16 Mayıs 2013 Perşembe

KAMUSAL SİMYA MI YOKSA KİMYA MI?


RAHMİ ÖĞDÜL

16.05.2013

Rastlantısal biçimde yan yana gelen olmadık nesneler bir zamanlar sürrealistleri şaşırtıyor ve rastlantısal yan yana gelişlerde güzellik buluyorlardı. Lautréamont’un De Chirico’nun resimlerine dair söylediği, “bir ameliyat masası üzerinde bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin rastlantısal olarak bir araya gelmesi kadar güzel” deyişini hatırlayalım. Sürrealistler, rastlantıdan, gayri iradi bellekten oluşan bir dünyayı olumluyor, heterojen öğeleri şaşırtıcı şekilde yan yana getirerek hayal gücünü tüm kısıtlamalardan kurtarmak istiyorlardı. Neredeyse tüm vitrin tasarımcıları ve reklamcılar, satışları arttırmak için aynı numarayı yapıyorlar artık, olmadık nesneleri tıpkı sürrealistler gibi yan yana getirerek, hayal gücümüzü, zihnimizi metalarla kilitlemek istiyorlar. Ya da Benetton’un reklamlarında nesneye dönüşmüş farklı etnisiteye, kültüre, toplumsal cinsiyete ait bedenlerin yan yana gelmesini düşünelim. Market raflarında yan yana gelen egzotik metalar gibi farklı kültürlere ait bireyler çok-kültürcülüğün turistik bakışını kışkırtıyorlar. Kentsel dönüşümle birlikte yeniden sömürgeleştirilen kent mekânları, vitrinlerinde sergiledikleri sürrealist numaralarla post-kolonyal çok-kültürcülüğün alanına dönüşüyor. Çok-kültürcülüğün vitrin estetiği farklı kimlikleri yan yana getiriyor getirmesine ama kimliklerini derin dondurucularda sonsuza kadar dondurarak ve nesneleştirerek.


KİMLİKLER ERİYOR
Aralarında hiçbir etkileşimin bulunmadığı bu nesneleşmiş kimliklerin mekânlarını yaratıyor iktidar. Önce süpermarketlere alıştırıldık; sonra avm denilen tüketim katedrallerine. Ve giderek kamusal mekânın, tüm kamunun bir araya gelebildiği, gösteri yapabildiği, mücadelelerini dillendirdiği, söz söyleyebildiği, girdaplar oluşturarak derin düşüncelere daldığı kamusal alanın şirketlerin eline geçerek tamamen özel mülkiyete dönüştürüldüğünü görmek kahrediyor insanı. Umulmadık toplumsal karışımların beliriverdiği kamusal alan yerini, vitrinlerdeki sürrealist numaralarla zihinleri kilitlenmiş bireylerin doldurduğu avmlere bırakıyor. Kimliklerin eriyerek yeni karışımlara yol açabileceği kamusal simya yerini, nasıl mekân ve vitrin düzenlemeleri yaparsak istediğimiz insanı elde edebiliriz ile uğraşan kamusal kimyaya bırakıyor.

BİZİ BEKLEYEN KARANLIK GELECEK
Joel Bakan, yeryüzündeki şirketlerin kamusal alanı nasıl ele geçirdiğini anlattığı Şirket (Ayrıntı Yayınları) adlı kitabında uyarmıştı bizi oysa: “New York AT&T Plaza’daki bir tabela, “mülkü ve koruması AT&T’ye ait KAMUSAL MEKÂN” diye ilan ediyor.” Demokratik tahayyülde önemli bir yer tutan ve sokakları, çarşıları ve meydanları içeren kamusal mekânların tamamen şirketlerin özel mülkiyeti haline geldiği karanlık bir gelecek bekliyor bizi. William Gibson’ın distopik siberpunk romanlarındaki yeryüzünü şirketlerin yönettiği karanlık atmosferi iliklerimize kadar hissedebiliyoruz. Bakan, demokratik bir toplumda sokakta olması gerekenleri sıralıyor kitabında: “Sokak kamusal kent alanıdır, insanların karşılaşıp biraraya geldiği yerdir; orada toplanıp protesto ederler, topluca yürüyüşe geçerler; grev gözcülüğü yaparlar; megafonlarla bağırırlar; çeşitli bilgi formlarını iletirler ve sırf kamu içinde olma özgürlüğünün keyfini çıkarırlar.” Şirketlerin ele geçirdiği tüm kamusal mekânlarda artık bunların keyfini çıkaramayacağız anlaşılan. Demokratik hak talep etmelerimizi bile iktidarın bize ayırdığı vitrinlerde gerçekleştirebileceğiz.

SANAT ŞİRKETLERİN ELİNDE
Bir kamusal etkinlik alanı olarak sanat da şirketlerin eline geçti, geçiyor. Şirketlerle düşüp kalkan ve sanat alanını yaptığı etkinliklerle belirlemeye çalışan IKSV’nin Bienal bağlamında kamusal simyadan söz etmesi tam bir oksimoronluk. Sürrealistlerin tezat nesneleri bir araya getirmesi gibi, şirket ve kamusallığı yan yana getirip, sürreal bir durum yaratarak zihnimizi kilitlemek istiyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder