26 Ağustos 2016 Cuma

YAŞAM SAF DEĞİL, KANDIRAMAZSINIZ!


Igor Morski
RAHMİ ÖĞDÜL
26.08.2016

Formel ya da enformel; resmi ya da gayri resmi; melek ya da şeytan. Bazen çok formdadır, bazen formsuz. Bazen çok gündüz, bazen çok gece. Bazen katı, bazen akışkan. Bir an çırılçıplak, sonra örtülü. Bazen erkek, bazen kadın. İnsanın hâllerini saymaya kalksak sonu gelmez. Ve karşıtlıklar arasındaki ayrım çizgisini nereye yerleştireceğinizi kestiremezsiniz. Sınır bir çizgi değildir çünkü, tüm karşıtlıkların birbirine karıştığı, iç içe geçtiği bir mıntıka. Anaksimandros olsaydı “aperion”, yani “sınırsız” derdi buraya; kozmosun kökeni (arke) olarak önerdiği kavram. Thales, köken sudur dediğinde, karşı çıkmış, su gibi karşıtı olan bir şeyin köken olamayacağını söylemişti. “Sınırsız”, tüm karşıtları içinde barındırandır ve karşıtlıklar “sınırsız”ın içinden çıktıkça bildiğimiz dünya oluştu. O halde dünyalarımız karşıtlıkların dünyasıdır, ama karşıtlıkların karıştığı sınırda ya da Anaksimandros’un deyişiyle “sınırsız”da duran insan, tüm karşıtlıkları kucaklayandır. Sınırdan içerilere, merkeze doğru hareket ettiğimizde tuzağa düşüyor ve karşıtlıklar kıstırıyor bizi. Gelgelelim insan sınırda durmaya ve “sınırsız” olanı duyumsamaya teşne bir canlıdır. Ve kim ki evini sınıra kurmuşsa, aynı anda hem o hem de buysa ve farklı dünyalara geçişte ustalaşmışsa, yaşam olmuş demektir. Öylesine yaşam olmuştur ki kimliğini yitirmiştir; dokunsanız yaşam sevinciyle titrer, ürperirsiniz.

Çocukluk bilgisidir, sonra unuttuk: “Ortada kuyu var/Yandan geç”. Merkezde tuzak var, ‘ya/ya da’ tuzağı. “Ayrı dünyaların insanıyız” repliğini ağızlarımıza tutuşturduklarından beri, ‘ya’ bu dünyadan ‘ya da’ diğer dünyadan olmak zorundasınız, sanki tek bir dünyada yaşamıyormuşuz gibi. Ve dünyalarımızın arasına hat çekenlere ne demeli? Hatları öylesine yüksek gerilimle yüklüyorlar ki dokunsanız kıvılcımlar saçılıyor etrafa, dokunsanız yangın yerine dönüşecek.

Bir de saflaştırıcılar var tabii. İnsanı alacası bulacasından arındırmak için tek renge boyamaya kalkışanlar. Ama mümkün mü? Bir sınır canlısı olarak insanın kumaşı “sınırsız”dan dokunmuştur. Saflaştırıcılar, karşıtlıklardan birini kendilerine köken diye seçen ve dünya içinde dünya kuranlardır; biliyoruz ki her dünya karşıtlık üzerine kurulmuştur, önce birbirlerine karşıttırlar ve sonra, hepsi birden yaşama, yeryüzüne karşıt. Ama dedim ya, insan alacalı bulacalıdır. İstedikleri kadar tek renge boyasınlar, yeryüzünün suyuyla yıkandığı an boyasını atacak ve altından gökkuşağının renkleri çıkacaktır. İnsanı tek renge boyayan, kapatıldığı sınırlardır; o halde yaşam tam da dünyaları ayıran sınırda, engin denizde saklı. İnsan binbir rengin harelendiği sularda yıkanmış, yeryüzünün tüm renkleriyle el emeği, göz nuruyla dokunmuştur bir kere, iflah olmaz.

Boyamak işe yaramayınca saflaştırıcılar, merkeze maden ocakları kurdular. Yeryüzünün tozuna toprağına, gökkuşağının renklerine bulaşmış bedeni ve ruhu asitlerle yıkayarak ve yakarak içindeki saf cevheri çıkaracaklarını sanıyorlar; ama cevher yerine, ocaktan ölü bedenler çıkıyor durmadan, ölüm kol geziyor içeride. İnsan saf değil, karışımdır; yaşadıkları, bulaştıkları, kendisine bulaşanlar, yaşamın kiri pası. Öylesine renkli bir karışımdır ki saflaştırırsanız, insan değil, ölü bir nesne kalır geriye.

Saflık, insanları saflara ayırmak için; saf insanları saflara ayırabilirsiniz; dünyadan bihaberdirler çünkü, kandırılmaları kolay. Hayatın kirine pasına bulaşmış olanları saflaştıramadığınız gibi, kandıramazsınız da. Saflık, deneyimsizliğin diğer adı. Yeryüzünün, yaşamın oyunlarına katılanlar, bu oyunun keyfini çıkaranlar, kısacası yaşam olanlar saflıklarını ve saflarını yitirmişlerdir. Kirlenmeden oynayamazsınız. Ve “pişman mısınız?” diye sorsanız, hep bir ağızdan “hayır!” diye yanıtlayacaklar. Oyunu kurallarına göre oynarlar çünkü: Rastlantı ve zorunluluk. Rastlantının, engin denizlerin rüzgârlarıyla sallarlar zarlarını; zarlar yere düştüğünde gelen sayıyı, yani zorunluluğu bağırlarına basarlar. “Sınırsız”dan gelirler, dalgalar halinde ve dalgalar geri çekildiğinde taşlar artık eskisi gibi değildir. Hep geldiler. Yine gelecekler.

19 Ağustos 2016 Cuma

GECENİN KARANLIĞI, TÜYLERİM DİKEN DİKEN!

Van Gogh, Yıldızlı Gece

Caspar David Friedrich, Ay Işığında Kıyı
RAHMİ ÖĞDÜL
19.08.2016

Onca hengameden sonra değişen nedir diye sorsam? “Eski tas eski hamam” diyeceksiniz, biliyorum. İncil, olmuş olanın tekrarlanacağını müjdelemişti: “Olmuş olan yine olacak. Güneşin altında yeni bir şey yok.” Güneşin altında aynı olan hep geri dönüyorsa, Novalis’e kulak vermeli ve geceye yönelmeliyiz: “Gecenin içimizde açtığı/sonsuz gözler/çok daha uzağı görebiliyorlar” (Geceye Övgüler).

Güneşin ışığı yerine, gecenin örtüsüne sığınanlardanım, bizden saklananları görebilmek için. Karanlığın karasını ışığın beyazına yeğleyenlerden. Her şey gün gibi ortadayken ve üzerimize çullanırken zarif bir bir kaçış çizgisiyle geceye yönelmek, gizil güçlerin, virtüelin alanına girmek demektir. Tüm çiğliğiyle nesnelerin üzerine düşen gün ışığı, şeyleri görsel niteliklerine göre tikel ile tümel arasında kıstırıp yakalayan, sınıflandıran ve yöneten egemen aklın hizmetindedir. Gün, aktüelin, yani mevcut şeylerin, olup bitmişliğin alanı. Gecenin karanlığı, henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeyleri değiştirecek virtüel olanın, gizil güçlerin alanı. Gün ışığının nesneleri ve gerçekliği tüm çıplaklığıyla göstermesi katlanılamaz bir şey. Gecenin erotizmi ve gün ışığının pornografisi. Tüm nesnelerin pornografik bir gösteri olarak kendi hakikatlerini dayatmaları yok mu, dayanılacak gibi değil. Sanki kalıcı ve değişmez, bölünmez ve yok olmaz hakikatlermiş gibi üzerime çullanıyorlar, kudretsizleşiyorum.

