28 Ocak 2010 Perşembe

DÜZÜLKE’NİN GEOMETRİSİ


RAHMİ ÖĞDÜL

28.OCAK.2010

Edwin A. Abbott Düzülke’yi(Flatland, 1884) Viktoryen değerler sistemine yönelik bir hiciv olarak kaleme almıştı (Ayrıntı Yayınları); kitabın kapağını açar açmaz, toplumsal sınıfların geometrik şekillerle temsil edildiği iki boyutlu, yassı bir ülkede buluyoruz kendimizi; Toplumun en alt tabakasını oluşturan askerler ve işçilerin en dar açılı ikizkenar üçgenlerle, orta sınıfı teşkil eden esnafların eşkenar üçgenlerle, meslek sahibi erkekler ve kibar beyefendilerin kare ya da beşgenlerle, soyluların altıgen ve soyluluk derecesine göre kenarları giderek artan çokgenlerle ve en üstte yer alan din adamlarının ise dairelerle temsil edildiği geometrik bir dünyadır burası. Antik ve ortaçağlarda sayı ve geometriye yüklenen gizemli değerler hiyerarşisinin, moderniteyle birlikte ortaya çıkan toplumsal tabakalaşmaya yansıtıldığı bir dünyanın tasvirini sunuyor bize yazar; modernitenin hayatı geometikleştirdiğini ima ediyor.

Bir başka İngiliz yazar John Fowles, 1976’da yayınladığı Ağaç (Afa Yayınları) adlı deneme kitabında geleneksel kentlerle modern kentleri karşılaştırıyor; hayatın ve insanın nasıl da geometrik hale geldiğinden yakınıyordu: “Kent ve kasabaların daha eski ve daha plansız mahalleleri tamamen bir ormanı andırır; özellikle de içimizden geçiş biçimleriyle, kendilerini ortaya koyuş tarzlarıyla, yolumuzu kaybettirmeleriyle, açılmaları ve kapanmalarıyla, şaşırtmaları ve memnun edişleriyle.

Yirminci yüzyıl mimarisinin birçok aptalca hatası içinde en aptalca olanı, gösterişli kent planlamasında bu eski modeli unutmak olmuştur. Geometrik ve doğrusal kentlerin insanları, geometrik ve doğrusal olur; ahşap kentlerin insanlarıysa daha insan gibi insan olur.”

Fowles aslında ormanı andıran tüm kıvrımlı yapısıyla, labirentimsi doğasıyla bir yeri, doğal ve toplumsal kuvvetlerin etkileşime girdiği geleneksel bir mekânı tarif ediyor ve sermayenin silindiriyle bu yerin geometrik bir düzleme, bir uzama dönüştürülmesinden kaygı duyuyordu. Günümüzde küreselleşmenin radikal bir ötekisi olarak ortaya çıkan yerler ne yazık ki kapitalist girişimci ruhun yıkıcı etkisi ve soyut bir ilerleme mevhumuyla birlikte yok edilirken, yeryüzü de giderek kıvrımlarını yitirerek bir düz ülkeye dönüştürülüyor (bu cüretkâr kapitalist ruh, çoban çocuk temalı bir banka reklamında, etrafındaki doğayla birlikte bir köyün nasıl yok edildiğini ve gökten zembille modern bir kentin nasıl indirildiğini ballandıra ballandıra anlatabiliyor mesela). Doğal ve fiziksel çevrenin, Fowles’in deyişiyle insanı insan yapan yerlerin yıkılması aynı zamanda toplumsal belleğin yıkılmasıdır da. Tarihselliği, doğayı, toplum ilişkileri barındıran kıvrımlı yerlerin düzleştirilmesiyle birlikte her türlü ilişkiden, bellekten arındırılmış, soyut düz ülkeler kaplamaya başladı yeryüzünü; sadece hız yapabileceğimiz otobanlar. Ve haliyle bu geometrik, soyut mekânların insanları da tıpkı Abbott’un Düzülkesi’nin sakinleri gibi çeşitli geometrik kimlikler taşıyabiliyorlar.

