27 Ekim 2019 Pazar

GÖZLERİME İNANAMIYORUM!


RAHMİ ÖĞDÜL
25.10.2019

İnanmayın zaten, gözleriniz sizi aldatıyor. Gördüğünüzü sandığınız şeyler hiç de görüldükleri gibi değil. Gözleriniz sizi başkasıyla aldatıyor. Başkasının bakışıyla görüyoruz her şeyi. Keşke bu bakış ötekilerin, perspektiften dışlanmışların, mazlumların bakışı olsa. Ama değil, zalimin şeyleştirici ve soyutlayıcı bakışıyla seyrediyoruz olup bitenleri. Ve her yer, geometrik olarak örgütlenmiş soyut bir düzleme dönüşüyor. Bu bakış seçicidir, istenmeyen bedenler çerçevenin dışına itilir. Perspektif kuramcısı, Rönesans insanı Alberti’nin dediği gibi, “Bir dörtgen çiziyorum... resmetmek istediğim şeye, açık bir pencere olarak düşünülmüş bu dörtgenin içinden bakıyorum” (Aktaran Erwin Panofsky, Perspektif, Metis). Kameralar da bir dörtgen çiziyor ve resmetmek istedikleri şeyi bu pencerenin içine yerleştiriyorlar. Ama durun, çerçevenin içinde bir şeyler oluyor! Resmetmek istedikleri şeyle uyuşmayan, ters giden bir şeyler var; hemen müdahale etmeli! Pencerenin içine giren ve egemen bakışla uzlaşmayan bedenler, derdest edilip çerçevenin dışına çıkarılıyor. Uzak, çok uzaklarda gerçekleşen savaşa, inşa edilmiş çerçeveden baktığımızda coğrafya, bir satranç oyununun gerçekleştiği geometrik bir düzleme dönüşüyor. Yaşamları için mücadele eden, acı çeken, kanayan ve ölen bedenleri değil, sadece satranç taşlarını görüyoruz. Perspektif bize, tamamen rasyonel, sabit, homojen bir mekân konstrüksiyonu sunarken, yaşayan her şey şeyleşiyor.

Panofsky’nin belirttiği gibi, merkezi perspektif iki temel öncüle dayanıyor: Hareketsiz tek bir gözle görüyor olmamız ve doğrusal perspektifin, optik imgemize muadil bir reprodüksiyon olması. Her ikisi de sorunlu. Merkezi perspektif, tek doğru, nesnel görme biçimi olarak dayatıldıkça, bizi sabitliyor, bakışımızı evcilleştiriyor ve merkezle uyumlu hâle getiriyor. Merkez baktığında, yeryüzünü geometrik, matematiksel, ölçülebilir bir düzlem olarak görebilir, peki bize ne oluyor? Yeryüzünü soyut bir ölçü mekânı olarak görmesi, yeryüzünü sömürülecek, parsellenebilir, satılabilir ve bir mülk hâline getirmesiyle gayet uyumlu. Bu bakışa göre bizler de, yeryüzünün bedenleri olarak, bu düzlem üzerine yerleştirilmiş şeyleriz. İşin tuhafı, bizi şeyleştiren bakışı mülk edinip yeryüzüne bu bakışla bakmamız. Şeyleştirilmiş olanların şeyleştirmesi; katmerli şeyleştirme. Şeyleştirmeyi o kadar içselleştirdik ki piyasada kendi bedenlerimizi bile şey olarak pazarlayabiliyoruz.

Merkezi perspektif bizi kötürümleştiriyor. Tek gözlü, ayakları olmayan bir varlık. Tek gözle gören ve yürüyemeyen varlıklar olarak gördüklerimize inanmakla kalmıyor, bir de “gözlerimle gördüm!” diyerek başkalarını da gördüklerimize inandırmaya çalışıyoruz. Kötürümlük bulaşıcıdır. Yalnız değilsiniz; Kepler de doğrusal perspektifin kurbanı olmuştu. “Doğruların her zaman düz göründüğü savını ortaya atarken Kepler, resimsel perspektif kurallarının kendisini etkilemesine izin verdiğini, gözün aslında düz resim levhasına değil, göz küresinin iç yüzeyine projeksiyon yaptığını göz önünde tutmadığını söylüyordu” (Panofsky). İç bükeydeki eğrileri reddetmiş olmasının nedeni, doğrusal perspektif eğitiminden geçmiş olmasıydı. Demek ki doğrusal perspektifin ikinci öncülü, yani perspektifin optik imgemize muadil bir reprodüksiyon üretmesi hiç de doğru değil. Ve bizler de Kepler gibi, doğrusal perspektifin tek doğru görme biçimi olduğu konusunda eğitildik. Bakışımız doğrusal olarak inşa edildikçe, yeryüzünün eğri mekânı, matematiksel, ölçülebilir, soyut bir düzlem hâline geliyor. Ve yeryüzünde yaşayanlar birden buharlaştı, geriye manipüle edilecek şeyler kaldı. Doğrusal perspektif, iktidarın istediği güçsüz bedenleri üretiyor.

O da ne, gözlerime inanamıyorum! Çerçeve kırılıyor; Şili, Cezayir, Hong Kong, Lübnan, Sudan, Katalonya ve diğerleri. Perspektiften dışlananlar, yeryüzünün eğri büğrü kıvrımları arasından çıkıp, çerçevenin soyut mekânını doldurdukça yeryüzü yeniden eğri görülüyor. Birbiriyle kesişmeyen paralel çizgiler eğilip birbirine dokundukça, kötürüm bırakılmış bedenler yeniden kudretleniyor. Gözler, ruhun aynasıdır; aynada yeryüzünün asi ruhu yansıyor. İnanmıyorsanız, aynaya bakın!

GÖSTERGELER KABUĞU ALTINDA İNSAN NE SAKLAR?



RAHMİ ÖĞDÜL
18.10.2019

“Şuraya bakın!” diyorlar, bakıyoruz. Ve baktığımızda şeyleri değil, şekiller görüyoruz. Ve şekilleri, zihnimize yükledikleri anlamsal karşılıklarıyla eşleştirdiğimizde şeyleri anladığımızı sanıyoruz. İnsanları gösteriyorlar, insanı değil, üzerine iliştirilmiş şekilleri görüyoruz. Ve şekillerden anlamını çözebileceğimizi sanıyoruz. “Düşmana bakın!” diyorlar, baktığımızda insanı değil, bir böcek gibi ezebileceğimiz ucube bir form görüyoruz. Zihnimize yükledikleri kavramlar, şeyleri belirli şekillere indirgiyor. Ve yeryüzünü tamamen anlamı bilinen şekiller olarak gördüğünüzde, artık yeryüzünde değil, inşa ettikleri anlamlar dünyasında yaşıyorsunuz demektir. Calvino, “Göz şeyleri görmez, başka şeylerin anlamını yüklenmiş şeylere ait şekiller görür” diye yazdığında, bir kentten söz ediyordu (Görünmez Kentler). İnsan da bir kent gibidir, şeklinden tanıdığınızı sandığınız insan, içinde meydanları, sokakları, evleri ve içlerinde yaşayan yabancıları saklar. Bu karmaşık yapıyı ve içindeki yabancıları görünmez kılmak için insanı göstergelerle kaplamışlar, kolayca okunabilsin diye. Ama Calvino ile birlikte sorabiliriz: “Bu kalın göstergeler kabuğu altında kent gerçekte nasıldır, ne içerir ya da ne saklar...” Ya da kabuğunun altında insan içinde ne saklar?

Zor bir zoru; binlerce sayfa yazılsa da yanıtını bulacağımızı sanmıyorum. Ama insanı bir bakışta tanıdığını iddia edenler, onu sabit bir doğa ile donatmışlar ya da tam tersi, insanı sabit bir anlamla donatmak zorundaydılar, inşa ettikleri hiyerarşik toplumsal mimaride onu, yeri ve işlevi tanımlı bir yapı elemanı olmaya ikna etmeleri için. Bu mimari yapı aynı zamanda sabit kavramlar dünyasıdır. İnsan, inşa edilmiş kavramlar dünyasına hapsedilmiş. Havada asılı kalmış kavram dünyasında yaşadıkça durmadan dolduruşa geliyor; boşlukta asılı çünkü; boşluk, iktidarın icat ettiği kavramlarla dolduruluyor ve sonra da dünyayı ve varlığı tanıdığını iddia edebiliyor. Oysa bir insan yerleştirildiği yapıyı terk etmediği sürece asla kendini ve dünyayı tanıyamaz. Uzam içinde devindikçe ve öteki bedenlerle ilişkiye girdikçe, göstergelerle kaplı bedenin altındakileri, içerideki yabancıları ve bedenin nelere muktedir olabileceğini keşfedebilir ancak; bitimsiz bir süreç. Bu süreçte tanıdığı tüm şekiller anlamlarını yitirir ve ilişkiler değiştikçe anlam durmadan şekil değiştirir.