Gece, kudretin alanı; ama geceyi ve karanlığı da yitirdik. Artık ne gecemiz ne de gölgemiz var. Jung’un kulakları çınlasın; “gölge”si olmayan, “persona”larız şimdi, tanımlı ve kimlikli ölü maskeler. Geceyi gündüze çeviren aydınlatma sistemi, Aydınlanma’dan devraldığı karanlığı yok etme görevini yerine getiriyor. Her yer ışığın hükmü altında. Karanlığı olmayan dijital imgelerimiz, deneyimsiz ve belleksiz. İmge, ‘karanlık oda’sını yitirince dijitalin yüzeyselliğine, deneyimsizliğine mahkûm olduk. Ürettiğimiz dijital imgeler içimize işlemiyor, çünkü içimizi, karanlık odamızı da yitirdik, parlak bir yüzeyiz artık. Ve parlak ve kaygan yüzeylerin birbiri üzerinden hızla kayıp gitmesi, bize deneyim yaşatmıyor; yaralanmıyoruz. Deneyimsiz ve belleksiz; kaygan bir “tabula rasa” (boş levha).

Deneyim bir serüvene atılmak, bir sürece katılmak ve sonunda yara almaktır. Bellek, yaralardan oluşur. Ve analog fotoğraf imgesi yara almış bir yüzeydir. Analog fotoğrafta imge, tıpkı kahramanın yolculuğu gibi, yeryüzünden yeraltına iner. ‘Karanlık oda’ imgenin cehennemidir ve yakıcı kimyasallarla dönüşüme uğrayıp yeryüzüne çıktığında, sadece imge değil, bu serüvene imgeyle birlikte atılan ve belleğinde yaralar açılan fotoğrafçı da dönüşmüştür. Fotoğrafçı birlikte serüvene atılacağı imgeyi arayıp bulandır ama kimin kimi seçtiği hep tartışmalıdır. Dijital teknolojide olduğu gibi rastgele fotoğraf çekmek yerine, analog fotoğrafçı, imgesini seçerken görme duyusunu özenle kullanandır; bakmayı ve görmeyi, yol arkadaşını seçmeyi bilen. Ve özenle seçtiği imge, birlikte karanlık serüvenlere atılacakları ve sonunda birlikte dönüşecekleri yoldaşıdır. Yolculuk, belleklerinde bir iz bırakmış, yaralanmışlardır.

Gece, deneyimin, temasın alanı. Parmenides’in, değişmez, dönüşmez, bölünmez ve yok olmaz olarak tanımladığı ve çemberin içine yerleştirip “Bir” adını verdiği ve hakikat olarak dayattığı varlık, “birey” deneyimsiz ve belleksizdir; hep güneşin altındadır çünkü, hiçbir şeyin değişmediği, hep aynı olanın geri döndüğü alanda. Deneyim ise doksalar, sanılar, yanılsamalar alanı olarak çemberin dışına, karanlığa ötelenmiştir; çokluğun, değişimin, farkın alanı. Geceleyin, görme duyusu ve görmenin şeyleri görsel niteliklerine göre sınıflandırması, önyargılar bir işe yaramaz. Sadece dokunarak, el yordamıyla, deneyerek ilerleyebilirsiniz ve çokluğa, farka dokundukça tüylerinizin diken diken olur. Teninizin hiç olmadığı kadar duyarlı hale geldiğini hisseder ve teninizde açılan yaralarla, “sonsuz gözler”le “çok daha uzağı görebilirsiniz”. Güneşin altında hep aynı olabilirsiniz, ama gecenin örtüsünde artık siz, siz değilsiniz.

