30 Mayıs 2013 Perşembe

KESKİN DÜŞÜNCELERİ KÖRELTEN SANAT


RAHMİ ÖĞDÜL

30.05.2013

Her sokak sanatçısının ya da merkezin dışında kalan sanatçının bir gün keşfedilip bir müzayedede yüksek fiyatlardan alıcı bulma düşü var mıdır? Bilemiyorum ama tanınmadan önce sokaklarda grafiti yapan ve Andy Warhol tarafından keşfedilen Jean-Michel Basquiat’nın geçen hafta Christie’s müzayede evinde 48.8 milyon dolara satılan “Dustheads” adlı tablosu böyle bir düşü kışkırtmak için yeterlidir sanırım. Piyasa koşullarına göre belirlenmiş bir beğeniye, sanatın ticari bir meta olarak alınıp satılmasına karşı altmışlarda sanatçılar tarafından gösterilen tepkinin yerini günümüzde, hiç sorgulamadan mevcut ekonomik ilişkilere eklemlenme almıştır. Andy Warhol’un yolunu izliyor sanatçılar: “Sanat yaptıktan sonra pazarlama sanatına girdim. Bir tür sanatçı işadamı ya da pazarlama sanatçısı olmak istiyorum.” Sanatçı bohem giysilerini çıkarmış ve sırtına reprezantların lacivert takım elbiselerini geçirmiş; sanat ticari bir faaliyet alanına, sanatçı da bir satış elemanına dönüşürken piyasanın belirlediği değerler sisteminin dışı görünmez olmuştur. Mevcut ekonomik sistemin içinde hareket ederken büyük meblağların düşünü ister istemez kuracak, bir gün şan ve şöhrete ulaşacağı düşüyle hep merkeze oynayacaktır.

MERKEZDE OLMANIN DÜŞÜNÜ KURANLAR
Bireysel muhalif karşı çıkışlarda bile merkez belirleyici bir rol oynamaktadır. Kıyıda yer alan sanatçı sürekli merkezin hamlelerine yanıt vermeye çalışırken, merkezin oyununa katılıp merkezin diliyle yanıtlar verir, merkez olmadan yaratıcı bir alan yaratabilme erkini hep ıskalar. Merkez ve kıyı mantığından çıkıp yaratıcı bir düzleme geçmek, her ne kadar zahmetli olsa da, geleceğe ertelediğimiz değerlerimizi, toplumsal düşlerimizi hemen şimdi gerçekleştireceğimiz bir alan yaratabilir bize. Merkezi hiçe sayıp kendimizi olumlayacağımız bir alan yaratmak yerine, durmadan merkezin tavırlarına göre konumlandırıyoruz kendimizi. Egemen anlayışa eklenenler ve merkezi eleştirir gibi yaparak merkezde olmanın düşünü kuranlar. Başka bir anlayış oluşturabilmek için merkez ve kıyı ikiliği üzerinden düşünmeyi bir kenara bırakıp, etkin bir kuvvet olarak kendi alanlarımızı yaratmalıyız. Şirketleşen bir dünyada şirketlerin kurumları ve kurallarıyla düşüp kalkmadan kendi performanslarımızı gerçekleştirmeliyiz.

ŞİRKETLEŞEN SANAT
Performanslar görünmez hale gelmiş sanat ve piyasa ilişkisini, egemen anlayışı tüm çıplaklığıyla görünür kılmaya yarıyor bazen. Meta toplumunda hepimizin fahişe olduğunu, kendimizi yabancılara sattığımızı söylemişti Benjamin. Şükran Moral’ın tartışmalı ve sevişmeli performansı, sanatçının fahişeliğini, galeri sahibinin muhabbet tellallığını açık etmişti örneğin. Kamusal Direniş grubunun Bienal karşıtı performatif eylemleri ise şirketlerle düşüp kalkan ve şirketleşen bir sanatın demokratik bir ortama tahammül edemediğini gözler önüne serdi. Eylemciler şirketleşen sanat alanından apar topar atılırken, geçen hafta sosyal medyaya düşen bir habere göre bir işçi, sınıfsal konumunu gösteren boyalı giysileri yüzünden avm’ye alınmamıştı. Andy Warhol’un sorusu yanıtını buluyor: “Aslında büyük alışveriş merkezleri de bir anlamda müze gibi değiller mi?” Ya da tersi. Sanat alanları ve avm’lerin bütünleştiği bir dünya kuruluyor. Bir zamanlar avm’leri bize yeni kamusal mekân diye yutturmaya çalışanların ipliğini pazara çıkarıyor sanatçılar ve işçiler. “Bir asansörle evden alışveriş merkezine inebildiği bir ev hayal eden” Ayşe Arman gibiler, işçilerle, eylemcilerle, yoksullarla karşılaşmasın diye, tüm kamusal alanlar avm’leşirken, işçiler, eylemciler, yoksullar kamusal alanın dışına sürgüne gönderiliyor. Şirketlerin ele geçirdiği bir dünyanın nasıl olacağına dair emareler çoktan belirdi.

SINIFSAL GÖSTERGELER
Parlak metaların etrafında dönüp duran, parlak yüzeylerde sörf yapanların doldurduğu, işçilerin, yoksulların, eylemcilerin kapı dışarı edildiği yapay bir cennet olarak avm’ler, zararsız bir çok-kültürcülük barındırıyor vitrinlerinde, tıpkı Bienallerde olduğu gibi. Sanatta da sınıfsal göstergeler evcilleştirilip çok kültürcülüğün vitrininde çeşitlilik olarak yer buluyor ancak. En radikal, kenarı en keskin düşüncelerin köreltildiği bir alana dönüştü sanat şirketlerin elinde. Zararsız gösteriler toplamı. Parlak yüzeyleri çizmeyecek yumuşak malzemeden yapılmış bıçaklar. Merkez ve kıyı ikiliğine düşmeden, keskin düşüncelerimizle oyarak açmalıyız kendi alanlarımızı.

23 Mayıs 2013 Perşembe

İÇİMİZDEKİ AĞUSTOS BÖCEĞİ


RAHMİ ÖĞDÜL

23.05.2013

Felsefenin ağustos böceklerine çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Ağustos böceği ve karınca meselinden söz etmiyorum ama. İlk felsefi düşüncenin ortaya çıktığı Ege kıyılarının arka planını oluşturan ağustos böceklerinin çıkardıkları seslerden söz ediyorum. Çılgın gibi hep aynı ritmi çalan bu böcekler gündelik yaşamın, düşüncenin, duyguların arka planındaki ritmi oluşturuyorlardı. Doğanın metronomlarıdır ağustos böcekleri. Zamanı eşit aralıklara bölerek ilk felsefecilerin kendi doğaçlama düşüncelerini icra etmelerine büyük katkı sağlamışlardır. Mitolojiye yaslanan geleneksel düşünce nağmelerinden giderek uzaklaşarak, ağustos böceklerinin ritmi eşliğinde tıpkı bir caz parçası gibi kendi doğaçlama düşüncelerini üretmişlerdir. Doğanın bu ritmi hep eşlik etmiştir düşüncelerine. Zeytin ağaçlarının altında, doğanın ritmi eşliğinde kendi doğaçlama partisyonlarını peş peşe birbirine ekleyerek kendi melodilerini yazdılar ve daha sonra gelen felsefecilerin bu melodileri giderek çok sesli hale getirmesiyle herkesin katıldığı düşünsel bir senfoni çıktı ortaya.


