25 Nisan 2013 Perşembe

SAATLERE ATEŞ EDELİM

RAHMİ ÖĞDÜL

25.04.2013

Etrafında düşünce ve eylem anaforları yarattığımız her türlü simgenin parçalanıp anlam kırıntısına dönüştürüldüğü günümüzde belleğin de yıkıldığını, çökertildiğini görüyoruz. Saat zamanının durmadan ileriye akan ve aktıkça kentteki bellek yapılarını yerle bir eden içi boş tik-taklarına karşı direnişe geçenler silahlarını saatlere doğrultmalı önce. Benjamin Franklin “vakit nakittir” sözüyle, liberal toplumun çizgisel zamanına özgü tik-takların kurşun gibi üzerimize yağdığını vurguluyordu adeta. Paraya endekslenmiş zamanın, belleğimizi depoladığımız mekânları parçalaması karşısında, devrimcilerin direnmeleri gerekiyor; bir diğer (Walter) Benjamin’in, Tarih Kavramı Üzerine Tezler’de 1830 Temmuz devrimi sırasında meydanlardaki saatlere ateş eden devrimcilerden söz etmesi boşuna değil: “Akşamları, muharebelerin ardından, Paris’in birçok yerinde insanlar eşzamanlı olarak meydanlardaki saatlere ateş ediyorlar, sanki günü durdurmak istiyorlardı.” Michael Löwy de Benjamin üzerine kitabında çok daha yakın bir tarihe ait benzer bir görüntü aktarıyor. Nisan 2000 tarihli fotoğrafta Brezilya’nın keşfinin 500. Yılı resmi anma törenlerinde saatlere ateş eden yerliler görülmektedir. Tarihin çizgisel akışına ezilenlerin bir tepkisidir bu. Mekânların, meydanların, nesnelerin içine gömülü olan belleğin, çizgisel zamanın okuyla parçalanmasına bir tepki. Devrimcilerin zamanı çizgisel zamandan farklı olmalı.


KİŞİSEL BELLEĞİN ÇÖKERTİLMESİ
Simgelerin yıkıldığına tanıklık ediyoruz; geçmişe dair tüm anılarıyla birlikte bellek yapılar birer birer çökertiliyor. Bellek yapıların kaybolmasıyla birlikte kişisel belleklerimizin de çökertileceğini ima ediyor Marcel Proust. Geçmişin asla kaybolmadığını, nesnelerin içinde gömülü olarak yeniden keşfedilmeyi beklediğini vurguluyor: “Aklın, bize geçmiş diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli olarak orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur.” Geçmişin gömülü olduğu nesneler yok edildiğinde, çizgisel aklın yarattığı belleksiz mekânlar her yeri kapladığında, artık belleksiz nesnelerle ilişkimiz başlıyor demektir; şimdiye hapsolmuş bir halde vitrinlerdeki tasarım ürünleri arasında sonsuza kadar dolanıp duracağız.

VİTRİNDEKİ METALAR
Düşüncenin ve eylemin anaforik meydanı Taksim, alışverişin çizgisel alegorik mekânına dönüştürülüyor. Sinemaseverlerin belleklerinde yer eden, anılarını, geçmişlerini hapsoldukları yerden çekip çıkardıkları Emek Sineması da belleksizleştiriliyor ve her hangi bir avm’nin her hangi bir sinema salonuna çevrildiğinde, bir filmin bilincimizde tetiklediği düşüncelerle anaforlar yaratamadan, salonun hemen dışındaki vitrinlerdeki metaların alegorisine kaptıracağız kendimizi.

KUTSAL MEKANLARIN İNŞAASI
Düşünce anaforları yaratan mekânlar liberal anlayışları rahatsız ediyor, düşünceden, düşüncenin sınır tanımayan ilerleyişinden korkuyorlar. Hem muhafazakâr hem de liberal olan iktidar en çok korkuyor düşüncenin yıkıcı etkisinden; tüm mekânları alegorinin parçalı ve çizgisel anlayışına göre örgütlerken aralara serpiştirdiği camilerle, metaların değişen anlamlarıyla allak bullak olmuş bireyleri kutsalın değişmez ve sorgulanmaz anlamıyla avlamaya çalışıyor. Tüm çeşitliliğiyle çoklu bellekleri bağrında taşıyan nesneleri yok ederken, tek bir geçmiş dayatan kendince kutsal mekânlar inşa ediyor durmadan.

