26 Kasım 2009 Perşembe

DEVLETLER VE BAHÇELER



RAHMİ ÖĞDÜL

26.KASIM.2009

Bahçeciliğin kökü, tarım devrimiyle birlikte ortaya çıkan ilk şehir-devletlerine dayanıyor. Doğayla iç içe yaşandığı, temsili/simgesel düşüncenin henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde avcı-toplayıcı toplumlar, etrafı çitlerle çevrili bir doğa temsili yaratma gereğini duymadılar hiçbir zaman. Doğanın içinde, doğanın kuvvetleriyle birlikte akıp gidiyorlardı, kendilerini doğadan ayrı olarak düşünmediler.

Ne var ki Neolitik dönemde ilk yerleşik tarım toplumlarının ortaya çıkmasıyla, Cicero’nun tabiriyle “ikinci doğa”nın yaratılmasıyla birlikte birinci doğadan/doğal durumdan bir kopuş yaşandı. Tarıma dayalı ve tarımın yarattığı bu ikinci doğa, insanın hem öznesi hem de nesnesi olduğu bir evcilleştirme süreciyle el ele gelişip serpildi. Bitkiler ve hayvanların yanı sıra insanlar da bu evcilleştirme sürecinin nesnesine dönüştüler.

Şehir-devletlerinin surları içinde doğa temsilleri yaratmaya başladılar. Yabanıl doğanın ele avuca sığmaz doğasına karşı, kendi kültürel ve zihinsel yapılarına denk düşen evcilleştirilmiş doğalar, bahçeler inşa ettiler. Her yerleşik uygarlık yine kendi imgelemine göre inşa etti bahçesini ve toplumsal gelişimlere uygun olarak bahçe kavramı da zamanla değişti. Dolayısıyla bir uygarlığın kültürel gelimini, yarattığı bahçe tasarımları üzerinden okumak ya da yazmak mümkün; devletler bir anlamda geniş ölçekli evcilleştirme alanları olarak bahçeleri andırıyorlar.

Jerzy Kozinski’nin filme de aktarılan romanı “Being There”, bahçe işleriyle devlet yönetiminin çakıştığını göstermesi açısından anlamlı (Türkçe’de “Bir Yerde” başlığıyla E Yayınları tarafından yayınlandı; Hal Ashby yönettiği filmde ise Peter Sellers ve Shirley MacLaine başrollerde oynamıştı). Washington’da varlıklı bir adamın evinde yaşayan Chance the Gardener (Bahçıvan Chance), hayatı boyunca dış dünyaya adımını atmamış, günlerini evin bahçesiyle uğraşarak ve televizyon izleyerek geçirmiştir; evin sahibi yaşlı adam ölünce varisleri evi satarlar ve sosyal/kültürel eğitimini televizyon izleyerek edinen bahçıvan Chance kendisini sokakta bulur; orta yaşlı Chance hayatında ilk kez dış dünyayla doğrudan temas kurmuş olur böylelikle.

Bir dizi rastlantı sonucu devlet başkanının danışmanlığına kadar yükselir. Bahçe terimleriyle konuşan bu adamın yumurtladığı bahçe sanatına özgü kelamlar, başkan tarafından ülkenin ekonomik sorunlarına yönelik çözümler olarak algılanır. Bahçıvan Chance bir bilge kişiye dönüşmüştür artık. Tüm hayatı boyunca evin bahçesinden dışarı çıkmamış bizim bahçıvan, ülke yönetiminde söz sahibi olmuştur.

Kozinski’nin öyküsü, ilk tarım toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte bir evcilleştirme alanı olarak beliren devletin, bahçecilik tekniğinden çokça yararlandığını gösteriyor bize. Çoğu kez politikacılar bahçe terimleriyle yaklaşmışlardır ülke sorunlarına/toprağına. Tek dil, tek kültür, tek millet gibi tarımdaki monokültür uygulamalarını andıran söylemler/uygulamalar yaygınlaşmıştır örneğin. Bir bahçe özeniyle yaklaştıkları vatan toprağındaki ayrık otlarının köklerini kurutmak için zirai mücadele yöntemlerini kullanmışlardır. Ağaç yaşken eğilir düsturu, ağacın başka türlü biçimleniş/oluş haline tahammülsüzlüğü gösterir ve ağacı yaşken eğmek için tarımsal eğitim programlarını yürürlüğe koymuşlardır. Budadıkları bitkileri olmadık şekillere sokmuşlar, kendi dayattıkları tasarımlarla bahçelerini şekillendirmişlerdir.

İnsanın hem öznesi hem de nesnesi olduğu bir evcilleştirme alanı olarak devletler artık günümüzde eski bahçecilik anlayışından vazgeçmek zorunda kalıyor; repertuarlarını yeni bahçecilik teknikleriyle genişletiyorlar. Monokültür uzmanı bahçıvanlar işsiz kalırken, polikültürde ehil olanlar bahçenin yönetiminde söz sahibi oluyor; ve evcilleştirme süreci yeni tekniklerle yoluna devam ediyor.

19 Kasım 2009 Perşembe

OLGULAR DEĞİL, YORUMLAR VARDIR


RAHMİ ÖĞDÜL

14.KASIM.2009
BİRGÜN KİTAP

DİNİN GELECEĞİ
R. RORTY VE G. VATTIMO
DER.: SANTIAGO ZABALA
ÇEV.: RAHMİ G. ÖĞDÜL
AYRINTI YAYINLARI, 2009

Roma’daki Pontifical Lateran Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan Santiago Zabala biri yeni pragmatizmi (Richard Rorty), diğeri ise Avrupa’daki postmodern yönelimi (Gianni Vattimo) temsil eden iki düşünürü bir diyalog kültürü bağlamında bir araya getiriyor ve hep birlikte metafizik sonrası bir çağda dinin (Hıristiyanlığın) geleceğini tartışıyorlar. Sadece dinin geleceğini değil tabi; İnanç ve Akıl Çağlarının ardından gelen, içinde bulunduğumuz “Yorum Çağı”nda metafizikle ilişkilendirilen pek çok şeyi sorguluyorlar.

Zabala’ya göre artık iki farklı kültür (bilim ve din) çağının sonuna ulaştık; dinin değil de dini tasfiye ettiğini düşünen pozitivist yaklaşımların kendilerinin çözüldüğüne tanıklık etmemizin ironik olduğunu söylüyor. Metafiziğin yapısökümüyle birlikte insandan ve tarihten bağımsızmış gibi duran (zaman ve mekan dışı) bir nesnellik anlayışının (hakikatin) artık geçerliliğini yitirdiğini, bilakis nesnelliğin insanların kendi aralarında icra ettikleri öznelerarası dilsel bir konsensüs olduğunu ileri sürüyor, Zabala. Dil, bizzat tarihsellik olduğu için tarih dışı bir duruma geçişi engelliyor; dilin tarihselliği ise yorum düzleminde ortaya çıkıyor; bu düzlemde, dilsel olguların dışında başka bir olgunun olmadığını hermenötik bağlamında ileri sürerek Vattimo’ya gönderme yapıyor.

Felsefi araştırmanın amacının, artık bizlerden bağımsız olan bir şeyle temas kurmak olmadığı ortaya çıkıyor kitapta; felsefe, kişinin bitip tükenmez oluş halini (bildung), kendine araştırma alanı olarak seçiyor. Pozitivist anlayışın nesnellik anlayışı tasfiye edilince artık ateist ile teist olmak arasında ya da başka ikilikler arasında tercih yapmaya zorlayan güçlü felsefi nedenler de ortadan kalkıyor haliyle. Bu açıdan ele alındığında kültürün de dönüştüğü görülüyor; kültür artık kuşaktan kuşağa aktarılan bilginin bir kalıtımı meselesi olmayı bırakıp, varoluşsal bir kendini yaratma, her dem yeni bir kendini betimleme işlemine dönüşüyor.

Bu yeni diyalog kültürünün iki grup düşünürün çabalarıyla ortaya çıktığının altı çiziliyor; bir yandan Nietzsche, Heidegger ve Derrida metafiziği yapısöküme uğratırken, diğer yandan Dewey, Croce ve Gadamer metafiziğin ötesine geçmeye çabalıyor; bu düşünürler varlık ile hiçlik, dil ile gerçeklik, tanrı ile tanrının varoluşuna dair felsefi sorunların anlamsız olduğu sonucuna varıyorlar.
Rorty’ye göre metafiziğin yapısökümüne katkıda bulunan üç olay gerçekleşti Batı’da: Fransız devrimi dayanışmayla, Hıristiyanlık iyilikseverlikle ve romantizm ise ironiyle bu yapısöküme katıldılar. Bu üç olayın, insanın metafizikten kopmasını ve tinsel ilerleyişini sağladığını vurguluyor Rotry. Bir metafizik kültürü olmadan, gayri insani güçlere ve kuvvetlere yönelik bir inanç kültürü olmadan, kendi başının çaresine bakan insanın, tam bir siyasal olgunluğa erişebileceği varsayımı yatıyor bu düşüncenin altında.

Kendisini bir zamanlar ateist olarak tanımladığı söyleyen Rorty, artık Max Weber’in “dinsel açıdan gayri musiki” terimini tercih ettiğini, kişinin müzik kulağı olmadığı için müzikle ilgilenmemesi gibi tanrı meselesine de duyarsız kalabileceğini ileri sürüyor. Dolayısıyla inananlar ile inanmayanların birbirlerini küçümseme haklarının olmadığını belirtiyor ve daha çok kendi konumunu, ruhban sınıfı karşıtlığı olarak belirliyor.

Nietzsche’nin “olgular değil, sadece yorumlar vardır” önermesinin de bir yorum olduğunu belirten Vattimo, hermenötiğin şeylerin gerçekliğini ve felsefeyi kökten dönüştürdüğünü ileri sürüyor. Heidegger’de varlık, içine karıştığı, katıldığı durumlara sürekli yanıt verme suretiyle bir olay olarak kendi varoluşunu gerçekleştirir; varlık, daima yorumun içinde hareket eder. Vattimo da Heidegger’e yaslanarak bilginin her zaman sadece yorum olduğunu, yorumun hakkında konuşabildiğimiz tek olgu olduğunu, yorumların dışında olguların mevcut olmadığını ileri sürüyor. Yorumun tıpkı bir virüs gibi temas ettiği her şeyi etkileyip tüm gerçekliği mesaja indirgediğini belirtiyor. Hıristiyanlığın da postmodern nihilist bir çağda metafizikten arındırılıp bir yoruma, mesaja indirgenmesinin mümkün olduğunu öneriyor. Nietzsche’deki tanrının ölümünü, İsa’nın bir tanrı olarak tüm otoritesini feda etmesi, zayıflaması, metafiziği terk etmesi, tüm erkini insanlara devretmesi olarak yorumluyor. İsa’yı hakikat ya da erk ile değil, sadece sevgiyle özdeş tutuyor.

Metafiziğin sonuyla birlikte, entelektüel faaliyetin amacının artık hakikat bilgisine ulaşmak olmadığı vurgulanıyor kitap boyunca; her hangi bir otoriteye başvurmadan, bütünüyle argümanlar üzerinden anlaşmaya varıldığı bir konuşma, diyalog amaç haline geliyor. Postmodern insan, her türlü hakikat bilgisinden, hiyerarşiden, sınırlamadan arındırılmış, görece bir dünyada kaygısız yaşamayı öğreniyor. Güçlü, her şeyi açıklayan meta-anlatıların yerini, nesnel yapıların ağırlığını ve dogmatizmin şiddetini azaltan, metafizikten arındırılmış bir zayıf düşünce alıyor.
Metafizik safralarından kurtulmuş zayıf düşünceyi ve bu zayıf düşüncenin kışkırttığı diyalog kültürünü, özelde Hıristiyanlığa ve genelde ise düşünme ortamına taşıyan Rorty, Vattimo ve Zabala, günümüzün değişen politik ve kültürel ikliminin anlaşılmasına da büyük katkı sağlıyor.
.