Beyoğlu Akbank Sanat’ta yer alan sanatçı Claude Closky’nin “Yazı mı Tura mı” başlıklı sergisi, hızın düzleştirdiği bir dünyaya dair hızlı ve gelip geçici imgeler sunuyor bize. Serginin girişindeki A Flat World (Düz Bir Dünya) adını taşıyan yapıtında sanatçı, bir masanın üzerine serdiği, kuşbakışı çekilmiş (muhtemelen google earth’den alınmış) yeryüzü fotoğraflarını sergiliyor. Tüm kıvrımlı yapısıyla bir zamanlar yeryüzü (earth) olarak adlandırılan habitatımız, artık “google earth” adını daha fazla hak ediyor galiba (yeryüzünün google-earth’leşmesi). Ön yüzlerinde geometrik soyut mekânlara dair imgelerin yer aldığı fotoğrafların arkasına baktığımızda yeryüzünün kıvrımlı yapısını hala sezebiliyoruz.

Yassı ekrana yansıtılan Geo Metry başlıklı yapıtta dünya haritasının üzerine yerleştirmiş mavi karelerin, siyah üçgenlerin ve kırmızı dairelerin giderek büyüdüğünü ve sonunda patlayıp dağıldığını görüyoruz. (Besin kaynakları aritmetik olarak artarken insan nüfusu geometrik olarak artar, diyen Malthus’a bir gönderme belki de).

Aynı anda karşı duvarlara yansıtılmış, birbirine karşıt görsel kavramlardan oluşan No Choice adlı yapıtını bir tenis maçındaymış gibi izlerken, hızla geçen imgeler arasında sıkışıp kalarak yassılaşma deneyimini yaşabiliyorsunuz.

Kıvrımları açılarak düzleştirilmiş bir yeryüzünde, bir düzlemde iktidarların kolaylıkla manipüle edeceği geometrik şekillere, Legolara dönüşebiliyor insan; içi boşaltılmış, her türlü ilişki ve kuvvetten arındırılmış hayaletimsi varlıklar haline gelebiliyor. Sermayenin soyut, geometrik mekânları karşısında yerleri savunmak gerek. İçinde barındırdığı, doğayı ve toplumu kucaklayan tüm kıvrımlı yapısıyla yerin savunulması, aynı zamanda insanın da savunulmasıdır.

Not: Claude Closky’nin Akbank Sanat’taki “ Yazı mı Tura mı” başlıklı sergisi 6 Mart 2010’a kadar açık kalacak.

21 Ocak 2010 Perşembe

KİMLİKLERİN TUTSAKLIĞI


RAHMİ ÖĞDÜL

21 Ocak 2010

Ne de çok kimliğimiz var. Bölümlere ayrılmış bir hayatın bize kazandırdığı kimliklerimiz arasında öncelik sıralaması yapsak da bu çok sayıdaki kimliğin ağırlığından kurtulamıyoruz. Çalışma yaşamı, uğraşlarımız, cinsel tercihlerimiz, etnik kökenimiz, şehrimiz, aile içindeki konumumuz, ait olduğumuz toplumsal sınıflar; toplum içindeki aidiyetlerimiz üzerinden sonu gelmeyecek bir kimlikler listesi çıkartabiliriz. Her toplumsal bölümlenme yeni kimlikler yapıştırıyor bedenimize.

YAŞAMI SINIFLANDIRMAK
Nedir kimlik? Batı dillerindeki karşılığı ‘identity’; aynı zamanda özdeşlik anlamına da geliyor. Aristoteles mantığını okul sıralarından hatırlarsınız: A A’ya özdeştir. Yani bir şey ancak kendisine özdeş olabilir. A ancak kendi özdeşliğine, kimliğine sahiptir. Diğer her şeyden A’yı ayıran bu kimliğidir. Bu kimlik, bu özdeşlik üzerinden A varlığını sürdürür. Özdeşliği bozulduğunda, yani kimliğini yitirdiğinde ise artık A’nın A olmadığını, başka bir şeye dönüştüğünü söyleyebiliriz. A artık yeni bir kimlikle, B olarak çıkar karşımıza.

Bu sefer de B, sadece B’ye özdeştir deriz. Aksi takdirde darmadağınık gözükecek bir hayatı, düzene sokmak için girişilen bir çabanın ürünüdür kimliklendirme. Hayatı uzlaşımsal olarak tahayyül etmenin, her şeyi yerli yerine oturtmanın, sınıflandırmanın bir yöntemi.

Kimlik kategorileri, ister baskıcı yapıların normalleştirici kategorileri olsun, isterse bu baskıya karşı özgürleştirici odaklaşma noktaları olsun, düzenleyici rejimlerin araçları olmaya eğilimlidir. Kimlikler, bir kütüphanede kitapların sırtlarına yapıştırılan, hangi rafa ve sıraya yerleştirileceklerini gösteren kodlama sistemini andırıyor. Kimlik taşıyan bir şey, iktidarın kodlayıcı mekanizmasından yakasını kurtaramıyor. En muhalif, en marjinal, en ele avuca sığmaz oluş bile bir kimlikle yaftalanıyor, ve böylece oluş halinden çıkartılıp, diğerlerinin yanına, ait olduğu rafa yerleştiriliyor.