1 Mayıs’ın, emek ve işçi bayramının içeriğinin de boşaltıldığını görüyoruz. 1 Mayıs’ı Çanakkale’de kutlayacağını açıklayan bir sendika alegorinin gücünden yaralanıp, işçi bayramını milliyetçi ve muhafazakâr duygularla sulandırabiliyor. İktidarın, zamanın çizgisel okuyla parçalamaya çalıştığı devrimci belleğimize sahip çıkmanın, saatlere ateş etmenin tam zamanı.



18 Nisan 2013 Perşembe

TUHAFİYECİ DÜKKÂNI

RAHMİ ÖĞDÜL

18.04.2013

Derin gölgelerle yoğun ışık arasında salınıp duruyoruz; bir yarımız karanlık, diğeri aydınlık. Mevsim dönüşümünün yaşandığı bugünlerde doğa, ışık ile karanlık arasında güçlü kontrastlar yaratarak ruhumuzla oyunlar oynuyor. Caravaggio’nun tablolarındaki gibi yoğun ve keskin ruhsal geçişlerin yaşandığı ‘chiroscuro’ günlerdeyiz. Geceyi gündüz, hafta içlerinin kasvetli, karanlık günlerini, hafta sonlarının bol ışıklı günleri izliyor. Kentin ara sokaklarında dolaşırken kederli ve neşeli duygular arasında gidip geliyoruz.


Karanlık ile ışığın kesiştiği o belirsizlik mıntıkasında tuhaf figürler çıkıyor karşımıza bazen. Teşvikiye’deki 44 A Sanat Galerisi, Sevinç Altan ve Leman Sevda Darıcıoğlu’nun ‘Tuhaf’ başlıklı sergisine ev sahipliği yapıyor. Formların konturlarını yitirdiği alaca karanlığın muğlak mıntıkasında norma uymayan figürler beliriveriyor önümüzde. Sevinç Altan’ın karşıt ikilikleri iptal ettiği ‘ara bölgesi’ne ait tuhaf ve ucube yaratıklar. Galerinin vitrininde Altan’ın tasarladığı tuhaf, saydam giysiler bu ucubelerin gardrobuna ait olmalı. Arapça kökenli ‘tuhaf’ sözcüğü 1500’lerde hediye, özellikle nadir ve emsalsiz hediye anlamına gelirken, 1900 tarihli Kamus-ı Türki’de hediye ile ilişkisini kopararak garip, acayip, emsalsiz, nadir anlamlarını taşımaya başlıyor (bkz nisanyansozluk.com). O yüzden acayip anlamına gelen tuhaf sözcüğü ucube ile anlamdaş. Galeri, tuhaf figürleriyle tam bir tuhafiyeci dükkânı haline gelmiş; eşi benzeri görülmemiş, tekil tür örnekleriyle dolu. Leman Sevda Darıcıoğlu, kan bağına dayanmayan aile anlamına gelen ‘Philia’ isimli videosunda, toplumsal cinsiyet normlarını ihlal eden bedenleri bandajlarla birbirine bağlıyarak, çok başlı ve çok gövdeli canavarlar yaratıyor. Altan ve Darıcıoğlu dünyanın tüm ucubelerini tuhafiyeci dükkânında bir araya getirmişler.

Deniz aşırı bir ülke olan Kadıköy’de bir başka alacakaranlık mıntıkasına giriyoruz bu sefer. ‘Kaçırma’ başlıklı sergi köleliğin çağdaş formunu, insan ticaretini konu edinmiş kendisine. Göçebe Bağımsız Sanatçı İnisiyatifi’nin girişimiyle Asfalt Galeri’de bir araya gelen sanatçılar, göç yollarında telef olan insanların durumuna dikkat çeken işler üretmişler. Genco Gülan 2008 tarihli ‘Frigo’ isimli videosu, havasız bir konteynerde bolluk ülkesine yolculuk eden insanların yaşadıklarını cep telefonu kaydıyla aktarıyor. Konteynerin alacakaranlığında titrek ve yıkılmış yüzlerle karşılaşıyoruz. Bir alacakaranlık olarak beliren geleceğe dair kaygılı yüzlerle.

Alacakaranlık bir tür ürperti yaratıyor bizde, tekinsiz bir mıntıkada dolaştığımızı hissediyoruz. Bir zamanlar TV’de yayınlanan Alacakaranlık Kuşağı da bizi ürpertmek için tasarlanmıştı. Ne diyordu dizinin başındaki dış ses: “Bir başka boyuta geçmek üzeresiniz… Hayal gücünün olağan dışı diyarına yolculuğa çıkıyorsunuz.”