12 Ağustos 2016 Cuma

DİJİTAL HAZLAR BAHÇESİ

Bosch, Dünyevi Hazlar Bahçesi

Maggie Taylor, Bahçe

Maggie Taylor
RAHMİ ÖĞDÜL
12.08.2016

Kıyıdan denize uzanan iskelenin en ucuna doğru yürüdüm; derin ve soğuk sulara kendimi bırakmak istiyordum sadece. Hiçbir şeyin şok etkisi yaratmadığı bir dünyada kendi şokumu kendim yaratmak; kayıtsızlığın, aldırmazlığın yüzer-gezerliğinden kurtulmak; yara alıp sulara batmak. Yaralanmak yaşadığını duyumsamak ve yaşadığımız dünyada olup bitenlere şaşırmaktır. Atladım sulara. İmge bombardımanı altında kor gibi kızarmış bedenimin soğuk sulara değdiğinde çıkardığı “cozzz!” sesini sahildekilerin işiteceğini düşünerek etrafıma bakındım, ama herkes kendi âlemindeydi, sadece ben işitmiştim. Kişisel şokum ne bende ne de ötekilerde şok etkisi yarattı. Şaşırmadım.

Şoklara karşı bağışıklık kazandık; hiçbir şey şaşırtmıyor ve şok etmiyor. Şoklardan etkilenmeyen bedenlerin yaşadığı bir dünyada avangardların, şok yöntemiyle bizi kendimize getireceklerini düşünmeleri biraz değil, bayağı safdilliliktir. Gerçekliği parçalara ayırıp montaj yöntemiyle yan yana getirerek kolajlarla şok etkisi yaratma ve gizli anlamı bu kolajlar sayesinde ortaya çıkarma çabası, her şeyin yıkıldığı bir coğrafyada işe yarar mı gerçekten? Önce parçalamalı, sonra da montajlamalıydık. Fakat bizden önce davrandılar ve şimdi hep yıkım aşamasındayız; fiziksel çevremiz, doğamız, konutlarımız, kentler, kurumlar, ilişkilerimiz yıkılıyor; bir inşaat şirketi Picasso’nun mottosunu, kendi mottosu yapmış ve Picasso’yu müteahhitleştirmiştir: “Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla başlar” ve en avangard sloganlar egemenlerin sloganı olunca yıkımın propagandasını yapmak onlara, bu yıkımdan nasıl bir yapım çıkaracağımızı düşünmek de bize düşmüştür.

Çıktım sudan. Çıplak ayaklarıma batan çakıllarda yürüyerek bahçe içine girdiğimde, bizi şoktan koruyan koruyucu kılıfın bahçe olduğunu fark ettim. Zeytin ağaçlarının altında ağustos böceklerinin çiftleşmek için deli deli çıkardıkları sesleri dinledim bir süre, sonra birden dijital dünyanın “techno beat”lerine dönüşüverdiler. Bahçe, deneyimden kaçarak sığındığımız sığınak. Cennet bahçesinden kovulduğumuzdan beri yeryüzünde sahte cennetler yaratmaktan asla vazgeçmedik. Mutlak deneyimsizliğin göksel ve kutsal bahçesinden bedenli varlıklar olduğumuzu fark ettiğimizde kovulmuş ve bahçeyi incir yapraklarıyla örtünerek terk etmek zorunda kalmıştık. Ama geçmişin özlemi olarak bedensiz bir bahçe düşü hiçbir zaman yakamızı bırakmadı. Şimdi dijital bahçenin bedensiz varlıklarıyız, ne yeryüzü ne de başka bedenler nüfus edebiliyor bize. Yapay olarak iklimlendirilmiş ve ışıklandırılmış dijital bahçelerde evcil doğa imgeleriyle oyalanıyoruz; ağustos böceklerinin çıkardıkları ve sürekli ritim değiştiren bedensel sesleri, dijital ortama aktarılıp “loop”a alındıklarında, durmadan yinelenen tekno-müziğin tekdüze ritmidir ve bedenlerimiz bu tekno ritimle devinen parlak yüzeyli ekranlar gibi.