TEMSİLLERİN YAPIBOZUMU
Dünyaya baktığımızda hep özdeşlikleri, kimlikleri görüyoruz; olup bitmiş, gerçekleşmiş varlıkları. Kimlik, bedenin barındırdığı fark yığınlarının zamansal ve mekânsal olarak edimselleşmiş, gerçekleşmiş halidir oysa; bir zaman diliminde donup kalmış sabitliktir; bir kabuktur. Halbuki dünyaya başka türlü baktığımızda, bu kimliklerin altında yatan ve kimlikleri şekillendiren fark yığınlarını görebiliriz. Bir kimliğin kendi özdeşliğini yitirmesine, başka bir şeye dönüşmesine yol açan, içinde barındırdığı bu fark yığınlarıdır. Dünya, kendilerini durmadan oluşturan kimliklerden değil, özgül kimlik formları halinde kendilerini edimselleştiren bu fark yığınlarından oluşmuştur. Bu fark yığınları bu dünyaya içkindir, kendilerinden oluşmuş kimlikler kadar maddidirler.

Gel gelelim uzlaşımsal, bildiğimiz anlamda siyaset (makro-siyaset), hep sabitleşmiş kimlikler, temsiller üzerinden sürdürüyor etkinliğini; sabitleşmiş, kendi kendisiyle özdeş olan kimliklerin ve temsillerinin bir mücadele alanı olarak görülüyor siyaset. Mevcut olan ile olması gereken arasındaki gerilim olarak tanımlandığında siyaset odağının, kendilerini durmadan üreten kimliklere ya da temsillere değil, bu kimliklerin altında yatan ve kimlikleri biçimlendiren fark yığınlara kayması gerekiyor; içinde çokluk barındıran öznelerin kendi aralarında doğrudan, mikro düzeyde kurabilecekleri ilişkilere.

Makro-siyasetten mikro-siyasete geçildiğinde kimlikler, temsiller yapı bozuma uğruyor; kendisini özneler arasına yerleştirerek aslında durmadan ilişkisizlik üreten iktidarın müdahalesi de ortadan kalkıyor böylelikle. Kimliklerimizin tutsaklığından kurtulduğumuzda kendi aramızda yerel bağlar kurarak yaşanası bir dünyayı hep birlikte, mikro düzeyde yeniden biçimlendirebiliriz belki de.

14 Ocak 2010 Perşembe

ARZUNUN PORNOGRAFİSİ


RAHMİ ÖĞDÜL

14.OCAK.2010

Tarih içinde beden, iktidarın ve toplumsal kuvvetlerin biçimlendirmeye çalıştığı bir toplumsal kuruluş olarak ortaya çıkıyor. Özellikle sanatta iktidar ile beden ilişkisinin izini, beden tasvirleri üzerinden sürmek mümkün. Batı sanatı, kökeni İÖ. V. yüzyılda yaşamış Polikleitos’ın heykellerinden ve özellikle de Praksiteles’in Knidoslu Afrodit’inden ilham alan güzel kadın ve erkek bedenleriyle doludur. Bu heykeltıraşlar dönemin Pitagorasçı atmosferine uygun olarak bedeni sayıların uyumuna göre inşa etti. Rönesans ile birlikte yeniden keşfedilen bu ideal beden formları, tablolarda, heykellerde çeşitli jestler, pozlar halinde biteviye yinelenip durdu. Nazi sanatında ise bu formlar, sağlıklı ve güzel aryan ırkının bedeni olarak yüceltildi; bu normlardan sapan bedenler, yoz beden olarak sınıflandırıldı.

Dışavurumculuk ve Dadaizm ile birlikte bu beden formu ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştır. Otto Dix ve Gross gibi ressamlar sanatlarında dışkıya, sekse dayalı kirli bir modernizm formüle etmeye çalıştılar. Sanata baktığımızda politik mücadelenin beden formu üzerinde gerçekleştiğini görebiliyoruz. Foucault, modern toplumlarda iktidarın doğrudan maddi beden üzerinde odaklandığını söylüyor. İktidar ilişkilerinin bir ürünü olan beden, kontrol edilmek, kimliklendirilmek ve yeniden üretilmek üzere inşa ediliyor.