Modern zamanlardan farklı olarak günümüzde beden, birbiriyle çelişen göstergelerle, alıntılarla donatılmış bir yapıt. Mimariyi tutarlı bir yapı olarak kurmaya çalışan modern anlayış yerini, alıntılardan oluşan bir mimariye bırakınca, bedenler de alıntılardan kurulmuş, çok parçalı postmodern bir metne dönüştü. Hâlâ yapıyı ve bu yapı ile tutarlı olanı arayan modern zihniyet, bir bedene baktığında, o bedeni tutarsızlığı yüzünden eleştirebiliyor. Ve insan sormadan edemiyor: Diyelim ki, baş örtülü bedenler mi yoksa bu bedenleri, baş örtüsüyle çelişen başka göstergeler taşıdıkları için eleştirenler mi muhafazakâr? Beden, farklı tarihsel bağlamlardan sökülmüş alıntılarla kurulsa da, modern zihniyet, ısrarla alıntılardan bir tanesini seçip bedenleri bu alıntı üzerinden yargılamakta diretiyor. Oysa alıntılar yıkıcıdır; alıntılanan geleneği, alıntılayanı ve alıntıyla karşılaşanı yüklerinden arındırıyor.

Benjamin alıntıları, yoldan geçenleri gasp eden soygunculara benzetir: “Eserlerimdeki alıntılar, yolda pusuya yatmış, yoldan geçene saldırıp onu kanılarının yükünden kurtaran silahlı soyguncular gibidir.” Alıntıların gücü, “Geçmişi iletme ve yeniden canlandırma kapasitelerinden değil, aksine kökünü kazıma, bağlamdan çıkarma ve yok etme kapasitelerinden kaynaklanır” (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). “Hayatı boyunca, sadece alıntılardan oluşan bir eser yazma tasarısını gerçekleştirmeye çalışan” Benjamin’in hayalini, günümüzde bedenler gerçekleştirmiştir. Alıntılardan oluşan bir beden, alıntıladığı geleneklerin altını oymakla kalmıyor, baktığında sadece şekiller gören ve bu şekiller üzerinden anlam üretenleri de anlamlandırma aygıtından yoksun bırakıyor. Alıntılar, egemen düşünce şemalarını elimizden alan silahlı soyguncular. Ama hâlâ geriye bir soru kalıyor: İnsan içinde neyi saklar?

15 Ekim 2019 Salı

BOŞLUKTA ASILI KALMIŞ ÇÖP BEDENLER

Amy Casey, "Ottavia"
RAHMİ ÖĞDÜL
11.10.2019

“İnsan, kendi ördüğü anlam ağlarında asılı kalmış bir hayvandır” (C. J. Geertz). Anlam ağları çökünce boşluğa düşüyor. Günümüzde sık sık ruhsal bunalım yaşamamız, asılı kaldığımız anlam ağlarının yırtılması ve kendimizi yeryüzünde bulmamızdan. O yüzden ağlarımızı onaracak anlamlar bulmamız gerekiyor. Tüketim toplumunda anlamlar metalara iliştirilmiş. Her yer tıka basa nesne dolu. Ellerimizde tığlar; nesnelerle örüyoruz anlam ağlarımızı ve yıpranan yerlerini yenileriyle değiştiriyoruz. Gel gelelim her nesne anlam dünyamıza dâhil olduğu an hızla anlamını yitirip eskiyor. Ve boşluğa düşmemek için yeni nesnelerin peşine düşüyor ve bıkmadan usanmadan anlam arayışımızı sürdürüyoruz. Başka çaremiz yok; anlamsız bir dünyada yaşamak, cehennemde yaşamaktır. Yeryüzü bizim cehennemimiz. Yeryüzünden kurtulmak için, anlam ağlarımızı hep daha yükseğe örmedik mi? Anlamı yeryüzüne değil, yükseklere yerleştiriyoruz.