KAMUSAL MEKÂNIN ÖLÜMÜ



RAHMİ ÖĞDÜL

19.Kasım.2009

Sokak, kamusal mekânı belirten bir terim ve demokratik tahayyülde çok önemli bir yeri var. İnsanların karşılaşıp bir araya geldiği, protestolar düzenlediği, topluca yürüyüşe geçtiği, megafonlarla seslerini duyurmaya çalıştığı bir yer; yani demokratik taleplerini dile getirebildikleri, yeni karşılaşmalara ve gelişmelere gebe bir özgürlük, olumsallık alanı; politik bir hayvan olarak kent insanının habitatı. Günümüzde hızla gelişen mekânsal düzenlemelerle, ticarileşmeyle birlikte sokakların, dolayısıyla kamusal mekânın da ölümüne tanıklık ediyoruz.

Kent, alışveriş merkezlerine ve şirketlere yenik düşerken bir kamusal mekân olarak sokak da ortadan kalkıyor. Kentin her yerini işgal eden alışveriş merkezleri sokakların yerini çoktan aldı bile. İnsanlar boş zamanlarının çoğunu buralarda, birbirine dokunmadan metalar arasında geçiriyor. Öte yandan kent merkezlerindeki kaldırımlar, sokaklar da giderek ticarileşiyor. Sokaktaki mülk sahipleri kaldırımları işgal ederek sokağın ölümüne katkıda bulunuyorlar (örneğin sigara yasağı nedeniyle ticaret mekânları dışarı doğru yayılıp sokağın denetimini ele geçiriyorlar). Kamusal mekânın bir şirket malı haline gelmesi Batı’nın pek çok kentinde artık sıradanlaştı. Bunun en güzel örneği New York’taki AT&T Plaza’nın duvarına asılı bir tabela oluşturuyor: “Mülkü ve koruması AT&T’ye ait Kamusal Mekân”. Bir telekomünikasyon şirketi kamusal alanın kendisine ait olduğunu sözünü sakınmadan ilan ediyor. Oysa kamusal mekân kentte yaşayanların ortak malıydı; kimseye ait olmadığı kadar herkese de aitti.

Bizde de eski adıyla Fransız Sokağı, şimdiki adıyla Cezayir Sokağı benzer bir uygulama örneği olarak duruyor. Bu uygulama kamusal mekân olarak sokağın ölümünü açıkça ilan etmiş ve bir sokağı özel mülkiyetin denetimine sokmuştur. Sokaklar, meydanlar giderek kamusallıktan ayrıştırılıyor ve özelleştiriliyor. Bir özgürlük, olumsallık alanı olarak kamusal mekânın aşındırıldığı ve tamamen denetim altına alındığını görüyoruz. İnsanların sokaklarla, kenti kent yapan kamusal mekânlarla kurdukları otantik ilişki tasfiye ediliyor.

Steril, denetimli alışveriş alanları içinde sadece ve sadece satın alabildiğimiz ölçüde var olabiliyoruz oysa. Satın alabilme gücü olmayanlar bu tür yerlerden dışlanıyor zaten. Buralara girebilmek için çeşitli eleklerden geçmek zorundayız. Özel güvenlik görevlilerin üst baş aramaları, bakışları arasından geçmeyi başaranlar (seçilmişler) girebiliyor ancak. Girdikten sonra da her hareketiniz kamera sistemiyle sürekli denetim altında tutuluyor; her türlü politik tavırdan arındırılmış, harcadıkça var olabildiğiniz yapay bir habitattayız; politik insanın değil, tüketici insanın habitatı.

Çok farklı toplumsal kesimlere ait insanların bir karşılaşma, buluşma, kaynaşma mekanı olarak sokaklar ölürken, steril, ilişkisiz, kapalı kutu bir insan tipi ortaya çıkıyor. Bu insan tipi her türlü ilişkiyi engelleyen kapalı bir tünel (ev-otomobil-asansör-işyeri-alışveriş merkezi-otomobil-ev) içinde hareket ediyor durmadan; oysa hayat, sokakların gizilgücünde yeni ilişkilere, toplumsallıklara gebe olarak bizleri bekliyor.

12 Kasım 2009 Perşembe

TAVŞAN DELİĞİ: KABUĞUN ÇATLADIĞI YER


RAHMİ ÖĞDÜL

12.Kasım.2009

Kentin sürekli değişen görünümü, gündelik yaşamımıza giren yeni nesneler, bütünlüklü bir anlayış geliştirmemize engel oluyor; parçalanmış görünümlerin içinde yüzüyoruz. Yine de parçalardan (tikellerden) oluşan bir hayatı sürdürebilmek, bu hayatı katlanabilir hale getirmek için anlamlı bütünlükler elde etmeye, kaostan düzen çıkarmaya çalışıyoruz. Aksi takdirde hayatın bu parçalanmış algısı şizofrenik deneyimlere sürükleyebilirdi bizleri (belki de çoktan beridir şizofrenik bir hayatın içindeyiz). Parçaları bir araya getirerek anlamlı öyküler kuruyoruz. Anlamlandıramadığımız parçaları ya görmemezlikten geliyor ya da “öteki”, “tekinsiz”, “yabancı” olarak zihinsel tutarlılıklarımızın dışındaki bir yere yerleştiriyoruz.

Parçalar arasında bir tutarlılık kurmaya çalışırken, kurduğumuz tutarlı yüzeylerin dağılıp gittiğine de tanıklık ediyoruz öte yandan. Bir deniz kıyısında dalgaların hareketiyle sürekli değişen çakılların kompozisyonunu andırıyor hayat. Çakılların dağılımına anlam yüklediğimiz an, yeni bir dalga yepyeni bir dağılım çıkarabiliyor karşımıza ve yeni baştan bir anlamlandırma işlemine girişiyoruz. Montaj tekniğiyle parçaları bir araya getirip yeni tutarlılıklar inşa etmeye çalışıyoruz. Tanıdık nesnelerden oluşan, evimizde hissedeceğimiz mekânlar kuruyoruz kendimize; açıklanabilir olgular ve nesnelerden oluşan bu mekânların dışında ise tedirginliğe kapılıyoruz.

Yasemin Baydar ve Birol Demir tarafından kurulan güncel sanat grubu :mentalKLİNİK, “tAVŞANdELİĞİ” başlıklı sergisinde nesnelerin ve seslerin yeni bir dağılımını çıkarıyor karşımıza; tedirgin edici, tekinsiz bir mekânın içindeyiz. Bir sökme işlemi sonucu ortaya çıkan, bir zamanlar anlamlı, tutarlı bütünlüklerin parçaları olan nesneler, abartılmış boyutlarıyla zihinsel haritalarımızı zorluyor. Parlak yüzeylerin birleşim yerlerinden sızan şekilsiz, tedirgin edici madde, altta yatan kaosun bir habercisi sanki; bütünün bir yanılsama olduğunu hatırlatıyor bize. Duvarda çerçeve içine asılı resimlere yöneldiğimizde ise kırık parçalardan oluşan peyzajlarla karşılaşıyoruz.

Görme duyusunun baskın olduğu bir toplumda dokunmanın zorluğunu hatırlatan videolar, sergi mekanının iki ucunda yer alıyor. Duvara yaklaşan elin, bir hayvan pençesine dönüşmüş gölgesiyle duvarda buluşması, insanın doğasına dair soruları kışkırtıyor. Parçalardan oluşan ve anlamlandırmakta zorlandığımız bu tedirgin edici mekânda bütüncül kimliğimizi kurmaya yardımı dokunacak aynalar ise puslu ve yine bölümlere ayrılmış; aynalara baktığımızda bir sisin içinde belli belirsiz görüyoruz kendimizi.

Kapitalizm ta başından beri yarattığı parlak, pürüzsüz yüzeylerle bütünlüklü bir yaşam yanılsaması kurmaya çalışıyor; oysa, tüm tutarlılık arayışımıza rağmen çatlaklı, parçalı bir gerçeklik olarak yaşıyoruz hayatı. Ernst Bloch kapitalizmin mekânı için “Boş Mekân” terimini kullanıyor; parıldayan yüzeyin, içsel bir hakikat taşımayan bir kabuk olduğunu söylüyordu; Galerist’te 21 Kasım 2009’a kadar açık kalacak olan :mentalKLİNİK’in “tAVŞANdELİĞİ” sergisi, bu kabuğun altında yatan boşluğun/kaosun başka bir yaşama da gebe olabileceğine dair düşünceler uyandırıyor.