Sıradanlaştırdığımız gündelik olaylar, alacakaranlık kuşağında tuhaf, tedirgin edici olaylara dönüşüyor. Kendimizle karşılaşmak bile tuhaf bir titreme yaratabilir alacakaranlıkta. Genç İngiliz Sanatçılar grubundan olan Marc Quinn’in Saatchi Koleksiyonu’nda sergilenen ‘Self (Kendi)’ isimli yapıtını ilk kez görenlerin “omurga boyunca yayılan, ürpermeye yakın, bir çeşit aşırı heyacan duygusu yaşadıklarını” belirtiyor Peter de Bolla, Sanat ve Estetik kitabında (Ayrıntı Yayınları). Quinn, Rembrant’ın otoportrelerinden esinlenerek, beş yıllık aralarla kendi büstünü yapıyor. Başının dişçi alçısıyla alınan kalıbının içini kendi kanıyla doldurmuş ve katı formunu koruyabilmesi için içi sanatçının kanıyla dolu bu yüz kalıbının eksi altı derecedeki bir soğutucunun içinde korunması gerekiyor. İnce ve kırılgan bir buz tabakasıyla kaplı alçının çatlaklarından sızan kanlı bir büstü görmek, insanlarda tuhaf bir duygulanım yaratıyor. Sanat, bizi gün ışığının sıradan dünyasından kopararak, alacakaranlığın belirsizlik kuşağına sokabiliyor, ürpermeye hazır olun.

Not: Teşvikiye’deki 44 A Sanat Galerisi’ndeki ‘Tuhaf’ başlıklı sergi 2 Mayıs’a, Kadıköy Asfalt Galeri’deki ‘Kaçırma’ temalı sergi ise 10 Mayıs’a kadar görülebilir.





11 Nisan 2013 Perşembe

TERASTAKİ DÜŞÜNCE LABİRENTİ


RAHMİ ÖĞDÜL

11.04.2013

Esrarengiz bir doğa gibi önümüzde açılan metropolde kırıntılar toplayan serçe kuşları gibiyiz; seke seke dolaşıp imge kırıntıları topluyor ve bunlardan anlamlar yaratmaya çalışıyoruz. Yolları durmadan çatallanan bahçe olarak tuhaf bir şekilde dallanıp budaklanıyor metropol; bütüne dair tahayyülümüz olmadığı için kırıntılar ile idare etmek zorunda kalıyoruz. Hayat ve sanal âlem örtüşüyor: Nerede başlayıp nerede sona erdiğini kestiremediğimiz internette de “bit”leri, yani enformasyon kırıntılarını toplamayı sürdürüyoruz, Benjamin’in alegoristi ya da kent aylağı (flâneur) gibi. Kimdir alegorist? Bir unsuru yaşam bağlamından koparıp yalıtan, kendince anlamlandıran kimse. Bütüne dair bir düşüncemiz olamadığı için, daha doğrusu bütünü artık bilemediğimiz için imgeler ormanında yaşayan, ama ormanın bütününe dair bir fikri olmayan metropol hayvanlarına dönüştük. Bütünlük duygusunu yitiriyor ve parçacıklardan, yani alegorilerden oluşan bir ortamda buluyoruz kendimizi. Alegoristiz, yalıtılmış gerçeklik fragmanlarını bir araya getirip, bu yolla anlam yaratıyoruz. İsteyerek alegorist olmadık, mecburen alegoristiz.

İKTİDARIN KORKULARI
Kent içindeki mekânlarda anaforlar meydana getirerek, Deleuze’ün dediği gibi “döner düşünceler” yaratmayı beceremiyoruz artık. Bir zamanlar anaforlar meydana getirip giderek derinleşen döner düşünceler ürettiğimiz Taksim gibi meydanlar, alegorinin çizgisel ilerleyişini taklit eden alışveriş mekânlarına dönüştürülüyor. Zihinlerde ve meydanlarda anaforlar yaratmamızdan korkuyor iktidar. Herkesin kendince anlamlar yüklediği ölü nesnelerle tıka basa dolu vitrinler arasında çizgisel ve alegorik yolculuklar yapıyoruz. Simgenin, “alegorinin doğrusal zincirinin aksine, bir grup imgenin gizemli bir noktanın etrafında gitgide daha hızlı bir şekilde döndüğü döner düşünce” olduğunu söylüyor Deleuze, Kritik ve Klinik’de (Norgunk). Simgelerin içinin boşaltıldığı bir çağda döner düşünceler üretmek de giderek daha zorlaşıyor. “Simge bir girdap, şiddetli bir burgaçtır, çözüm ve kararın ortaya çıkıverdiği bu yoğun durumu üretinceye kadar bizi döndürüp durur. Simge bir eylem ve karar sürecidir.” Giderek derinleşen bir merkezin etrafında karar verene kadar hızlı bir şekilde kendimize ve kendi üzerimize döndüğümüz bir anafordur simge. Oysa alegorik düşünce, kararı durmadan öteleyen ya da erteleyen bir düşüncedir. O yüzden başka bir dünya kurma hayallerimizi de bir kenara bıraktık, anlamı sürekli değişen nesnelerin peşinden koşar olduk.