Anlam ağlarını, dibi zar zor görülen bir uçurumun tepesine, iki sarp dağ arasına örenler de var, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabındaki örümcek kent Ottavia’nın sakinleri gibi. Ottavia’nın sakinleri bir doruktan ötekine bağlanmış halat, zincir ve tahta köprüler üzerinde yaşamak, küçük tahta traversler arasındaki boşluklara basmamaya dikkat ederek yürümek ve kenevir ilmiklere tutunmak zorundadırlar. Calvino, Ottovia anlatısını şu cümlelerle bitirir: “Ottavia sakinlerinin boşluğa asılı yaşamları diğer kentlerdekine oranla çok daha güvenli. Herkes biliyor ki ağ artık fazlasını taşımayacak.” Havada asılı küçük anlam dünyalarında yaşayanlar, kendilerini güvende hissediyor. Ama çok kırılgan bir dünya bu. Anlam ağları çoktan çürümeye başladı bile, farkında değiller; uçuruma ha düştü ha düşecekler. Düşmemek için daha fazla asılacaklar ağlara, ama boşuna. Ağlarını onarmak için nesnelere ihtiyaç duyduklarında bilecekler ki her nesne ağa fazladan bir yük bindirecek. Ve her nesne ağa dâhil olduğu an hızla anlamını yitirecek. Yükseklerdeki anlam ağlarında yaşamayı diretenler, anlamını yitiren nesnelerini aşağıya atmak zorunda. Yeryüzü çoktan çöplüğe çevrildi bile.

Çöp; anlamını yitirmiş nesneler yığını. Bir zamanlar hayatımıza girmiş, hayatımızı değiştirmiş nesneler çok geçmeden kendilerini çöplükte buluyor. Okyanus’da yüzen, ıskartaya çıkarılmış nesnelerden oluşmuş adalarımız bile var. Bu gidişle kıtalardan geriye çöp adaları kalacak. Ayaklarımızın üzerinde durmayı başarıp yürüdüğümüzde yeryüzü, baş edilemeyecek kadar karmaşık gözükmüştü gözümüze ve gözümüzü gökyüzüne çevirmiştik. Kaostan bakıldığında gökyüzü, kozmik düzeni, mutlak ve kutsal hakikati yansıtan bir ekran gibiydi ve göklerden haber getirdiğini iddia eden ulakların anlattıklarına göre anlamlı hayatlar kurduk. Yeryüzüne değil, göklere inandık ve yeryüzünü değersizleştirdik. Şimdi mecburen havada asılı kalmak zorundayız. Çünkü çöp dağları Leonia’da olduğu gibi kentlerimizi kuşatıyor. Görünmez Kentler kitabının bir diğer kenti olan “Leonia’nın zenginliği hergün üretilen, alınıp satılan eşyalardan çok yenilerine yer açmak için kaldırılıp atılan eşyalarla ölçülür.” Ve kentin sakinleri hergün yepyeni nesnelerle başlarlar güne. “Dünün çöpleri, önceki günün, tüm önceki günlerin, yılların, on yılların çöpleri” üst üste yığılır. Çöp yığınları çok geçmeden kenti yutacak. Ve bizler de çöpe karışacağız; çöp yığınlarındaki nesneler gibi, geri dönüşümü bekleyeceğiz.

Iskartaya çıkarılmış ve geri dönüşümü bekleyen sadece nesneler değil; giderek büyüyen işsizler kitlesi, savaşlarla yerinden yurdundan edilmiş mülteciler ve diğerleri; anlam ağlarından atılmış, çöpe dönüşmüş bedenler. Gündelik hayatta yeniden dolaşımına girmeyi, anlam ağlarına takılmayı bekleyenler. Birilerinin anlam ağlarına takıldığımızda dünya anlamlı hâle geliyor. Oysa o birileri, ağlardaki bedenleri iliklerine dek sömüren ve enkaza dönüştürenlerdir. Bedenler enkaza dönüştüklerinde artık geri de dönemeyecekler. Çok geç olmadan anlamı yeryüzüne yerleştirmeyi neden denemiyorsunuz; kendi anlam ağlarınızı yeryüzünün öteki bedenleriyle birlikte örmeyi, yeryüzünü ve kendinizi anlamlı kılmayı? Yukarıdan kurtarıcı mı bekliyorsunuz? Gelmeyecek!