Dünyevi hazlar bahçesinden dijital hazlar bahçesine geçerken pek zorlanmadık. Doğadan bahçeye adım atar atmaz, zaten bedenlerimizin kudretini bahçıvana ve temsilcilere teslim etmiştik ve dijitalleşmeye hazırdık. İçerisi: bahçe; dışarısı: doğa. “En dikkatlilerin bile aklına eşikte durup düşünmek gelmemiştir, en çok düşünmeleri gereken yerde” diye yazıyor Nietzsche. Evet, eşikte, bahçeyi doğadan, düzeni yıkımdan, varlığı hiçlikten, anlamı anlamsızlıktan ayıran eşikte durup düşünmemiz gerekiyor şimdi. Deneyimsizlik ile deneyimi ayıran o ince çizgide. Demokritos’tan beri varlığı bölünmez, yok olmaz olarak tanımladık ama bu haliyle varlık deneyimsizdir ve filozof varlığın deneyim alanı olarak boşluğu, hiçliği, anlamsızlığı önermişti, duymadık. Olumsuzladığımız hiçlik ya da boşluk, atomların yoldan çıkarak çarpıştıkları, ilişki kurdukları, yeni dünyalar yarattıkları deneyim alanıdır. İlişkisizliğin, deneyimsizliğin dijital otoyollarında seyrediyoruz şimdi. Hippokrates’in tıbbında “krisis” terimi, hastalıkların seyrini belirlemeye yarayan ani değişimleri ifade eder. Ve şimdi bir kriz durumunda, deneyim ile deneyimsizlik arasındaki o ince çizgideyiz: İlişkisizliğin dijital otoyolları mı, birbirimize dokunacağımız doğanın deneyim alanı mı? Bir hekim olarak yoldan çıkmayı öneriyorum.

 

5 Ağustos 2016 Cuma

YAŞAMAK, İYİLEŞMEYEN BİR YARADIR

Caravaggio, "Kuşkucu Thomas"

Vik Muniz
RAHMİ ÖĞDÜL
05.08.2016

“Bay Godot bu akşam gelmeyeceğini söylememi istedi size, ama yarın kesin gelecek” (S. Beckett). Beklemek yok mu, kahrediyor bizi. Ah, bir vazgeçebilsek beklemekten ve işimize gücümüze baksak! Ama olmuyor. Hesiodos, “İşler ve Günler” kitabında yapılacak işlerin listesini çıkarmış. Ne kadar da çok şey var yapılacak. Ama hep bekliyoruz, göklerden birilerinin inmesini ve bir dokunuşta şeyleri değiştirmesini. Bu zamana kadar yukarıdan gelenler, haritalandırdıkları bir düzlem üzerine, yine kendilerinin tasarladığı bir düzene göre yerleştirmişlerdir şeyleri ve burası aynı zamanda neyi yapıp neyi yapmayacağımızı söyleyen egemenin ve aşılmaması gereken sınırların alanıdır. Ama sınırları aşmazsak gücümüze nasıl bakabiliriz ki?

Dilsizleşmişlerin sanatı
Bedenlerimiz eski sınır aşımlarından kalan yara izleriyle dolu. Sızlıyorlar, sızlayan “Parabasis”dir, gücümüzü keşfettiğimiz sınırı aşma anı; bir bedenin kendi kudretini keşfedeceği ve hem işine hem de gücüne bakacağı an. Ama zordur, çünkü hep haddimizi bildiriyorlar ve hattatlarına çizdirdikleri süslü hatlarla çevreliyorlar bedenlerimizi. Hat çekme egemenin sanatıysa, Parabasis haddini aşan dilsizleşmişlerin sanatıdır. Dilsizleştirilenler, rollerinin dışına çıkıp kendi arzularını, özlemlerini dile getirdiklerinde Parabasis anı gerçekleşmiştir. Aristofanes’in komedilerinde koro üyeleri oyunun bir anında bir adım öne çıkar, hadlerini aşar, maskelerini çıkarır ve izleyicilere aktör olarak değil, yurttaş olarak seslenirler. Dramatik yanılsama bozulmuştur.