5 Kasım 2009 Perşembe

YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇELER


RAHMİ ÖĞDÜL

5.KASIM.2009

Belirlenimci (determinist) dünya görüşüne göre bir nesnenin, bir hareketin ya da bir canlının bütün parametrelerinin (ölçülebilir değerlerinin) eksiksiz belirlenebileceğine, dolayısıyla da söz konusu nesnenin, canlının ya da hareketin, diferansiyel denklemler yardımıyla önceden kesin olarak tanımlanabileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Uçan bir cismin, bir amibin ya da bir yıldırımın hareket yönünün belirlenmesi mümkündü. Ne var ki, kendilerine doğrusal diferansiyel denklemlerin uygulanabildiği sistemlerin içinde determinist olma, yani önceden belirlenebilme özelliği gösteren gelişme hatları, doğrusal olmayan sistemlerde pek bir işe yaramıyor; doğrusal olmayan, dinamik sistemlerdeki gelişme hatları, bir ya da daha fazla çatallanma noktası üzerinden belirlenemezlik özelliği taşıyan geçişler yapıyorlar.

Kaotik olma olasılığı taşıyan yapılar, başlangıç koşullarına sımsıkı bağımlılık gösteren ve doğrusal olmayan sistemlerdir. Süreç içinde ortaya çıkan yeni yapı, sürecin başındaki koşulların en ufak ayrıntıdan bile etkilenerek oluşur; ama gene de önceden tahmin edilemezlik özelliği taşır. Lorenz, bu ilişkiyi tanımlamaya çalışırken “Kelebek Etkisi”nden söz ediyordu: “Bir kelebeğin tek bir kanat çırpışı bile, bütün bir hava durumunu temelden altüst edebilir”.

Birçok dinamik süreçte, yeni düzenlerin kurulmasıyla istikrarlı hale gelmiş, kaotik ara durumlardan geçildiği biliniyor. Bütün dallanma, çatallanma noktalarında karşılaştığımız bir durum bu; kaos ve düzen sadece birbirlerini tamamlayan bir kavram çifti değil, aynı zamanda birbirleriyle diyalektik, daha doğrusu fonksiyonel bir ilişki kuran olgulardır. Bir kar tanesinin oluşumu, düzen ile kaos arasındaki bu ilişkiyi gözler önüne seriyor.

Her kar tanesi bir diğerinden farklı. Buz kristalleri, türbülanslı bir havanın içinde, düzen ve rastlantıya bağlı olarak, kendilerine has bir güzellikle biçimleniyor. Su donarken kristaller, dışarı doğru küçük uçlar (dentritler) veriyorlar önce; bu küçük uçlar büyüdükçe, sınır bölgelerde çevre koşullarına bağlı olan istikrarsız bir durum oluşuyor ve yanlardan yeni uçlar fışkırıyor. Kar taneleri şaşırtıcı incelikte bir düzen sergileseler de bu küçük uçların tam olarak ne kadar hızla büyüyeceklerini, çaplarının ne kadar olacağını ya da kaç kere dallanacaklarını öngörmek mümkün değil; bu durum, istikrarsız, kaotik, açık uçlu bir sorun olarak duruyor önümüzde. Kıpır kıpır oynaşan, dinamik bir sınır, önceden kestirilemeyen çevresel koşuların ve içsel faktörlerin etkisiyle sürekli değişirken kar tanesi de kendine has şeklini alıyor.

Toplumlar da tıpkı kar tanelerini andırıyor; doğrusal olmayan, dinamik süreçler olarak, kaos ile düzen arasındaki etkileşimle kuruluyorlar. Toplum mühendisliğinin önceden belirleyici, diferansiyel hamlelerini boşa çıkaran kaotik gelişmeler gösterebiliyor; kendilerine dayatılan anayolları sürekli saptırıp, gelişme hatlarını yol ayrımlarına, çatallanma noktalarına taşıyorlar.

“Yolları Çatallanan Bahçe”de ne diyordu Borges?: “Zaman sayısız geleceğe doğru hiç durmamacasına çatallanıyor.”