DOĞANIN RİTMİNİ İŞİTMİYORUZ ARTIK
Doğanın bu ritmini artık işitmiyoruz kentlerde. Doğanın ritmini yitireli çok oldu. Dalları evin arka balkonuna uzanan atkestanesi ağacından doğanın ritimlerini öğreniyorum yeniden. Baharla birlikte yapraklandığını, çiçeklendiğini izledim; çiçeklerle birlikte arıların bu ritme dâhil olduklarını ve müzikte olduğu gibi kontrpuanlarla ağacın melodisine eklendiklerini gördüm. Ağacı mesken tutan kuşlar ötüşleriyle ağacın sessiz ve derinden gelen melodisine katıldılar. Kargalar, kumrular ve adını bilmediğim ötücü kuşların nağmeleri. Bunlar görebildiklerim ve işitebildiklerim. Doğanın bir senfonik düzlem olarak yayıldığını söyleyen Uexküll ne kadar da haklı. Göremediğim ve işitemediğim milyonlarca canlının atkestanesi ağacının ritmine kendi partisyonlarıyla eklenmesiyle ortaya çıkan müthiş melodiyi hissedebilecek bir duyarlılığa çok ihtiyacımız var.

Oysa neo-liberal kışkırtmalarla giderek kendi üzerimize kapanmaya başladık. Metalardan oluşan yapay bir doğanın içinde hareket ediyoruz. Elimizden gelse, en azından doğanın kuvvetlerini, rüzgârını, nemini
hissedebileceğimiz atmosfere bile çıkmayacağız. Billboardlarda bizim ağzımızdan konuşan bir yapı firmasının reklamı ne diyordu?: “Bir asansörle evden alışveriş merkezine inebildiğim bir ev hayal ediyorum.” Ve hayallerimizi belirleyen çağın ruhu çok geçmeden gerçekleştiriveriyor hayallerimizi. Yapay olarak iklimlendirilmiş evler, avmler, asansörler, otomobiller içinde hareket ederken buluyoruz kendimizi. Hava alanı, ikinci boğaz gibi çılgın projelerle doğanın senfonik melodisi bir çırpıda yok edilirken, yerine Mars uzay üssü gibi yapay ortamlar inşa ediliyor. Doğanın ritminden kopan insan metaların ritmine kaptırıyor kendini. İçi, durmadan tasarlanan metaları arzulamak üzere yeniden ve yeniden biçimlendirilen insan, içindeki ağustos böceğini, kalbinin sesini de işitemiyor artık.

BUZDAN KALIPLARIN İÇİNDEYİZ
İnsan ilişkilerine baktığımızda küresel ısınma değil, küresel buzlanma yaşıyoruz. Doğanın birbirine eklenen partisyonları yerine, toplumsal sınıfları ayrıştıran ve ilişkisizliği arttıran buzdan kalıpların içinde dondurulmuş halde bekliyoruz. Çinli sanatçı Wang Jin’in 1996’da Zhengzhou kentindeki yeni ve büyük bir alışveriş merkezinin dışında inşa ettiği buz duvar, buz çağında yaşadığımızın bir göstergesiydi adeta. Wang, inşa ettiği bu buz duvarın içini bir sürü lüks tüketim malı gömmüştü. İnsanlar metalara sahip olabilmek için her yolu deneyerek buzu parçaladılar. Buz kalıpların içinde dondurulmuş bedenlerimizin buzunu çözmek ve ilişkiye girmek için aynı çabayı göstermiyoruz oysa. Soğuk savaş rüzgârları esiyor kentte.



16 Mayıs 2013 Perşembe

KAMUSAL SİMYA MI YOKSA KİMYA MI?