Her sınır aşma bir yaralanmadır. Ve George Bataille sanat için, “iyileşmeyen bir yaradan doğmuştur” dediğinde haklıdır. Sanatçı, yarası kapanmaya fırsat bulamadan sınırları aşmaya kalkışan ve yarası hep kanayandır. Çünkü sanatçı dile gelmeyeni her dile getirdiğinde, dil derin yaralar açar teninde. “Bıçak yarası geçer ama dil yarası geçmez”; dil yarası, içimizde için için yanan arzuların çıkış kapısıdır çünkü. Dramatik senaryonun repliklerini yinelerken, ten güvendedir; ama dile gelmeyen arzularımız dile geldiğinde tenimiz yara almıştır; arzu, hep sızlayan ve sızandır.

Birlikte deneyimlemek
Bir şey, dile gelmişse, mutlaka aklımıza da düşmüştür; arzular, mantık duvarını aşmış ve düşünceyi de yaralamışlardır. Akıllı uslu adamların işi değil, arzularını dile getirmek. Yapılacak ödevleri ve söylenecek replikleri vardır. Ödevler ve replikler, bedenin gücünü askıya almaya yarıyor sadece. Ve askıdaki bir bedenle, bir bedenin neler yapabileceğini asla bilemeyiz. O yüzden yaşamsaldır, çizgiyi aşmak ve etiğin alanına adım atmak. Ahlak hat çeker ve haddimizi bildirir, etik ise hattı aşmak ve Spinoza’nın tabiriyle, “bir bedenin nelere muktedir olacağını” keşfetmek içindir. İşin tuhafı, deneyimin kristalleşmiş hâli olan ahlak, bize deneyimsizliği öneriyor, etik ise deneyimi. Ve deneyim derken, kudretimizi birbirimizin üzerinde denemekten değil, birlikte deneyimlemek ve birlikte kudretlenmekten söz ediyorum.

Temas engelleniyor
Hep deneyimsizlik dayatılıyor bize. Yeryüzüyle, bedenlerle temas, aracı kurumlar ve aygıtlarla engelleniyor her seferinde. Hal Ashby’nin yönettiği 1979 tarihli “Being There” filmindeki bahçıvan karakteri gibi, bir bedene nasıl dokunacağını bilmiyor, yeryüzüne el sürmeden uzaktan kumanda aletiyle değiştiriyoruz imgeleri ya da şimdilerde olduğu gibi ekranların parlak yüzeyini parmaklayarak. Sınırları ihlal ettiğimizde bile düzenin ritüelleri sayesinde deneyimden koruyoruz kendimizi. Filmin başkarakteri bahçıvan, sokakta Öteki ile karşılaştığında, bahçeye özgü düzenin ritüellerini yineleyerek ilişkiden kaçınır. Sokak çetesinin bir elemanı bıçak çektiğinde o da televizyonun uzaktan kumanda aletini çeker. Biri yaralayan ve insanın bedenli olduğunu hatırlatan bir araçtır, diğeri ise bedensizleşmenin aracı. Oysa dokunmak, hattı aşıp deneyim alanına girmek ve bedenleşmektir. Sırf yaralanmayalım, canımız acımasın diye durmadan uzaktan kumanda aleti çekiyoruz yeryüzüne, birbirimize ve bekliyoruz. Ama yaşamak, bir beden sanatıdır, bekletmeye gelmez, acildir; iyileşmeyen yaralardan doğmuştur çünkü; birbirlerine dokunan, arzulayan ve hep kanayan yaralardan.