Günümüzde iktidarın beden üzerine ayrı, fakat birbiriyle ilişkili iki yoldan müdahalesi var: tek tek bedenlerle ilgilenen beden disiplinleri (anatomo-politika) ve insan türünün bedenine bir bütün olarak yaklaşan nüfus düzenlemeleri (biyo-politika). Medyada güzel ve sağlıklı bedenlere düzülen övgüler, askeri talimler, okullardaki beden eğitimi dersleri, kıyafet yönetmelikleri, tıbbın bedene müdahaleleri, doğum kontrolleri, yerlerinden edilip başka yerlere taşınan insanlar, iktidarın panoptikonu ile durmadan denetlenen bedenler, genetik olarak tasarlanan bedenler, cinsel metalara dönüşen bedenler; aslında toplumsal alanda anatomo-politika ile biyo-politikanın iç içe geçtiğine tanıklık edebiliyoruz. İktidar bedeni fethetmeye kalkışıyor; sağlıklı bedenler üzerinde inatçı ve titiz bir çalışma yürüterek, bireysel bedenin arzulanabilir kılınmasına çalışıyor.

Ne var ki iktidarın kendi söylemleriyle kurmaya çalıştığı beden, aynı zamanda direnişin yeri haline de dönüşebiliyor. Mesela haz isteğinin, cinsellikle ilgili ahlaki normlara yönelttiği saldırılar yine bedende vuku buluyor. İktidarın kendisini güçlendirmek üzere inşa etmeye çalıştığı beden, kendisine karşı girişilen saldırıların mekânı haline geliyor. Bedenin içine sızan iktidar, bedenin içinde saldırılara maruz kalıyor.

CİNSEL BEDENİN BAŞKALDIRISI

Foucault’ya göre cinselliğin giderek genişleyen bir uğraş ve çözümleme alanı, gözlem ve denetim hedefi haline gelmesi, her bireyin arzularını kendi bedeni içinde, kendi bedeni üzerinde ve kendi bedenin lehine yoğunlaştırması sonucunu doğurdu. Beden çocuklarla ebeveynler, çocuklarla denetim organları arasındaki savaşın sürdüğü meydan durumuna geldi. Dolayısıyla cinsel bedenin başkaldırısı, iktidarın bedene sızma harekâtına yönelik bir karşı saldırıdır.

İktidar bu başkaldırıya, porno filmleriyle, erotizmin ekonomik sömürüsüyle karşılık veriyor. Özgür Korkmazgil’in ‘18+’ sergisinde, iktidar ile bedenin cinsel hazları arasındaki mücadelenin, iktidar lehine nasıl çözümlendiğini gösteren bir tablosu var. ‘Kolonyalist’ adını taşıyan, 500 avro üzerine çizdiği pornografik tasvirler, cinsel hazların iktidar tarafından yeniden kodlandığını, denetim altına alındığını, ekonominin alanına taşındığını gösteriyor.

Beden, iktidarın biçimlendirmeye çalıştığı ve arzuların bu biçimlendirmeye direndiği bir mekân olarak toplumsal analizin odağı haline gelmiştir artık günümüzde. Özü gereği devrimci olan arzu iktidarın her türlü kodlamasını yerle bir etmeye çalışırken, iktidar bu başkaldırıları yeniden kodlayarak evcilleştiriyor. Kültür endüstrisi popüler kültür içinde pornografik imgeleri üreterek her şey gibi cinselliği de pazarlıyor. Arzu akışları önünde barajlar kurarak, bireysel bedeni, hayatı denetim altına almaya çalışıyor iktidar.

Cinsellikle sınırlandırılmayan, ancak erotik içerimler de taşıyan arzu kolektiftir oysa; iktidarın tecrit edici mekanizmalarını yıkarak toplumsal ilişkilerin yoğunlaşmasını istediği için aynı zamanda devrimcidir de; Bachelard’a kulak verirsek, insanı yaratan ihtiyaçları değil, arzularıdır.

Not: Özgür Korkmazgil’in 18+ sergisi, 30 Ocak 2010’a kadar Casa Dell’Arte Sanat Galerisi’nde izlenebilir.