RAHMİ ÖĞDÜL

16.05.2013

Rastlantısal biçimde yan yana gelen olmadık nesneler bir zamanlar sürrealistleri şaşırtıyor ve rastlantısal yan yana gelişlerde güzellik buluyorlardı. Lautréamont’un De Chirico’nun resimlerine dair söylediği, “bir ameliyat masası üzerinde bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin rastlantısal olarak bir araya gelmesi kadar güzel” deyişini hatırlayalım. Sürrealistler, rastlantıdan, gayri iradi bellekten oluşan bir dünyayı olumluyor, heterojen öğeleri şaşırtıcı şekilde yan yana getirerek hayal gücünü tüm kısıtlamalardan kurtarmak istiyorlardı. Neredeyse tüm vitrin tasarımcıları ve reklamcılar, satışları arttırmak için aynı numarayı yapıyorlar artık, olmadık nesneleri tıpkı sürrealistler gibi yan yana getirerek, hayal gücümüzü, zihnimizi metalarla kilitlemek istiyorlar. Ya da Benetton’un reklamlarında nesneye dönüşmüş farklı etnisiteye, kültüre, toplumsal cinsiyete ait bedenlerin yan yana gelmesini düşünelim. Market raflarında yan yana gelen egzotik metalar gibi farklı kültürlere ait bireyler çok-kültürcülüğün turistik bakışını kışkırtıyorlar. Kentsel dönüşümle birlikte yeniden sömürgeleştirilen kent mekânları, vitrinlerinde sergiledikleri sürrealist numaralarla post-kolonyal çok-kültürcülüğün alanına dönüşüyor. Çok-kültürcülüğün vitrin estetiği farklı kimlikleri yan yana getiriyor getirmesine ama kimliklerini derin dondurucularda sonsuza kadar dondurarak ve nesneleştirerek.


KİMLİKLER ERİYOR
Aralarında hiçbir etkileşimin bulunmadığı bu nesneleşmiş kimliklerin mekânlarını yaratıyor iktidar. Önce süpermarketlere alıştırıldık; sonra avm denilen tüketim katedrallerine. Ve giderek kamusal mekânın, tüm kamunun bir araya gelebildiği, gösteri yapabildiği, mücadelelerini dillendirdiği, söz söyleyebildiği, girdaplar oluşturarak derin düşüncelere daldığı kamusal alanın şirketlerin eline geçerek tamamen özel mülkiyete dönüştürüldüğünü görmek kahrediyor insanı. Umulmadık toplumsal karışımların beliriverdiği kamusal alan yerini, vitrinlerdeki sürrealist numaralarla zihinleri kilitlenmiş bireylerin doldurduğu avmlere bırakıyor. Kimliklerin eriyerek yeni karışımlara yol açabileceği kamusal simya yerini, nasıl mekân ve vitrin düzenlemeleri yaparsak istediğimiz insanı elde edebiliriz ile uğraşan kamusal kimyaya bırakıyor.

BİZİ BEKLEYEN KARANLIK GELECEK
Joel Bakan, yeryüzündeki şirketlerin kamusal alanı nasıl ele geçirdiğini anlattığı Şirket (Ayrıntı Yayınları) adlı kitabında uyarmıştı bizi oysa: “New York AT&T Plaza’daki bir tabela, “mülkü ve koruması AT&T’ye ait KAMUSAL MEKÂN” diye ilan ediyor.” Demokratik tahayyülde önemli bir yer tutan ve sokakları, çarşıları ve meydanları içeren kamusal mekânların tamamen şirketlerin özel mülkiyeti haline geldiği karanlık bir gelecek bekliyor bizi. William Gibson’ın distopik siberpunk romanlarındaki yeryüzünü şirketlerin yönettiği karanlık atmosferi iliklerimize kadar hissedebiliyoruz. Bakan, demokratik bir toplumda sokakta olması gerekenleri sıralıyor kitabında: “Sokak kamusal kent alanıdır, insanların karşılaşıp biraraya geldiği yerdir; orada toplanıp protesto ederler, topluca yürüyüşe geçerler; grev gözcülüğü yaparlar; megafonlarla bağırırlar; çeşitli bilgi formlarını iletirler ve sırf kamu içinde olma özgürlüğünün keyfini çıkarırlar.” Şirketlerin ele geçirdiği tüm kamusal mekânlarda artık bunların keyfini çıkaramayacağız anlaşılan. Demokratik hak talep etmelerimizi bile iktidarın bize ayırdığı vitrinlerde gerçekleştirebileceğiz.