KARAR ANINI HEP ÖTELİYORUZ
İlk filozoflardan Anaksimandros ve Anaksimenes yeni dünyaların, her yöne sonsuzca uzanan sınırsız maddenin içinde yaratılan anaforlarla meydana geldiğini söylediklerinde, yaratıcı düşüncenin döner karakterinden söz ediyorlardı belki de, bir karar ya da başka bir dünya ortaya çıkıncaya kadar durmadan dönen, anaforik düşünceden. Artık anafora kapılmamak, giderek hızlanan düşünce girdabının içine girmemek için alegorilerin peşinden koşuyoruz, yoğunlaşmanın terk edildiği hiperaktivite çağında yaşıyoruz hepimiz. Düşünmemek için yaşamdan, televizyondan, internetten imge kırıntıları devşiriyoruz durmadan, karar anını, eylemi hep öteliyoruz. Bir labirent gibi giderek bizi içine çeken, duyulara yönelik bilincin genişlemesini, derinleşmesini, yayılmasını sağlayan düşünceden korkuyoruz.

LABİRENTLERE BUYURUN
İngiliz arazi sanatçısı Richard Long’un 1971’de İrlanda’da topladığı taşlarla gerçekleştirdiği Connemara Heykeli doğanın ortasında döner düşünceyi simgeliyordu. Ülkemizin Kapadokya bölgesinde gerçekleştirdiği devasa heykellerle kimi bürokratlar arasında paranoyaya neden olan Avustralyalı arazi sanatçısı Andrew Rogers, “Dönenceli Yollar – Gerçeğin Arayışı” isimli projesiyle, düşüncenin anaforik özeliğini somutlaştıran bir labirent inşa edecek İstanbul’da. 2008 yılında Nepal’de 450 Nepalli ile gerçekleştirdiği labirentin bir replikasını. “Dünyamıza önem veriyorsak, hangi ölçütleri ön planda tutarak yaşamalıyız?” sorusu etrafında giderek hızlanan bir düşünce girdabına kapılmak isteyenleri, gerek kurulma aşamasında gerekse sonrasında, metropolün ortasındaki labirente davet ediyor sanatçı.

D.H. Lawrence alegorik düşüncenin zihinsel ve doğrusal sürecinin aksine, simgenin akışlar düşüncesi olduğunu vurguluyordu: “Modern düşünce biçimi, kısımları, parçacıkları ve parçaları kavrayıp her tümceden sonra bir nokta koyar, oysa duyulara yönelik bilinç, bir bütünü sel ya da akış olarak kavrar.” Rogers’ın labirenti, yaşadığımız dünyanın geleceğine dair düşünce girdabına, akışına kapılmak isteyenleri, 18 Nisan-8 Haziran tarihleri arasında Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin Maslak’taki binasının terasında bekliyor olacak.

 

4 Nisan 2013 Perşembe

SOMATOĞRAFYA SAVAŞMAK İÇİNDİR



RAHMİ ÖĞDÜL

04.04.2013

Şeylerin düzenini tehdit eden çıplak bedenler. Tüm bedenler tehlikelidir ama bazıları diğerlerinden daha da tehlikelidir, çıplak kadın bedenleri özellikle. Eril bir coğrafyacının sınırlarını belirleyip parsellere ayırdığı bir arazi olarak kadın bedenleri. Video sanatının öncüsü, piyanist, besteci, performans sanatçısı Nam Juke Paik’ın yazdığı ve yönettiği “Opera Sextronique”ı, Manhattan’daki Cinematheque sahnesinde iki yüz davetlinin önünde icra eden viyolonsel ve performans sanatçısı Charlotte Moorman, beden coğrafyasının sınırlarını ihlal ettiği için 1967’de iki polis tarafından tutuklamıştı; örtülü olması gereken göğüslerini performans sırasında açtığı için.