7 Ocak 2010 Perşembe

MELEKLER DÜŞERKEN İKTİDARLAR YÜKSELİYOR


RAHMİ ÖĞDÜL

7.ARALIK.2010

Kapitalist toplumlarda boyun eğdirme, boyunduruk altına alma yazıyla, metinle bağlantılı semiyotik boyun eğdirmedir aslında. İktidar oluşumlarının temelinde dilsel ve semiyotik bir yapı yatıyor. İnsanlar, iktidarın dayattığı yazı yasasına, belirli bir sözdizimine bağlı kalarak, konuştuklarında bile sanki yazıyormuş gibi davranıyorlar; Yazının yasasını ihlal edenleri, akıl hastaneleri, hapishaneler gibi özel kurumlar bekliyor. Toplumda yapılan her jestin mutlaka iktidarın oluşturduğu yazılı metinle ilişkilendirilmesi gerekiyor; jest tutarsızsa, yerinde değilse şayet, kişinin meczup ya da en iyi ihtimalle şair olabileceğine karar veriliyor.

Metnin oluşturduğu senaryoya uygun olarak biçilen rolleri yerine getirmemiz isteniyor bizden. Mesela bir savaş alanında birbirleriyle karşılaşan düşman askerlerin milliyetçi, ırkçı ya da aşiretçi duygularla, politik ve ekonomik iktidarlar uğruna dövüşmeleri bekleniyor.

Şakalarını, anılarını, sigaralarını paylaşıp toplumsal ilişkilerini genişletecekleri yerde, birbirleriyle ölümcül mermi alışverişine girişiyorlar. Roman Polanski’nin ‘Melekler Düşerken’ filmi, senaryoda yapılan küçük bir değişikliğin nelere yol açabileceğini düşündürtüyor bizlere.

İstanbul Modern, küratörlüğünü Paolo Colombo’nun gerçekleştirdiği ‘Melekler Düşerken’ temalı bir dizi videoya ev sahipliği yapıyor. Video sergisiyle aynı adı taşıyan 1959 tarihli filmi yönetmen Roman Polanski, Polonya’daki Lodz Devlet Film Okulu’nun bitirme projesi olarak çekmiş. Barok üslubuyla dikkati çeken film bir ülkenin tarihini özetliyor sanki. Şöyle bir sahne var filmde: filmin kahramanı katıldığı savaşın ölümcül atmosferinden kaçıp yıkık bir eve sığınır; burada kendisi gibi savaş alanından kaçmış bir düşman askeriyle karşılaşır. Önce tüfeğini doğrultur düşmanına; sonra silahsız ve zararsız olduğunu anlayınca tüfeğini indirir. Düşmanı dostane bir yüz ifadesiyle elini paltosundan içeri sokar. Asker birden düşmanının bu hareketinden korkuya kapılıp can havliyle sarıldığı tüfeğini ateşler, düşmanı ölmüştür.

Ölü düşmanının paltosunun içindeki elini dışarı çıkardığında, sıkılı yumruğunun içinde iki dal sigara bulur; mermi hedefini ıskalamamıştır; gelgelelim, sigaralarını tüttürürken kendilerine biçilen rolün dışına çıkıp başka türlü bir ilişki geliştirme fırsatını, kendi mekânlarını yaratma fırsatını ıskalamışlardır.

Politik ve ekonomik iktidarlar, toplumsal ilişkilerin gelişmesi önünde bir engel oluşturuyor; ilişkisizlik her zaman iktidarların yararına işliyor. Yürürlüğe koydukları yazı yasasıyla boyun eğdirdikleri bireylerin, kendilerince eklentiler yaparak senaryoyu içerden dönüştürmelerini istemiyorlar. Hegemonik söylemleri darmadağın edici bu tür eklentilerle, toplumsal ilişkilerle özgürleşme sağlanacaktır oysa; senaryonun dikte ettiği söylemler içinde kalarak değil, toplumsal ilişkileri genişletecek doğaçlama tavırlarla özgürleşme gerçekleşir. Tıpkı bir örümcek gibi bir ağ-bedene dönüşerek, iktidarın dayattığı yazı yasasını, senaryoyu içerden saptıracak ilişkiler kurarak, ilişkiselliği yoğunlaştırarak bir özgürleşme mekânı yaratmamız gerekiyor. Toplumsal mekân bize önceden verilmiyor ne yazık ki; bu mekânı kendi kurduğumuz, hiyerarşik olmayan, özgürlükçü ilişkilerle kendimiz inşa etmeliyiz; aksi takdirde melekler düşerken iktidarlar yükseliyor.

Not: İstanbul Modern’deki ‘Melekler Düşerken’ video programı 7 Şubat 2010’a dek sürecek.