SANAT ŞİRKETLERİN ELİNDE
Bir kamusal etkinlik alanı olarak sanat da şirketlerin eline geçti, geçiyor. Şirketlerle düşüp kalkan ve sanat alanını yaptığı etkinliklerle belirlemeye çalışan IKSV’nin Bienal bağlamında kamusal simyadan söz etmesi tam bir oksimoronluk. Sürrealistlerin tezat nesneleri bir araya getirmesi gibi, şirket ve kamusallığı yan yana getirip, sürreal bir durum yaratarak zihnimizi kilitlemek istiyor.



9 Mayıs 2013 Perşembe

HAYATI KEÇELEŞTİRELİM!


RAHMİ ÖĞDÜL

09.05.2013

Fluxus sanatçısı Joseph Beuys’un uçağı İkinci Dünya savaşında Kırım’da düşer ve kendinden geçmiş halde göçebe Tatarlar bulur onu: “Voda (su)” diyen sesleri, sonra keçe çadırlarını ve yoğun, keskin peynir, yağ ve süt kokusunu hatırlıyorum. Yeniden ısınmasına yardım etmek için bedenimi yağla kapladılar ve sıcaklığını koruması için keçeye sardılar.” Ölümden dönen Beuys, bedenini bir rahim gibi saran yağ ve keçe sayesinde yeniden doğmuştur. Ve bu yeni yaşantısında göçebelerin keçesiyle birlikte yaşamaya başlar. Pekçok performansında keçe kullanmıştır. Gündelik hayatında keçeden yapılmış bir takım elbise ve şapka giyer.


Keçe, Beuys’un yerleşik hayattan göçebe hayata geçişini temsil eder. Yerleşiklerin geometrik ve parsellenmiş hayatına, tıpkı karmaşık bir ağ oluşturan keçenin lifleri gibi müdahale ederek, hep birlikte toplumsal bir heykel yaratmamızı önerir. Kendi performansları da bu toplumsal heykeli biçimlendirme çabalarıdır. “Sanat, sanat yapıtı olarak toplumsal organizma inşa etmek için önce yıkmak durumundadır” dedikten sonra yaşayan herkesin toplumsal heykelin heykeltıraşı ya da mimarı olduğunda, biçimi sürekli değişen ve bir süreç olarak beliren toplumsal heykelin mümkün olacağını söyler. İktidarın biçim dayatmalarının aksine, katılarak, birlikte karar alarak kuracağımız bu toplumsal heykelin özgürlükçü, demokratik sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda ortaya çıkacağından emindir Beuys. İktidarın bir kumaş gibi birbirine dik kesen ipliklerle dokuyarak geometrikleştirdiği, parsellere ayırdığı hayatı keçeleştirerek, tıpkı göçebelerin uzamdaki her yöne doğru savrulan hareketi gibi tüm parselleri yıkmamızı önerir bir bakıma. Beuys’un kumaşı değil de keçeyi tercih etmesini anlamak istiyorsak her ikisinin de mikro dokusuna bakmamız gerekecek.

Bildiğiniz gibi kumaş atkı ve çözgü denilen ve birbirini dik kesen ipliklerden oluşmuş geometrik ve santranç tahtasını andıran bir düzlemdir. Ve fazlasıyla yerleşiklerin ızgara kent planını andırmaktadır. Tüm koordinatlarıyla tanımlı bir yeryüzü parçasını. Bir satranç tahtası üzerindeki taşlar gibi bireylerin rollerini, işlevlerini, hareketlerini belirleyen bir zemin gibidir. Kumaşın dokusu, yerleşiklerin yeryüzünü parsellere ayırmasıyla ve dolayısıyla mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkışıyla örtüşmektedir. Bireyler artık kendilerine ayrılan ve yasaların izin verdiği yolları izlemek zorundadır.

Oysa keçenin mikro dokusuna baktığımızda lifleri, göçebelerin yeryüzündeki hareketlerini yansıtmaktadır. Yerleşiklerin ızgara planının aksine, yeryüzü göçebelerin önünde her yöne hareket imkânı sağlayan bir düzlem gibi yayılır. Keçenin liflerinin ağsal düzenlenişi, kumaşın birbirini dik kesen ipliklerinden farklıdır. Kıvrımlar oluşturarak her yöne savrulan, karmaşık bir lif dokusu vardır keçenin. Bir kumaşta ipliklerin nasıl hareket edeceği ve hangi yöne doğru ilerleyeceği iktidarın deterministik yasaları gereğince aşırı belirlenmiştir. Keçede lifler, artık iktidarın geometrik mekânının doğrusal çizgisinde ilerlemek yerine, doğrusallığı ihlal ederek, alabildiğine farklı biçimlerde tuhaf kesişmeler yaratırlar. Göçebelerin hem malzemesi hem de mekânıdır keçe.

İktidar bir kumaş gibi yeryüzünü, kenti parsellere ayırarak, bir satranç tahtasındaki taşlar gibi nasıl ve hangi yöne hareket edeceğimizi belirlemek istiyor. 1 Mayıs ve sonrasında yaşanan olaylarda devrimci toplumsal belleğin cisimleştiği Taksim Meydanı’nı kuşatan kolluk kuvvetleri, meydana girmek isteyenleri geri püskürtmek için şiddet kullandı ve kullanmaya devam ediyor. İktidar sınırları belirliyor ve sınırların dışında kalanları marjinal olarak tanımlıyor, yani merkezin kıyısında duranlar olarak. Bir kumaş gibi dokuyarak hayatı parsellere ayıran, merkezi ve marjini belirleyen iktidarın karşısında hayatı keçeleştirmekten başka çaremiz yok. Hayatı keçeleştirerek Joseph Beuys’un toplumsal heykelini hep birlikte inşa edebiliriz.



3 Mayıs 2013 Cuma

BOŞ ÇERÇEVE NE İŞE YARAR?


RAHMİ ÖĞDÜL

02.05.2013

Bedri Baykam’ın boş çerçevesinin satılması ardından yazdığı yazıda, yapıtı üreteni, satın alanı, ücretini bir kenara bırakmamızı, sadece sanat tarihinde boş çerçevenin ne anlama geldiğini düşünmemizi öneren Hasan B. Kahraman, bütünü gözden kaçırarak ayrıntılarla oyalanmamızı istiyor bizden. Ama biz bütüne bakarak boş çerçeveyi satın alan, muhazafakâr olsun, olmasın bir kapitalistin nasıl bir dünya tahayyül ettiğini anlamak istiyorsak boş çerçeveyi üreteni, satın alanı, yine boş çerçeve üzerinden değerlendirmek zorundayız.

Sanat tarihinde tuvalin geçirdiği evrimi özetledikten sonra boş çerçeveyi Duchamp’ın hazır-nesnesiyle ilişkilendiren Kahraman, Duchamp’ın yeni gerçekçilere ya da yeni avangardlara söylediklerini hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyor: “Yeni-Dadacılar benim hazır-nesnelerimde güzellik buluyorlar. Pisuarı ve şişeliği meydan okumak için suratlarına fırlatmıştım, oysa onlar estetik açıdan övüyorlar bunları.” Duchamp sonrası dünyanın sanatta yarattığı kırılmayı göz önünde tutarken, Duchamp’ın kendinden sonrakiler için söylediklerini hatırlamamak olmaz. Bedri Baykam da Duchamp’ın sövgü dolu sözlerinden nasibini alıyor.
İçsel olanı bir kenara bırakarak sadece dış gerçekliği yücelten Duchamp sonrası sanat için post-sanat tabirini kullanan Donald Kuspit, modern sanat ile post-sanat arasındaki kırılma noktasını bilinçdışı kültünün çöküşüyle başlatıyordu (Sanatın Sonu, MetisYayınları). Modern sanatçı kendi iç dünyasından bakarak gördüğü gerçekliği temsil ederken, içindeki kuvvetlerin etkisiyle dış gerçekliği kendine göre bükebiliyordu. Post sanatta ise dış ya da mevcut gerçeklik yüceltilirken, içsel yaşama kurtulunması gereken bir baş belası olarak bakılıyor. İçsel yaşamlarından kurtulup dış gerçekliğe koşulsuz boyun eğmiş bireyler, sadece metalar dünyasında hareket eder halde buldular kendilerini.
Dış gerçekliği fotoğrafın çözünürlüğünden çok daha yüksek çözünürlükte resmederek, metaları tüm albenisiyle gözümüzün içine sokmuştu hiper-realizm. Boş çerçevenin hiper-realizm sonrası bir gerçeklik düzlemini temsil ettiğini söylüyor Kahraman. Sanmıyorum. Sözünü ettiği gerçeklik düzlemini kapitalizm çoktan icat etmişti zaten. Kentlerin tüm vitrinleri içeriği sürekli değişen boş çerçeveler değil mi? Bir eklentinin, yani konuyu sınırlamak için tuvalin etrafına yerleştirilen çerçevenin, konudan bağımsız olarak hayatı ele geçirmesinden başka bir şey değil boş çerçeve. Artık içerik yok ya da içerik her an değiştirilebilir bir şeye dönüştü; önemli olan çerçeve. Hayatın içeriğinin boşaltıldığını görüyoruz; metalar üreten kapitalist ile boş çerçeve arasında doğrudan bir ilişki var ve Kahraman bu ilişkiyi gözden kaçırmamızı istiyor. Boş çerçeve ile metalar ortak çok şeyi paylaşıyorlar oysa. Her meta boş bir çerçeve olarak pazarlanmıyor mu? İçeriğine hiç ihtiyacımız yokken ambalajıyla ya da çerçevesiyle bizi tavlayan metalarla dolu ortalık. İçini, yine kapitalizmin biçimlendiği arzularımıza göre doldurabileceğimiz boş çerçeveler olarak dolaşıma giriyor metalar. Ve ne yazık ki bizler de toplum mühendislerinin, reklamcıların, medya teknokratlarının içeriğini biçimlendireceği boş çerçeveler olarak dolaşıyoruz ortalıkta.
Boş çerçeve kapitalizmin içini boşattığı ve artık istediği gibi doldurabileceği hayatın bir simgesi. İktidarlar projelerini boş çerçeveler olarak tasarlıyor ve bu boş çerçeveler yeryüzünün her hangi bir parçasına çevrildiğinde sadece çerçevenin önemli, içeriğinin ise değiştirilebilir olduğunu biliyoruz. İstanbul’a Terkoz Gölü civarındaki yapılacak 3. havaalanı projesi için hazırlanan ÇED Raporu’nda, bölgeden her yıl en az 500.000 leylek, 25.000 kara leylek, 250.000 yırtıcı kuşun geçtiği vurgulandıktan sonra, haşerat olarak baktığı kuşlarla mücadele etmenin yöntemleri sıralanıyor; bir ÇED Raporu sadece bir projenin doğaya verebileceği hasarları tespit etmekle yükümlü olması gerekirken, çerçevenin içinin nasıl boşaltılacağına dair bir talimata dönüşmesi de ilginç bir nokta (bkz http://www.csb.gov.tr/db/ced/editordosya/nihai_ced_istanbul.pdf).
Boş çerçeve kapitalizmin çoktan icat ettiği bir yapıt. Bedri Baykam biraz geç kalmış anlaşılan. Doğaya, insana içeriği her an değiştirilebilir boş bir çerçeve olarak bakan bir kapitalistin boş bir çerçeveyi güncel sanat olarak satın almasına şaşmamalı.