmedik bir yeri kalmadı; tüm bedenleri işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş bir normalleştirme toplumunda yaşadığımızı daha fazla duyumsatıyor iktidar bize. Direnişin bedenlerimizden başlayacağını daha fazla hissediyoruz.