İKTİDAR KOL GEZİYOR
Yeni Dışavurumcular’dan Alman sanatçı Georg Baselitz’in ise 1963 yılında Berlin’deki ilk kişisel sergisinde sergilediği “Die große Nacht im Eimer (Heba Olmuş Büyük Gece)” ve “Nackter Mann (Çıplak İnsan)" başlıklı tablolarına polis el koymuştu. “Heba Olmuş Büyük Gece”, Almanya’nın geçmişine dair politik imalar da taşıyan, mastürbasyon halindeki bir çocuğun ya da groteskleştirilmiş bir insan bedeninin temsiliydi. Gerçek ya da temsili, çıplak bedenlere, sınırları ihlal eden bedenlere tahammül edemiyor iktidar. Sınırları belirlenmiş bir arazi parçasındayız adeta. Dikenli tellerle çevrili yasak bölgelerin, düzenlenmesi gereken bahçelerin, vahşi hayvanların dolaştığı yabanıl alanların bulunduğu devasa bir coğrafya gibi seriliyor beden iktidarın bakışına göre. Sömürgeleştirilip yeniden yazılması gereken bir arazi parçası olarak.

AMİNA’NIN MÜCADELESİ
Tunuslu Amina kendi bedenine düzenin tüm eril ahlakını hiçe saydığını yazdığında, sömürgeleştirilmiş bedenini yeniden ele geçirmeye çalışıyordu. Bir bedenin, hele bir kadın bedeninin tüm yasaları, metinleri ihlal ederek kendi bedenini yeniden ele geçirmesi olacak şey değil. Kafka’nın Ceza Sömürgesi’nde olduğu gibi iktidar kendi yasalarını bedenlerin üzerine yazabilir ancak. Bedenli olmak, bedeniyle birlikte yaşamak bir suçmuş gibi kuruluyor toplumda. O yüzden her bedenli varlığın üzerine kendi suçunu kazıyor iktidar.

Yeryüzünün topografyasını çıkaran coğrafya bir iktidar bilimi olarak iş gördü yıllardır. Yer-yazımı anlamına gelen coğrafya yeryüzünü yeniden yazıp kodlayarak iktidarların kullanıma sunmuştu. Toplumda ise coğrafyanın kardeş disiplini somatoğrafya, yani beden-yazımı iş başında. Bir arazi parçası olarak bedeni kodlayarak, iktidarın kullanımına sunuyor. Somatoğrafyanın anahtar sözcüğü müstehcenlik. Müstehcen sözcüğü Arapça hücnet sözcüğünden türetilmiştir. Soysuzluk, karışıklık, bayağılık, aşağılık anlamlarını taşıyor bünyesinde. İktidarın beden üzerine çizdiği sınırların, beden-yazımının ihlaline işaret ediyor doğrudan. Tıpkı coğrafya gibi somatoğrafya da topoğrafyayla, sınırlarla ilgileniyor, bedenin sınırlarını ihlal edip yabanıl bölgelerle karışıp soysuzlaşmasını önlemeye çalışıyor. Bedeni evcilleştirmek ve yerli yerine oturtmak için sınırlar boyunca nöbet tutuyor somatoğrafya.

BEDEN YENİDEN KODLANMASI
Bugün 4 Nisan. Tunuslu Amina Tyler’ın iktidar yasasını ihlal edip kendi bedenine yazı yazması üzerine ülkesinde maruz kaldığı muameleyi protesto etmek için Ukraynalı feminist grup Femen 4 Nisan’ı uluslararası dayanışma günü ilan etti. Kadınları üstsüz fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşma çağrısı yaptı. Aklıma 2000 yılında Bülent Erkmen’in tasarladığı 32 kişinin çıplak fotoğraflarının yer aldığı “32 Büst” adlı kitap geliyor. Aralarında Hilmi Yavuz gibi yazar ve şairlerin de olduğu bu girişim bedenleri çıplak büstler halinde heykelleştiriyor, sınırlarını biraz genişletip bedeni yeniden kodluyor ve büstler halinde donduruyordu. Somatoğrafya, yani beden-yazımı, bir iktidar disiplini olarak sürekli sınırları gösteriyor bize. “Coğrafya Savaşmak İçindir” kitabının yazarı Yves Lacoste’un coğrafya için söylediklerini, somatoğrafya için de söyleyebiliriz: “Bölge düzenlemenin tek amacı en yüksek düzeyde kazanç sağlamak değildir; aynı zamanda, devletin halk hareketlerini önleyebilmesi için, stratejik açıdan bölgeyi ekonomik, toplumsal ve siyasi olarak düzenlemektir.”