5 Ekim 2019 Cumartesi

YAZI, BOYUN EĞDİRMEK İÇİNDİR

Cyril Vouilloz

Keith Haring
RAHMİ ÖĞDÜL
04.10.2019

Sokrates yazıyı kuşkuyla karşılayanlardandır; canlı diyaloğu, ölü metne tercih edenlerden (bkz D. Allen, Platon Neden Yazdı? İletişim). Yazılı söz, kişinin canlı, nefes alan sözünün sadece bir imgesi. Yazı yazmak, resim yapmaya benzer. Resimler nasıl canlı varlıkların yerine ölü imgeleri geçiriyorsa, yazı da sürekli gelişip büyüyen, gelişip serpilen diyalektik sözün yerine ölü harfleri geçiriyor. Sokrates, söz için ‘enargeia’ terimini kullanır. Homeros da enerji anlamına gelen aynı terimi, tanrıların gözle görünür hale geldiği durumlar için kullanmıştır. Sözcüklerimize hayat verenin, nefesin gücü olduğunu hatırlayın; yaşam enerjisiyle dolular. Yaşamın soluğu görünmez olanı, kavramları, düşünceleri yaşamın akışı içinde görünür hale getirir. Sokrates’e göre filozof, ancak yaşlandığı zaman anımsamak, kendini oyalamak için yazmalıdır. Felsefi açıdan kabul edilebilir bir metin sözel diyalektiğin bir anımsatıcısı olmalı. Aksi takdirde bir hatibin ya da kanun yazıcısının metni olacaktır.

YAZI İKTİDAR YÖNTEMİ
Sokrates yazıdan kuşkulanmakta haklı. İlk yazıcılar despotun gölgesinde yetişmiştir, yazı düşünmek için değil, boyun eğdirmek içindi. Yazı; yaşamın soluğunu, enerjisini surların içine kapatan ve yaşamı mülk edinmeye çalışan bir iktidar tekniği. Yazı, Mezopotamya’da erken devlet oluşumlarında bir yakalama aygıtı olarak icat edilmiştir. Kaçıp gitmekte olanı, yaşamı yakalayıp yerleştirmek, envanterini çıkarmak için. Yazının icadıyla birlikte insanlar, araziler, tahıllar, hayvanlar, eşyalar birer birer kayda geçirildi. Ve J.C. Scott kitabında, arkeolojik bulgulara dayanarak, “Mezopotamya’da yazının, onunla ilişkilendirdiğimiz görkemli uygarlık icatlarına yani edebiyata, mitolojiye, methiyelere, kralların soy ve secerelerine, tarih kayıtlarına ve dini metinlere aracılık etmeden önce, beş yüz yılı aşkın bir süre boyunca sadece muhasebe için kullanıldığını” belirtiyor (Tahıla Karşı, KÜY). Uruk’ta çıkarılan M.Ö. 3300-3100 tarihine dayanan en eski tabletler çoğunlukla tahıl, işgücü, vergiler, savaş esirleri, köleler hakkındaki listelerden ibarettir. İnsanlar, kelle vergisi almak, angarya işlerde çalıştırılmak ve askere alınmak için ikamet, yaş ve cinsiyetlerine göre tek tek sayılıp kaydediliyordu. Yazı, yaşamı standartlaştırma ve soyutlama yöntemidir; devletin istatistikler, sayımlar ve ölçümler kullanarak tebaasının bedenlerine, emeklerine ve ürünlerine el koyma yöntemi.

SEMİYOTİK BASKI
Felix Guattari, günümüzde de iktidarın yazıyla ilişkili boyun eğdirme yönteminden söz ediyor: “Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.” Semiyotik boyun eğdirme, göstergelerin gömülü olduğu bir metne göre işliyor; düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bu metindir. Gündelik hayatta kullandığınız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasına uydurmak zorundasınız. Aksi takdirde kendinizi özel kurumlarda bulabilirsiniz. İçine gömülü olduğumuz metni ihlal edenlere deli, sarhoş, anormal, meczup deniliyor.

YAZI BİR YAKALAMA AYGITI
Yazı iktidarın icat ettiği en erken dispozitiflerden biri. Foucault’nun dispozitif kavramını Agamben şöyle açıklıyor: “Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey” (Dispozitif Nedir? Monokl). Bir yakalama aygıtı olarak yazı, capcanlı sözü işaretlerden oluşan bir soyutlama sistemine dönüştürmüştür. Devlet, yeryüzünde dolaşan sözü surların içine kapatmış ve sözün yaşamla bağlantısını koparmıştır. Varlıkların envanterini çıkarma yöntemi olarak yazı, bürokratik bir tekniktir. Kabul edelim; yazının içine gömülü halde yaşıyoruz, yazıyor ve yazılanları okuyoruz. Ve durmadan yakalanıyoruz. Bir kaçış mutlaka olmalı, yazıyla birlikte kaçış. Yazıyı kaçırıp açık havaya çıkarmalı. Yazıya, göçebelerin kasırga gibi esen soluklarını bulaştırmalıyız:

“Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kateden bir Yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz” (Deleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk).